ERDOĞAN'IN BAŞKAN OLMAYA İHTİYACI YOK AMA TÜRKİYE'NİN VAR Öte yandan her türlü başkanlık modeli üzerinde tartışabiliriz. AK Parti Kars milletvekili hukukçu Mehmet Uçum da bu konu üzerinde kafa patlatanlardan biri. Dün Mahmut Övür'ün de köşesinde yazdığı gibi Uçum'un çalışması 'Türkiye tipi başkanlık sistemi model önerisi' başlığını taşıyor. Uçum, sistem tartışmalarının arka planını ve gerekçelerini anlattıktan sonra şu temel tespiti yapıyor: 'Türkiye tipi başkanlık sistemi, Türkiye'nin siyasal, hukuki, kültürel ve sosyal tarihi ile geleneklerine dayanan, şimdiye kadar oluşturduğu kurumları dikkate alan, radikal bir metotla yani kopuş yöntemiyle değil, süreklilik içinde yenilenme anlayışıyla yapılandırılacak bir modelin adıdır.' Uçum'un modeline göre, yürütme ve parlamento yerelden merkeze doğru yükselen piramit yapılara sahip olacak ve Türkiye Milleti'nin ortak iradesini temsil edecek. Modelin altyapısını ise; 'Ülkemizin siyasal ve hukuki gelenekleri içinde yer alan' ve reforme edilerek yenilenen 'muhtarlıklar, belediye meclisleri, il genel meclisleri ve kalkınma ajansları' oluşturacak. Uçum çok konuşulan bir soruya da cevap veriyor: 'Ülkemizde başkanlık sistemi tartışması, halkın devletle ilişkisini yeniden inşa etme ihtiyacının bir gereğidir. Bu tartışma kişi esaslı yürütülemez ve kişi esaslı da değildir.' Recep Tayyip Erdoğan'ın şu anki yetkileriyle başkanlık sistemine asla ihtiyacı yok. Fakat Türkiye'nin dünyanın en güçlü 10 ülkesinden biri olması için iki turlu dar bölge başkanlık sistemi modeline kesinlikle ihtiyacı var... Rasim Ozan Kütahyalı/Sabah ATEŞ BATIYA ULAŞTI. ŞİMDİ NE OLACAK? Batılı ülkelerin menfaatleri için birbirleri ile çatışan taraflar ve nihai olarak yine Batılı ülkelerin menfaatlerine uygun davranan terör örgütleri sebebiyle yerinden yurdundan olan insanların, Batı'ya ulaşabilmek ümidiyle açıldıkları sularda ölmeleri bile vukuatı adiyeden sayılıyor. Paris'te hayatlarını kaybedenler için üzülmek normal; ama anlamsız bir savaşın sürdüğü ülkelerinde ölen sivilleri ve özgürlüğe ulaşabilmek uğruna Ege'nin ya da Akdeniz'in mavi sularında hayatlarını kaybedenleri zikretmek bile gereksiz sanki. Oysa tıpkı Paris'tekiler gibi, Irak'ta, Suriye'de, Filistin'de, Türkiye'de ve Ege'nin, Akdeniz'in soğuk sularında ölenler de birer insan. Bir vatandaşlarının burnu kanadığında ortalığı velveleye veren, ama dünyanın başka coğrafyalarında hayatlarını kaybeden on binleri, yüz binleri ve hatta milyonları görmezden gelenler için deniz yavaş yavaş bitiyor gibi. Ne kadar sakınıyor olurlarsa olsunlar, ateş oralara da uzandı artık... Ekrem Kızıltaş/Takvim CELAL ŞENGÖR'Ü BIRAKIN HASAN CEMAL VE MEHMET ALTAN'A BAKIN! Kendisini son olarak Kenan Evren'in cenazesine çelenk göndermesi vesilesiyle hatırlamıştık. Evet, Celal Şengör. Dün bir gazeteye konuşmuş. Özetle demiş ki; 12 Eylül darbesi 'iyidir hojdur.' Hatta darbe bile değil, bir 'devrimdir' 12 Eylül. Çünkü siyasetçiler işini iyi yapamamış asker de devreye girmiştir. O işkence dediklerinde de anormal bir durum yoktur. Dün sosyal medya ve internet siteleri Şengör'ün bu sözleriyle yıkılıyordu. Herkes Şengör'e lanet ediyor, 'faşist' diyordu. Bu pazar eğlencesine katılanlar arasında kimler yoktu ki. 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının yolunu açan 12 Eylül Referandumunda 'hayır' kampanyası yapanlar ilk sıradaydı örneğin. Şengör'ün de kendileri gibi darbecilerin yargılanmasına 'hayır' dediğini tahmin etmek zor değil. Peki, O dönemde 'Evet' kampanyası yapan yazarlara ve 'evet' oyu veren vatandaşa bugün bile hakaret edenler 12 Eylül'ün aslında üzerinde 'çok da şeyedilmeyecek bir olay olduğunu' defalarca söylememişler miydi? Söylemişlerdi ve söylüyorlardı da. '12 Eylül'ü mumla aradığını' açıklayan gazetecilerin, sanatçıların, akademiklerin ve hatta siyasetçilerin isimlerini saydırmayın şimdi bana. Başka? Şengör'ün askeri bir darbeyi devrim olarak görmesine içerleyenlerin 'makbul' darbeleri yok muydu dersiniz? Vardı elbette. Örneğin seçilmiş başbakanı ve bakan arkadaşlarını asan 27 Mayıs'ı kaçı eleştirebiliyordu? Menderes'in devrildiği darbeyi uzunca bir süre 'resmi bayram' olarak kutlayanlar, Yassıada Mahkemeleri'nin içtihatlarıyla bugünlerini kuranlar mı hocaya kızıyordu? Ya da 28 Şubat'ı 'İslamcılara karşı devletin müdafaa hakkı' olarak görenler mi?... Daha 1 Kasım seçimleri öncesi, Ak Parti tek başına iktidara gelirse ya da o çok istedikleri koalisyona razı gelmezse askerin devreye girebileceği 'müjdesini' verdiklerini hatırlıyorsunuz değil mi? Unutanlar, Murat Belge'nin, Mehmet Altan'ın, Hasan Cemal'in o günlerde yazdığı herhangi bir makalesine baksın yeter. Melih Altınok/Sabah RTÜK GEREKİRSE LAĞVEDİLECEK Sözde AK Parti kontenjanından olan Davut Dursun da kendi başkanlığı döneminde ve 17 Aralık süreci boyunca FETÖ kanallarını hep korudu ve kolladı. Bu açıkça suçtur. RTÜK'teki sözde AK Parti üyeleri -bazı istisnalar hariç- hep devlete karşı paralel çetenin yanında yer aldılar maalesef. AK Parti de kendini bu konuda sorgulamalı artık. Öte yandan benim geçen yazımdan sonra ortalığı ayağa kaldıran Hikmet İnce kurum içi en güçlü bürokratlardan biri. Hikmet İnce isterse mahkeme kararına dayanarak FETÖ TV'leri ve radyolarının lisansını hemen iptal edebilir. Mevzuata göre savcılık ve hakimliğin resmi kararını bürokratlar işleme sokar. O mevzular siyasi atanan üyelerin yetkisinde değildir. RTÜK'teki daire başkanlıkları o konularda yetkilidir. Siyasi üyeler sadece kanallara ceza vermek konusunda yetkili. Nitekim RTÜK'teki CHP-MHP-HDP koalisyonu Ahaber ve 24'e adaletsizce cezalar yağdırmaya devam ediyor. Dahası Atatürkçü bir kanal olan Ulusal TV'ye de Fethullahçı örgütü eleştirdiği için CHP-MHP-HDP koalisyonuyla cezalar yağdırılmış. Hemen yarından tezi yok RTÜK üyeleri yeni TBMM aritmetiğine göre yeniden dizayn edilmek zorundadır. Hemen bu konuda bir yasa bu haftaiçi çıkmalıdır... Cem Küçük/Star KABİNEYİ ERDOĞAN MI KURUYOR? Kabinede kimin yer alacağı ya da almayacağı tartışmasının, birebir Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu arasında devam ettiğini düşünenler, sanki böyle görüşmeler varmış ve kendisi de orada oturuyormuş gibi anlatanlar olabilir. Oysa işleyiş çok farklı. Türkiye'nin yakın gelecğinin en önemli uzlaşması, Erdoğan ve Davutoğlu'nun bu tartışmalardan uzak kalarak yola devam etmesiyle mümkün olacak. Birinin diğerinin aleyhine hareket etmesini veye direnmesini bekleyenler, ülkenin adım atmasını istemeyenler. Başka bir tarif yok.Bu kabine kurulurken, gözetilen pekçok denge olacak. Siyasetin doğası bu. Tayyip Erdoğan, bu siyasi hareketin tartışmasız mimarı. Bu nedenle yeni hükümetin kurulmasında kimlerin nerede yer alacağı konusunda onun hassasiyetlerinin gözetilmesini garip karşılamak, kelimenin tam anlamıyla 'abesle iştigal'.Türkiye'nin acilen yola çıkmaya ihtiyacı var. Bu tartışmaların yerini, ortak bir gelecek tasavvuru almalı ve zaten Erdoğan'la Davutoğlu'nu yol arkadaşı kılan da bu. Nasuhi Güngör/Star 1 KASIM'DA PKK ASKERİ, HDP SİYASİ YÖNDEN KAYBETTİ! 1 Kasım seçimlerine doğru gelirken ulusalcılar ve Alevileri CHP ile Kürt sosyolojini ise PKK ve HDP ile yönetmeye, arkadaki uluslararası destekle Türkiye'yi düşürmeye ve çökertmeye kalktılar. Bu stratejiyi ortak bir aklın etrafında uygulamaya çalıştılar. Hesaba katamadıkları şey, AK Parti'nin direnme ve milleti etkileme gücü oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 7 Haziran'dan sonraki süreci yönetme biçimi, devlet ve millet kaynaşmasını sağlaması 1 Kasım seçimlerinde büyük bir başarıyı da beraberinde getirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yönetiminde devlet, Gezi kalkışmasında ulusalcıları, 17-25 Aralık Yargı darbesi girişiminde paralel yapıyı, 7 Haziran sonrası ise iç savaşa girişen PKK ve HDP'yi yenilgiye uğrattı. PKK ve HDP, şimdi can havliyle bir çıkış yolu arıyor; devlet içinden bir can simidi atılmazsa bir daha başarı şansı bulmaları imkânsız. Vedat Bilgin/Akşam AVRUPA'NIN ESED'E DESTEĞİ VE MEDENİYETSİZLERİN İTTİFAKI Avrupa'da yükselen radikal sağ ve bunu tehdit olarak gören liberal gruplar arasında bir medeniyetler içi çatışma varsa, aynı şekilde Orta Doğu'da da dünyaya angaje olmak isteyen, demokrasi yanlısı gruplar ile izolasyonist, 3. Dünyacı ve radikal gruplar arasında da bir medeniyetler içi çatışma yaşanıyor. Nasıl ki Avrupa'da yaşanan çatışma aslında Avrupalılık kimliğinin dışlayıcı ve kapsayıcı yorumları arasında gerçekleşiyorsa, Orta Doğu'da yaşanan kavga da bu eksende seyrediyor. Nasıl Avrupa'daki ihtilaf demokrasi mücadelesi veren gruplar arasında yaşanıyorsa, Orta Doğu'daki mücadele de farklı olmuyor. İşin ilginci bu medeniyetler içi çatışmada farklı tarafları temsil eden aktörlerin aslında kendi içlerinde tuhaf ittifaklara imza atması. Burada sadece Orta Doğu'daki radikal ve demokrasi karşıtı grupların, Avrupa sağına argüman sağlamasından ve benzer şekilde Avrupa'da yükselen İslamofobik söylemin Orta Doğu'daki radikal gruplara ideolojik mühimmat devşirmesinden, yani fikirsel bir ortaklıktan bahsetmiyorum. Avrupa sağının bölgedeki demokrasi karşıtı unsurları örneğin Suriye'de Esad'ı, Mısır'daki darbeyi desteklemesi gibi gayet somut koalisyonlardan söz ediyorum. Esad rejimini destekleyen Avrupalı aşırı sağ gruplar, örneğin Fransa örneğinde Le Pen bu anlamda bir medeniyetsizler ittifakını temsil ediyor. Keza, Suriye'den mültecilerin Avrupa'ya gitmesini istemeyen IŞİD ve mültecilere kapılarını açmak istemeyen Avrupa sağı da... Ceren Kenar/Türkiye KÜRTLER HDP'NİN YOZLUĞUNU GÖRÜYOR 6-8 Ekim 2014 ve 7 Haziran 2015 sonrası Kobani ve ülkenin Güneydoğu ve Doğu'sunda yaşanan her şey, dış ve iç basının da muazzam desteği ile tersyüz, altüst edilmiş, büyük bir yalan makinesinin ürettiği malzemeler PKK ve HDP tarafından Kürtlerin ve tüm kamuoyunun üzerine boca edilmiştir. Bu ideolojik ahlaksızlık, bizlere çelişkili gibi gelebilir. Mesela İran'da sürekli Kürt asılırken, parlamentonun üçüncü partisi olan HDP'nin ve uzantısı olduğu PKK'nın Türkiye ile değil, İran ile balbörek olması, bu 'ahlak'la anlaşılır kılınır. Ağzından barışı eksik etmeyip sürekli savaşmak, sokağı kışkırtmak, hendekler kazmak, özgürlük diyerek Kürtlerin hayatını karartmak, onları esir almak... 22 Temmuz ve 1 Kasım'dan sonra PKK Cizre, Nusaybin, Silopi, Yüksekova gibi yerlerde ayaklanma tertipledi, hendekler kazdı ve mümkün olduğu kadar sivilin ölmesine zemin hazırlamak istedi. Dün de Meclis'te, HDP, sanki bunun müsebbibi kendileri değilmiş gibi şov yaptı. Kürtler bu 'ahlaki' yozluğu görmektedir. Markar Esayan/Yeni Şafak TÜRKİYE'DE DAEŞ'İ DESTEKLEYENLER %8'MİŞ. YALANCININ… Bugün, 'Türkiye'de IŞİD'e sempati duyanların oranı yüzde 8'miş diye yaygara koparanlara bir bakın Allah aşkına. Şimdiye dek, 'toplum dindarlaşıyor' diyerek siyaset üzerinde vesayet oluşturmaya çalışanlar, 'yüzde 8 IŞİD'i destekliyormuş' diyerek AK Parti'ye vurmaya çalışıyor. Güya AK Parti'nin politikalarına referans vererek 'olacağı buydu' yorumları yapıyorlar. Meğer, 'Türkiye, dünya ülkeleri arasında IŞİD'e sempatiyle bakanların oranının en yüksek olduğu 5. ülke' imiş. Bu araştırmanın sadece 10 ülkede yapılmış olması ise, onlar için basit bir detay sadece. Halkın her şeyi bilmesi gerekmiyor ki! Nasıl derlendiği belli olmayan 'veri'ler, AK Parti'yi köşeye sıkıştırmak için araçsallaştırılıyor. Tıpkı geçmişte 'halk dindarlaşıyor' söylemiyle yapılmak istendiği gibi. Oysa, farkına varılmayan nokta şurası. IŞİD'i gerçekten bir tehdit olarak görüyorsanız, AK Parti'nin sorunun parçası değil, çözümün kaynağı olduğunu görmeniz gerekir. Bugün, bütün dünyayı tehdit eden radikalleşme ve fanatikleşme süreçlerini engelleyebilmenin yolu, dindarlar da dahil olmak üzere bütün toplum kesimlerinin siyasete katılım kanallarını açmaktır. Fahrettin Altun/Sabah BİZ LAİKLER DAEŞ'E KARŞI UYARAMAYIZ, BUNU DİYANET YAPMALI Bu sayede açılıp genişleyebilecek bir zeminde, Müslüman ülkeler hem ellerindeki devlet ve hükümet olanaklarıyla yukarıdan aşağı, hem aşağıdan yukarı, sivil toplumun en küçük hücrelerine nüfuz eden bir aydınlatma mücadelesi yürütebilmeli; çocuklara, okullara, ailelere, camilere, gençlik kulüp ve derneklerine ulaşabilmeli; bu ve benzeri mekân ve mahfillerin hepsini kucaklayabilmelidir. Türkiye'nin rolü ve konumu özellikle kritiktir. Geçmişte Diyanet İşleri kaldırılsın mı kaldırılmasın mı tartışmaları yapıldı (her ne kadar kalksın fikri çok zayıf kaldıysa da). Ama işte şimdi yeni ve çok ciddî bir ihtiyaç, bir işlev doğuyor. Hükümet, Diyanet ve İlâhiyat Fakülteleri, hâlâ uğraşmayı sürdürdükleri kadarıyla bıraksınlar Alevilik ve Alevilerle uğraşmayı; terketsinler, haksız ve eşitsiz bir ayırımcılığı; bunun yerine cephelerini Selefîliğe, cihadizme ve IŞİD'e dönsünler. Millî Eğitim Bakanlığı ve Talim-Terbiye Kurulu, din derslerinin zorunlu olup olmaması tartışması bir yana, mevcut Din Bilgisi müfredatı ve kitaplarını bu açıdan tarihselleştirip görelileştirerek adam etsin. Son günlerde camilerde bu doğrultuda vaazlar verilmiş, hutbeler okunmuş öğrendiğime göre. Üstünkörü bir yasak savma mı, değil mi; yargılayacak durumda değilim. Belki iyi bir başlangıç diyelim, ama arkası gelmeli. Umarım ki bu, soluklu, uzun süreli bir seferberlik olarak anlaşılacak ve zamanla kendi dili ve üslûbunu bulacak; canlı, yaratıcı, ikna edici propaganda tarzını oluşturacak. Nedir, nasıl olur, ben bilemem. Biz laikler öğretemeyiz bunu. Öğretmeye kalkmamız da aradığımız demokratik laikliğe değil, geride bırakmakta olduğumuz otoriter laikliğe özgü muazzam bir hatâ, tam bir hubris olur. Müslümanlar kendi yollarını kendileri bulacak. Yalnız kendilerinin değil, belki bütün insanlığın kaderi biraz buna bağlı. Halil Berktay/Serbestiyet