Cumhurbaşkanımızın dönüş yolunda verdiği bilgiye göre, Türkmenistan'ın doğalgaz meselesi ile ilgili asıl sıkıntısı Rusya'yla. Önceleri bu ülkeden 40 milyar metreküp kadar gaz alan Rusya, bunu günümüzde 4 milyar metreküpe kadar düşürmüş. Bu durumda Türkmenistan'ın da ekonomisini sağlıklı bir şekilde yürütebilmesi açısından yeni pazarlara ihtiyacı var. Şu an en önemli pazar ise Çin. Ülke şimdilerde Hindistan'a kadar uzanacak bir doğalgaz hattının temelini atma aşamasında ve bu konu ile ilgili sıkıntıları aşmaya uğraşıyor. Hazar hariç denize kıyısı olmayan bir ülke olan Türkmenistan'ın doğalgazını Hazar üzerinden (ya da altından) pazarlama imkanı da Rusya ve İran engeline takılıyor. Normal şartlar altında Hazar'a kıyısı olduğu ve Hazar'dan Azerbaycan'a geçiş yapabileceği için bu türden sınırlamalara tabi olmaması gerektiği düşünülse de, fiili durum böyle değil. Yani ne kadar 'tarafsız' olursa olsun, Türkmenistan da dünyanın mutad dönüşünden nasibini almak zorunda kalan ülkelerden birisi. Enerjiye sahip olan ya da enerjinin akacağı güzergahta bulunan diğer ülkelerin başına gelenlerin benzeri Türkmenistan'ın da başına geliyor yani. Petrol ya da doğalgaz gibi zenginliklerin nimet mi yoksa külfet mi olduğutartışması, dünya normal şekilde dönmeye başlamadıkça sürecek gibi... Ekrem Kızıltaş/Takvim İzmir'de şu an bu dediğimi destekleyecek şekilde operasyonlar oluyor ve daha da olacak. Öte yandan paniğe kapılan Fethullahçı terör örgütünün bazı finansörleri de komedi diye nitelenebilecek işlere imza atıyorlar. Dün FETÖ'nün en azılı üyelerinden olan ve şu an hakkında hem FETÖ'den hem de yağ kaçakçılığından soruşturma olan bir paralel finansör MÜSİAD'ın itibarlı ismini kullanarak imaj operasyonu yapmaya kalkıştı. MÜSİAD'ın yalanını yüzüne vurmasıyla ise esaslı bir tokat daha yedi. MÜSİAD dün bu paralel finansör hakkında ismini vererek bir açıklama yayınladı ve bu Fethullahçı terör örgütü üyesi kişiliğin yalan haberler yaptırdığını ortaya koydu. Zaten bu terör örgütü üyesi daha evvel de böyle yalan ve alçakça haberler yaptırmıştı... Dün MÜSİAD İzmir Başkanı olan değerli dostum Ümit Ülkü ile görüştüm. Ümit Bey de yaşadığı yalan rüzgârını bana anlattı. İzmir'de Fethullahçı örgüte mensup olduğunu herkesin bildiği bu işadamı 1 Kasım'dan önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın azılı düşmanı ve Fethullah Gülen'in sadık kuluydu. 17 Aralık sürecinde MÜSİAD'dan da ahlaksızca bir açıklamayla istifa etmişti. Şimdi ise paçaları tutuşunca daha önce hakaret ettiği MÜSİAD gibi itibarlı bir kuruma dönüp küçük aklıyla kendini kurtarmaya kalkıyordu. MÜSİAD İzmir şubesi bu Fethullahçı finansörü kabul etmemesine rağmen bu kişi MÜSİAD'a döndüğü şeklinde yerel ve ulusal basına yalan haberler yaptırmıştı. Ümit Bey ise FETÖ'nün bu organize sahtekârlığı karşısında şok olmuştu... Rasim Ozan Kütahyalı/Sabah Sur'da önceki gün 17 saatliğine kaldırılan sokağa çıkma yasağı üzerine siviller panik halinde evlerini boşalttı. Ancak Sur içi bölgesi tümden sivillerden arındırılmış değil. Bunun sebebi de PKK'nın sivilleri canlı kalkan olarak kullanmak istemesi. Diyarbakır'dan edindiğim bilgiye göre PKK'nın 100'e yakın dağ kadrosu suikast silahları, roketatar ve ağır silahlarla buraya yerleşmiş durumda. YDG-H çetelerinin sayısı ise 100'ü geçiyor. Bir süre önce çarşı esnafı toplanarak bir heyeti Sur içindeki PKK'lılarla görüşmeye göndermiş. Görüşmede hendek ve çatışmaların bölge insanının hayatını durdurma noktasına getirdiği belirtilerek, bölgeyi terk etmeleri istenmiş. Aldıkları yanıt ise 'Kandil'in kesin emri var, çekilmeyeceğiz' türünden olmuş. Devletin ise bu kez Sur'da daha büyük bir müdahaleye hazırlandığı bilgileri geliyor. Valilik, sivillerin bölgeyi boşaltması için sokağa çıkma yasağını sadece bir günlüğüne kaldırdı. Daha önce böyle durumlarda YDG-H'lilerin silahlarını bırakarak çıkması sağlanıyormuş. Ancak bu kez valilik, mahallelerin dışında kontrol noktaları kurarak teröristlerin kaçmasına fırsat vermemiş. Operasyon hazırlıklarını değerlendiren bölgedeki kaynaklar, Sur'da şu anda bulunan 200'den fazla silahlı PKK/YDG-H'linin tümden imha edileceğini belirtiyorlar. Emniyet'in ilk defa aldığı bazı tedbirlere dikkat çeken kaynaklar, Nusaybin, Cizre, Silvan ve Yüksekova'da sahneye konan, son olarak da Diyarbakır Sur'da devam eden PKK'nın 'özyönetim' çılgınlığına bu kez tümden son verecek bir harekât hazırlığının sürdüğünü kaydediyor. Kurtuluş Tayiz/Akşam Niye cami yakıyorlar? Bu soruyu halktan bir kişi (bir haftadır evine gidemediğini söyleyen Diyarbakırlı bir kadın), HDP yöneticilerine sormuş... 'Niye cami yakıyoruz? Niye Mushaf yakıyoruz? Niye birbirimizi öldürüyoruz?' HDP'li yöneticinin cevabı şu olmuş: 'Bir ara parti binasına uğra... Anlatırım.' Cevap, 'Gençlere söz geçiremiyoruz. Yakıp yıkıyorlar. Bizi bile pasif davranmakla suçluyorlar...' olsaydı, HDP'nin dilemmasını anlayabilirdik, duruma toleransla yaklaşabilirdik. Hayır, HDP devletin operasyonlarına engel olmaya çalışıyor... Gençler barikat kursun... Hendek kazsın... Sağa-sola mayınlar döşesin... Uzun menzilli silahlarla asker-polis öldürsün... Barikatların arkasında 'komün hayatı' yaşasın... İnsanları göç ettirsin... Bölgeyi yaşanamaz hale getirsin... Bunu istiyorlar ve terörün 'masuniyetini' savunuyorlar. Nitekim önceki gün, 'Sur' ilçesine doğru bir yürüyüş düzenlediler... Devletin, operasyonlara son vermesini, geri çekilmesini, mümkünse ortalıkta görünmemesini talep ediyorlar. Niye? Çünkü hendek siyasetini 'asayişsizlik' olarak görmüyorlar. Eli silahlı gençlerin varlığından herhangi bir rahatsızlık duymuyorlar. 'Bu gençler' ('bu gençler' diye yumuşatmayı tercih ediyorlar), demokratik bir ülkenin tesisi için 'mücadele yürütüyor'muş... HDP'nin toleranslı yaklaşımı, açıkça 'terör destekçiliği'dir. Ahmet Kekeç/Star Meğerse Nobel alan değerli bilim adamımız Aziz Sancar gençliğinde ülkü ocaklarına üyeymiş! Milliyetçi Sancar Amerika'da yaşıyor ve çalışıyor ama ödülünü Atatürk sayesinde aldı. Atatürk'ten önce, Amerika'ya gönderebildiğimiz vatandaş bir tek Cihan Pehlivanı Koca Yusuf olmuştu. Hadi Ahmet Emin'i de katalım da (Yalman) ayıp olmasın. Bu hesaba göre Orhan Pamuk da (gene Amerika'da yaşayan ve çalışan Pamuk), ödülünü 'liberalizm şampiyonumuz' Prens Sabahattin'e borçlu olsa gerekti. Faulkner ve Hemingway'in de ödüllerini George Washington'a borçlu oldukları gibi... Şimdi bazı MHP'liler Sancar'ı cumhurbaşkanlığına aday göstermeye hazırlanıyorlarmış.... MHP'nin başkan adaylarından Sinan Oğan bu özlemini dile getirmiş. Sancar'a 'Nobelli ülküdaşımız' demiş. Vallahi olur... Yani pek güzel aday olur... Kaybedince de 'halk cahil, Atatürk'e oy vermedi, eğitim şart' mı diyeceklerdir acaba? Ah, herkes Köy Enstitüsü'nde okusaydı bu kara günleri görmeyecektik, ayrıca Mozart dinleyen binlerce marangozumuz olacaktı ne güzel... Sonra sıra tenis oynamalarına da gelebilirdi. (Aslında tenis oynamaları ve bale yapmaları için 'kanatlı Orkid' yeterlidir. Üstelik kendilerini kupkuru ve rahat hissederler, Fadime'nin kocası Temel gibi.) Sancar olmazsa, cumhurbaşkanlığına 'Nobelsiz ülküdaşları' Meral Akşener de aday olabilirmiş... Yoksa o da Nobelsizliğini Başbuğ Türkeş'e mi borçludur? Engin Ardıç/Sabah Genel manzaraya bakıp, şunu söylemek mümkündür: Kuzey Irak ve Rojava bölgesinde uzun vadeli bir stratejiye sahip olmayan, başkalarının yarattığı gündemin peşinde sürüklenen bir Türkiye'nin, kendi milli birlik ve kardeşlik projesinde başarıya ulaşması çok mümkün olmaz. Tersi de doğrudur. Milli birlik ve kardeşlik projesini, Ortadoğu'nun bu fırtınalı zamanlarında, iç siyaset dengeleri bahanesiyle rafa kaldıran bir Türkiye'nin Kuzey Irak ve Rojava bölgesinde etkin bir siyasi aktör olma şansı yoktur. Türkiye yeni bir Kürt politikasını Barzani ve KDP'yle inşa edebilir. Türkiye'nin bu konuda Barzani'yi cesaretlendiren bir tutum içinde olduğunu söylemek de kolay değil. Barzani, objektif olarak, milli birlik ve kardeşlik projesinin doğal müttefiki ve stratejik partneri konumundadır. Ortadoğu'da oyun, büyük oranda Kürt milli meselesi üzerinden oynanıyor. Oyuncular kötü demeye hakkımız yok. Kendimize göre oyuncuları hiçbir zaman bulamayacağız. Ama oyuna katılmak istiyorsak, evet Kürt siyasi uyanışının ve bu uyanışın doğurduğu taleplerin, pasif seyircisi olarak kalmaya devam edemeyiz. Arka bahçemizdeki Kürtler'in siyasi geleceği bizi en az Kıbrıs sorunu kadar ilgilendirmelidir. Barzani de artık Türkiye Kürtlerinin 'barışını' değil sadece, geleceğini, siyasi taleplerini de hesaba katan bir politika izlemeli, sadece Ankara'da beklenen bir misafir olmadığını görmelidir. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Barzani HDP'yi ziyaret ederken, sağında Leyla Zana, solunda Figen Yüksekdağ vardı. Ortak noktaları pek kalmamış iki kadın siyasi aktör ve ortalarında da Mesut Barzani..Bu tablodan kulağa hoş gelen mesajlar çıkar, ama doğru bir siyaset, Kürtler'e yeni bir umut çıkmaz. Merak eden pek çok kişi olduğunu biliyorum. Barzani , siyasi görüşleri itibariyle KDP'ye yakın olan partileri neden hiç ziyaret etmez? Buna bir mani mi var? Orhan Miroğlu/Star İşe bakın. Emniyet mensupları, paralel devlet yapılanması ile mücadele kapsamında 10 ilde operasyon düzenliyor. Paralel devlet yapılanmasının 73 yöneticisinin gözaltına alınması hedefleniyor. Gelin görün ki, bu 73 kişiden 60'ına ulaşılamıyor. Meğerse hazretler sırra kadem basmışlar. Yurtdışına tüymüşler. Bu memlekette siyasi bilinci belirli düzeyde olan birçok kişi, en az 4 yıldır paralel devlet yapılanması diye bir şeyin varlığına kanidir. Detaylara lüzum yok. En az 4 diyorum, bakın. Hadi onu bir kenara bırakalım. Recep Tayyip Erdoğan, 17 ve 25 Aralık darbesinden sonra bu şer şebekesini bütün yönleriyle kamuoyu önünde açık etti. Toplumdan bu konuda siyasi destek istedi ve aldı. Ne yazık ki Erdoğan, AK Parti elitlerinden ve bürokrasiden o desteği o kadar kolay alamadı. Sanki paralel yapıyla mücadele meselesi, sadece Erdoğan'ın siyasi kariyerine içkin bir meseleymiş gibi görüldü. Toplum, her seferinde Erdoğan'a destek verdi. Ve AK Parti eliti bunun üzerine paralel devlet yapılanması ile mücadelede daha belirgin pozisyon almaya başladı. Bürokrasi için ne yazık ki hâlâ aynı şeyi söylemek mümkün değil. Fakat, siyasetin başarısı bürokrasiyi her hal ve şartta kendi bulunduğu noktaya getirmektir. Kimse, 'erkler ayrılığı' falan diye lafa girmesin. Bunlar, meşru erkleri gayrimeşru yollarla kendi grup çıkarları için yönlendiriyorlar. Evet, bugün makro iktidar stratejileri kurabilecek güçlerini yitirmiş durumdalar. Fakat mikro alanlarda tahribat yaratma kapasiteleri ortadan kalkmış değil. Dahası, kendilerini kurtaracak düzeyde bir örgütlülüğe hâlâ sahipler. Karşımızda 'silahlı terör örgütü kurup, yönetmek', 'hükümeti yıkmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etmek' ve 'Anayasayı ihlal' gibi suçlara muhatap bir yapı var. Örgütlü ve kirli bir yapı. Bugün itibariyle, kamu otoritesi kullanan herkesin bu süreçte uyanık olma mecburiyeti var. Bu 60 kişi, nasıl kaçtı? Bunun sorumlusu kim? Fahrettin Altun/Sabah Şimdiye kadarki siyasi çözüm çabalarının en büyük hatası, müzakere masasına muhalefetin rejimin karşısında dezavantajlı bir şekilde oturtulmasıdır. Masaya, arkasında İran ve Rusya'nın diplomatik, sahada bu aktörlerin ordularıyla birlikte Hizbullah ve yabancı terörist savaşçıların koşulsuz askeri desteği ile giden Esed rejimi, 'tok satıcı' misali şartlarını dayattı. Muhalefet de 'biz bu şartları kabul edebilseydik zaten devrim zahmetine girmezdik' dedi. Esed'in akıbetini muğlak bırakan ve muhalefeti yine bölüp parçalayıp müzakere masasına oturtmayı amaçlayan Viyana toplantısı ve ardından Riyad'da yapılan muhalefet toplantısı da 'neden başarısız oluyoruz?' sorusunun cevabını muhalefette aradığı için sonuç üretemedi. Hem de ABD ve Rusya'nın siyasi müzakere konusunda anlaşmasına rağmen. Oysa ABD siyasi müzakere ihalesini Rusya'ya vermişti. Tıpkı Esed'in kimyasal silah sorununu çözme işini Rusya'ya havale ettiği gibi. Viyana toplantısı da ABD destekli bir Rus projesiydi. Baştaki De Mistura'nın da bir Rus projesi olduğu gibi. Yine çaba muhalefeti şekillendirme üzerine yoğunlaştı. Viyana sonrası yapılan Riyad toplantısına muhalefet diye davet edilenlerin bir kısmı muhalif bile değildi....Teşhis böyleyken tedavi ne olmalı? Artık Suriye'de önceki çabalardan farklı bir metot denenmeli. Muhaliflerin masaya rejime göre avantajlı oturmasını sağlayacak askeri zemin oluşturulmalı. Rus müdahalesiyle sahadaki son kozunu oynayan Esed-İran-Rusya ekseninin dramatik askeri kayıplarla gönüllü olarak masaya oturması sağlanmalı. Askeri denge muhaliflerin lehine bozulmadan başlatılan her müzakere sonuçsuz kalmaya ve Suriye krizini biraz daha uzatmaya mahkûm. Suriye'de elbet bir gün siyasi çözüm bulunacak ama gerçekçi olmak gerekirse bu çözüm ancak iki taraftan birinin askeri olarak kaybetmesiyle mümkün olacak. Ufuk Ulutaş/Akşam İslam Devrimi iddiasına sahip İran'ın bırakınız evrensel bir mesajı yüklenmesini, İslam içinde bile ayırımcı, ayrılıkçı ve mezhepçi bir cendereye sıkışmış durumda. İran'ın Suriye'deki politikasının temel motivasyonlarından birisini de bu mezhepçi bakış açısı oluşturmaktadır. Bu çerçevede Suriye'deki iç savaşa ilk dışardan müdahale İran'dan gelmiş oldu. İran'ın bu yaklaşımı İslâm dünyasıyla arasındaki mesafeyi açtı. Daha da önemlisi ise İran'ın izlediği politikalar bölgede ilerleyen dönemde olabilecek en kötü felaket senaryosunun, yani mezhep mücadelelerinin tohumlarını attı. Bu çerçevede İran'ın Suriye'deki kırmızı çizgisinin kendi halkından 400 bin insanın kanını elinde taşıyan Beşar Esed'in şahsına indirgenmiş olması büyük bir garabet. Esed'in siyasî geleceğini İran'ın kırmızı çizgisi olarak ilan eden Ali Hamaney'in danışmanı Ali Ekber Velayeti İran'ın İslâm dünyasına karşı ahlâkî olmayan pozisyonundaki sürekliliğe işaret ediyor. Nükleer programı sebebiyle tüm dünyanın ambargosu altındayken Türkiye'nin diplomatik çabalarıyla sisteme tutunan İran'ın Türkiye'ye dönük hasmane tavrını ise tarih kaydetmektedir. İranlılar Batı ile vardıkları nükleer mutabakatın taşlarını Türkiye'nin döşediğinin farkındalar. Türkiye'nin bu misyonu İranlı karar vericilerde samimi duygular uyandıracağına enteresan bir eziklik psikolojisi geliştirmiş. İran'ı İslam'la şereflendiren Hz. Ömer'e teşekkür hissi duyulacağına tam bir nefret söyleminin konusu haline gelmiş olmasındaki tuhaflığı da hala anlayamamış olmanın saflığıyla biz Türkiye'ye karşı üretilen travmatik politika ve söylemleri anlamlandırmaya çalışıyoruz galiba. İran Suriye, Irak ve Yemen'de yürüttüğü politikalarla Müslüman dünyasından uzaklaşıyor. Bu haliyle İran yönetimi çok açık bir biçimde Humeyni'ye ve İslâm Devrimi'ne ihanet ediyor. Devrim'den sonra, çocuklarını büyük bir hızla yemeye başlamıştı zaten, şimdi Devrim'den geriye kalan ne varsa onları da yiyip bitirmiş oluyor. Yasin Aktay/Yeni Şafak HDP'nin şu anda mecliste 59 vekili var. Üçü büyükşehir olmak üzere, bölgede yönettiği 103 belediye var. Kürt meselesinin önemli kısmı çözüme ulaştı, idarî yapı tartışması da yeni anayasa sürecinin bir parçası. Ancak silah konuştukça bu hususta bir ilerleme sağlamayı bırakın, sağlıklı bir tartışma yürütülmesi dahi mümkün değil. 'Türkiyelileşme' ile övünen bir partinin 'İşgalci T.C.'ye karşı hendek kazıyoruz' diyenleri savunması da mümkün değil. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Barzani'yi Türkiye ve Kürdistan bayrağını yan yana koyarak ağırlayan bir ülkenin 90'ların Kürtfobik devleti olduğuna kitleleri inandırmanız da mümkün değil. Ayrıca YDG-H'nin neden Diyarbekir'in Sur gibi tarihî ve genelde yoksullarının yaşadığı semtleri savaş alanına çevirip, Diclekent gibi HDP'li vekillerin de oturduğu, lüks sitelerle dolu semtlerinde tek hendek kazmadığını, Demirtaş ailesinin sahibi olduğu Liv Otel'e tek bir gün kepenk kapattıramadıklarını da sorgulamamak mümkün değil. Kimsenin evine, işyerine, mahremine dokunulmasın. Ancak halkı bedel öderken, kendisi rahat evinde oturup, bunun ajitasyonu üzerinden koltuk sevdası yürüten siyasetçiler de kimseye ahlâk öğretmeye kalkmasın! Hilal Kaplan/Sabah