Şimdi size bir önerim var... Gelin, birkaç ay önceye, 7 Haziran seçimlerinin hemen öncesi ve sonrasına gidelim. Seçim öncesi 'koalisyon lobisi'nin sesinin birden yükselişini... Seçimden hemen sonra sevincini gizleyemeyen 'uzlaşmacı'ların iktidar partisi ve muhafazakâr medya içinde de mahcup yandaşlar buluşunu... Bu lobinin dış desteğinin nasıl dalga dalga büyüdüğünü hatırlayalım. Ve bir an için, sanki onlar kazanmış ve 1 Kasım seçimleri hiç yapılmamış gibi düşünelim. Türkiye, paralel megafonuna dönüşmüş, HDP müttefiki olmaya mecbur bırakılmış bir CHP'li koalisyonla yönetiliyor olsun. İşte öyle bir koalisyonla... Tam bu günlerde, yani İran ve Suudi Arabistan'ın birbirine girdiği; içerdeki hendekçilerin kuzey Suriye'deki PYD ile birleşme hayalleri kurduğu bir dönemde acaba halimiz nice olurdu? Bu açıdan bakınca daha iyi anlayacaksınız ki... Tuhaf bir inat ve ısrarla koalisyon pazarlayanların esas hesabı Ortadoğu'da sular iyice ısınıp bulanıklaştığında Türkiye'de güçsüz bir yönetim oluşturmaktı. Böylece Türkiye'ye müdahale etmek ve topraklarının orasını burasını çekiştirmek fiilen kolaylaşacaktı. Diyorum ki... Malum, koalisyon lobisini bir kenara kaydedip unutmamalı! Tabii şu sıralarda pek milli oldular. İktidarın arkasında siper alıp savaş çıkartmaya çalışanları bile var ama... Yarın ne yapacakları belli mi olur! Haşmet Babaoğlu/Sabah Sözcü'deki 'Açıklama'da; 'Bahsi geçen bulmacayla hiçbir alakası olmadığı halde Burak Akbay'a hayasızca saldırılıyor!' diye feveran ediyorlar… Burak Akbay, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a 'hayasızca saldıran gazetenin' imtiyaz sahibidir: Sözcü'nün 'ölüm' temennisinde bulunan 2016 Falı'nda 'piyangodan çıkmış' birisi değildir! Mister Akbay mı; ABD ve İsrail'in yandaşı Paralel Yapı ile bağlantıları gayet iyi biliniyor. Sözcü'nün, Paralel'in 'Truva Atı' işlevini gördüğü aşikardır. Paralel Yapı'nın Locaefendi'si, Mavi Marmara Katliamı'ndan sonra Neo-Con çizgideki Wall Street Journal'a verdiği mülakatta, 'İsrail'in otoritesine baş kaldırılmamalıydı' diyerek 'uluslar arası sularda' katliam yapan Terör Devleti İsrail'in safında yer almış ve Ankara'yı kabahatli bulmuştu! İsrail'in Mavi Marmara Katliamı'ndan sonra Türkiye'den gönderilen 'büyükelçisi' Gaby Levy, ülkemizden ayrılmadan hemen önce 'gizlice' Sözcü gazetesini ziyaret etmiştir… Levy, 10 Kasım 2010 tarihinde gazetenin sahibi Burak Akbay ve bir dönemin şöhretli gazetecisi olan babası Ertuğrul Akbay ile görüşmüştü. Görüşmede gazetenin genel yayın yönetmeni Mister Yılmaz da yer almıştı. Paralel Yapı mensubu işadamı Süleyman Müftügil, 17 Aralık 2013 tarihinden bir ay kadar önce telefonda Sözcü 'gazete'sinin muhabirine 'kesin' bir dille 'Erdoğan indirilecek!' diyordu. Mister Müftügil, İsrail'den 'Güneydeki sevdiğim ülke' diye bahsediyordu! Paralel'in Erdoğan hakkındaki 'Gidici!' yollu kehanetleri mi; bilinenlerden biraz daha öncesine dayanıyor: 'Darbe ile gidecek' demetinde olanlar malum da; Erdoğan'a 'ömür biçilen' kehanetler de az değildir ve sağlığıyla alakalı işbu sistematik söylentiler 2012 yılının ilk aylarına kadar uzanıyor! O dönemde Erdoğan'ın hastalığı ile alakalı yazılıp çizilenleri hatırlayalım; üstüne, Paralel 'in stratejik ortağı Taraf gazetesinin CIA'in gölge kuruluşu Stratfor'a atıfla attığı 'Tayyip Erdoğan'ın 2 yıllık ömrü kaldı' manşetini de yanına ekleyelim! Tamer Korkmaz/Yeni Şafak Cumhurbaşkanı Erdoğan, hem ulusal hem uluslararası medya tarafından her bir sözcüğü titizlikle incelenen ve aleyhine 'delil' olarak kullanılan bir lider. Çünkü rahatsız ettiği, tekerine çomak soktuğu iktidar odakları muhtelif. Buna mukabil, yüz yılda bir ayağımıza gelecek olan bir sistem değişiminin yükü de fazlasıyla kendilerinin omuzlarında. Septik muhalefet odaklarından değil ama muhalefet partileri içindeki âkil kişilerden, ayrıca tabii ki Ak Parti teşkilat ve kadrolarından bu yükü paylaşmalarını beklemek hakkımız. Sistem dönüşümü ile ilgili Ak Parti nerde duruyor, bunun medya stratejisi de belli bir çerçevesi var mıdır, teşkilatlara bununla alakalı bilgi akışı sağlanmış mıdır, vb soruların cevabı şu an için 'Hayır'. Hâlbuki bu, 2011'den 2013'e kadar ülkeyi sadece oyalamaya yaramış 'Anayasa Komisyonu'nu yeniden canlandırmaktan daha elzem bir vazife. Sistem dönüşümünü, kısa ve öz biçimde, anahtar kelimeleri ve teorik çerçevesi çizilmiş halde halka anlatmak, septik muhalefete değil hangi kesimden olursa olsun sine-i millete izah etmek ve götürmek gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, en az 1.5 yıldır bunu yapıyor. Bu yükü paylaşmanın zamanı artık gelmedi mi? Hilal Kaplan/Sabah Kanaatimce varlığı 'insan' yapan iki 'temel unsur' var: Samimiyet ve gayret… Rahmetli Hasan Karakaya'nın samimiyetine ve gayretine şahidim. Benim açımdan, gerisi teferruattır. Mütevazı hayatlar sessizce sönüyor… 'Öldü' diyorlar ve bitiyor. Tanıdığım kadarıyla tevazu, Hasan Karakaya'nın hayat tarzıydı. Tevazuun önderi Peygamber-i Âlişan Efendimizin yanıbaşında ölmek, bunun mükâfatı olmalı… Düşündüm de, hayat kadar gerçek olmasına rağmen, her ölüm bizi şaşırtıyor!.. 'Bu kadar erken mi?..' diyorsunuz, 'bu kadar ani mi?' Oysa her ölüm 'erken' ve 'anidir'… Her ölüm 'zamansız'dır... Ne zaman 'ölüm zamanı' olduğunu kimse bilmez.Hangi mevsim, hangi ay, hangi gün, meçhul…Bir bakıma her mevsim 'ölüm mevsimi', her ay'ölüm ayı', her gün 'ölüm günü', hatta her an 'ölüm anı'dır! Ve her ölüm, arkasında 'keşkeler' bırakıyor… 'Keşke gitseydim'… 'Keşke görseydim'…'Keşke konuşsaydım'. Bir türlü gidemiyorsunuz, göremiyorsunuz, konuşamıyorsunuz. Durmadan niyetinizi erteliyorsunuz… 'Sonra giderim', 'sonra görürüm', 'sonra söylerim', 'sonra ararım' diye diye yitirdiğiniz zamana konuveriyor ölüm meleği… Birden fark ediyorsunuz ki, birikmiş 'yarın'larınızda zaman tükenmiş, sevdiğiniz insan hayattan çekip gitmiştir… Şaşkın, çaresiz kala kalıyorsunuz: Söylenememiş sevgileriniz, sarılamamış kollarınız ve sonu gelmeyen 'yarın'larınızla… Artık ne övgü işe yarıyor ne sevgi… 'Allah'tan rahmet' dilemekten başka bir şey gelmiyor elinizden. İnsan olarak gafletinizle birlikte çaresizliğinizi bir kere daha derinden hissediyorsunuz ve o çaresizlik içinde ölüye 'rahmet-mağfiret, yakınlarına sabır' diliyorsunuz. Allah'ın rahmeti ve mağfireti, Efendimiz'in şefaati seninle olsun Hasan Karakaya kardeşim. Burada çok görüşemedik, artık orada görüşürüz! Yavuz Bahadıroğlu/Yeni Akit Körfez ülkelerindeki Şiiler de İran'ın 'yayılmacı' siyasetinden destek buluyor. Zira 11 Eylül sonrası ABD'nin Afganistan ve Irak işgalleri ile önü açılan İran, Arap isyanlarının bölgeye getirdiği kaostan en çok istifade eden ülke oldu. En son adım olarak da nükleer antlaşmayla ABD ile arasını düzeltti. Ekonomik ambargolardan kurtulacak İran'ın bölgesel çatışmalara daha fazla kaynak aktarması mümkün. Şii 'uyanışı'nı destekleyen İran'ın 'yükselişi' bir yandan tüm Şiileri hareketlendiriyor ve özgüven sahibi kılıyor. Diğer yandan ise Sünni dünyada Şiilere karşı derin bir husumeti besliyor. Bu durum İran ve S. Arabistan'ın bölgesel güç projeksiyonlarını doğrudan etkiliyor. Ve ikisi arasındaki bölgesel iktidar mücadelesi giderek Sünni- Şii mezhep çatışmasına dönüşüyor. İran yakaladığı bölgesel gücü tahkim etme derdinde iken S. Arabistan Şii direnişin ülkesini bölmesinden tedirgin. Türkiye de İran'ın Şii yayılmacılığından rahatsız. Suriye'de ve Irak'ta doğrudan birbirlerine karşıt tarafları destekliyorlar. Bu yönüyle İran'ın bölgesel hırsları Türkiye ve S. Arabistan'ı birbirine yakınlaştırıyor. Ancak yine de Türkiye, İran-Suud mücadelesinin Sünni-Şii mezhep savaşına dönmesini engelleyebilecek tek ülke. Öncelikle bölgedeki mücadelenin özünde teo-politik olduğu vurgulanmalı. Yani yaşanan çatışmanın mezhep farklılığından değil, devletlerin rekabetinden kaynaklandığı daha yüksek sesle ifade edilmeli. AK Partililerin açıklamaları ve Diyanet İşleri Başkanı Görmez'in İran ve S. Arabistan'a ziyaretleri bu yönde atılmış adımlar. Muhalefetin itirazına aldırmadan bölgemizdeki teo-politik savrulmayı karşılayacak yeni bir dinsel dilin de geliştirilmesi lazım. Aksi takdirde, Suud'un korkuları ve İran'ın hırsları medeniyetimizin köklerini zehirlemeye devam edecek. Burhanettin Duran/Sabah Kendisi, F 16 ihalesini almak için MİKES diye bir şirket kuran barışsever işadamı Osman Kavala'nın ortağı, dostu, dava arkadaşıdır. Birlikte çok yararlı işler yaptılar; bir yayınevi kurdular, 'Birikim' diye bir dergi çıkardılar. Derginin başına da, Ömer Laçiner diye bir adamı oturttular. Ki, Murat Belge'nin tasarrufu ve tavassutuyla o göreve getirilmiştir. Erdoğan'ın, sadece 'speküle edilebilir' (daha doğrusu çarpıtılabilir, 'çarpıtmaya açık') sözlerinin üzerine 'balıklama' atlayarak, 'Bak, gördünüz mü? Zihniyetini nasıl da dışa vuruyor' kıvamında yazılar yazan, dolayısıyla bizi olası 'faşizm tehlikesine' karşı uyaran Murat Belge, dergisini emanet ettiği şahsın (yani Ömer Laçiner'in) sabuklamalarını nasıl yorumluyor? Cevabını merak ettiğim soru bu... Demişti ki Ömer Laçiner, 'Erdoğan, demokrasi dışı yollarla mutlaka indirilmelidir.' Bunu bir cemaat kanalında söylemişti. Sonra bu görüşünü güya düzelten ama darbeden başka da bir yol kalmadığını ima eden yazılar yazmıştı. Belge'ye göre 'şartlar oluştuğunda' bir darbeden (yani 27 Mayıs tipi bir müdahaleden) söz edilebilirdi. Mesela, Erdoğan otoriterleşmesini sürdürdüğünde... Laçiner, hiçbir şarta bağlamadan 'darbe'nin elzem ve muaccel olduğunu söylüyordu. Erdoğan'ın sözlerini 'bilinçaltının dışa vurumu' olarak gören ve haklılığının verdiği sevinçle, '1933 Almanyası'nda gözlerimi açmış gibi hissediyorum' diyen Murat Belge, dergisini emanet ettiği şahsın tevil kabul etmez 'direktifini' nasıl karşılıyor?Erdoğan, gerçekten de 'demokrasi dışı yollarla' mutlaka indirilmeli midir? Daha önemli soru şu: Bir 'karşılaştırmalı edebiyat' uzmanı olan (dolayısıyla metinlerle harbi ve hasbî ilişki kurabilecek) Murat Belge, 'gaf' olarak bile görmek istemediği mahut Erdoğan açıklamasının, üniter yapıyı muhafaza ederek de pekâlâ idari yapının değiştirilebileceğine ilişkin bir 'örneğe' işaret ettiğini niçin görmek istemiyor? Muhalifiz, tamam da... Nedir bu sefalet Allah aşkına? Ahmet Kekeç/Star …Hasan Karakaya'nın yüreği Mehmetçikle çarparken, PKK'yı 'çiçek çocukları' şeklinde göstermeye çalışan siz değil miydiniz? Şimdi hangi yüzle konuşuyorsunuz? Genelkurmay Basın ve Halkla İlişkiler Daire Başkanı Tuğgeneral Sayın Ertuğrul Gazi Özkürkçü'nün söz konusu taziye mesajında, Hasan Karakaya hakkındaki, 'Haksızlığa karşı en zor zamanda konuşmasını bilmiş ve dik duruşundan asla taviz vermemiştir…' ifadesine neden bu kadar şaştınız? Dibine kadar doğru değil mi bu? Merhum Hasan Karakaya, TSK'ya 'kumpas' kuranların 17 Aralık'ta Türkiye'yi ele geçirme teşebbüsü karşısında hiç yamulmadan dimdik dururken, siz 'kumpasçıları' biteviye arkalamıyor muydunuz? Genelkurmay nasıl ki bir süre önce Yaşar Kemal, Çetin Altan veLevent Kırca'nın vefatı dolayısıyla taziye iletti Hasan Karakaya için de iletti. Sayın Erdoğan ve AK Parti etkisiyle ne alakası var bunun? Öyle olsaydı, Erdoğan ve AK Parti'ye en sert muhalefet yapan Levent Kırca için taziye sunmazlardı. Hasan Karakaya'yı seversiniz veya sevmezsiniz ayrı bir konu ama şuncağızı kabul etmek zorundasınız: Bu ülkede 40 yıl sadece gazetecilik yapan, hiçbir dönemde şahsi nüfuz için gazeteciliğini kullanmaya tevessül etmeyen, sırf gazetecik yaptığı için maddi - manevi çok ağır bedeller ödeyen bir gazeteciydi. Genelkurmayın böyle bir gazetecinin vefatı nedeniyle taziye sunmasından daha doğal ne olabilir? Salih Tuna/Yeni Şafak Başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere Batı'nın ne istediği pek belli değil. Daha doğrusu olup bitenlere ve konuşulanlara bakarak derli toplu bir fikir oluşturma şansımız yok.Suriye'de karışıklığın başladığı 2011 Mart Ayı'ndan beri, hep zig-zaglı bir tavır izlediler çünkü. Rusya, İran ve dolayısıyla Esad'ın ağırlık kazanmasını istemedikleri kesin. Ancak, bu konuda avantaj sağlayabilecek güvenli bölge ve benzeri formüllere hep mesafeli durmaları, akıllara soru işaretleri getiriyor. Soru işaretlerinin düğümlendiği nokta ise İsrail. Rusya ve İran Esad ile birlikte hareket ettikleri için Türkiye'nin parmağını kımıldatmasına bile karşı çıkıyorlar. ABD ve diğer batı ülkeleri de, Suriye'de Türkiye'nin arzu ettiği yönde gelişmeler sağlanırsa bunun elimizi güçlendireceğinden korkuyorlar belli ki. Gelişmeleri büyük bir kaygı ile izlediği tahmin edilebilecek olan İsrail ise renk vermeme halini sürdürüyor. Bunlar, bölgenin geleceği ile ilgili olarak bizim dışımızda gelişen olgular. Devletler için menfaatler ön planda olduğu için de buraya kadar her şey normal. Anormal olan, içimizden birilerinin, kah Rusya-İran-Esad ve kah ABD, AB ülkeleri çizgisinde tavır almaları. Yani Türkiye çizgisine bir türlü yaklaşmamaları... Oysa Türkiye'nin öncelikli meselesi, güney komşumuz Suriye'nin tek bir parça olarak kalması. Ve ülkenin emperyalistlerin maşası bir diktatör yerine; Suriye halkının seçeceği birileri tarafından yönetilmesi... Türkiye'nin tezlerine karşı çıkıp; Rusya, İran veya batılı ülkelerin tezlerine sıcak bakan içimizdeki beyinsizlerin insan hakları, demokrasi ve vatanseverlik gibi konularda mangalda kül bırakmamaları ise işin en dikkat çekici tarafı... Ekrem Kızıltaş/Takvim Genelkurmay Başkanlığı, hayatını kaybeden Hasan abimiz için taziyede bulununca kızılca kıyamet koptu bazıları için. Nasıl bir rahatsızlık, nasıl bir huzursuzluk! 'Nasıl olur da asker, Yeni Akit gazetesine taziyelerini iletir?', 'Cumhuriyet elden gidiyor' naraları. Sakin olun arkadaşlar! Hâlâ farkında değil misiniz? Türkiye artık eski Türkiye değil. Siz çok gerilerde kalsanız da bu ülkenin askeri de çok değişti. Siz hiç anlamak istemediniz ama Türk ordusu aynı zamanda Peygamber Ocağı'dır. Bu işin bir yönü. Bir diğer yönü de, Hasan Karakaya'nın kavga ettiği, sesini yükselttiği bugünkü asker değil, 28 Şubat zihniyetini temsil eden dünkü askerdi. Hiç unutmam, 30 Ağustos Zafer Bayramı resepsiyonu. Biz gazeteciler de Cumhurbaşkanlığı'nın Beştepe Külliyesi'ne davetliydik. Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar yeni göreve başlamıştı ve hepimiz yeni komutana 'hayırlı olsun' demek istiyorduk. Aramızda en istekli olan Hasan abiydi. Bugün TSK'nın 'taziyesi' karşısında çıldıranlar, sıkı durun! Hulusi Akar, o kadar gazeteci arasında en samimi sohbeti Hasan Karakaya'yla yaptı. Dediğim gibi Hasan abi, bugün çok zor şartlar altında, büyük fedakarlıkla terörle mücadele eden TSK'nın en büyük destekçisiydi. Murat Kelkitlioğlu/Akşam Sözcü gazetesi yeni yılın ilk günü '2016 Falınız' manşeti ile çıktı. Harflerden oluşan 'tabloda gördüğünüz ilk üç isim bu yıl da hayatınızda olacak' deniyor. Yatay ve dikey olarak sıralanan harflerden okunan üç isim, Recep, Tayyip, Erdoğan... Kendi meşrebince fal bakıyor ve gazetecilik gibi görünüyor. Fakat isimlerin önüne, arkasına konan harflere dikkat edilince, buraya yazamayacağım beddua, küfür, hakaret, aşağılama, dalga geçme ifadeleri ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Bir tane de değil. Öylesine hinlik ile 'gazetecilik fırlamalığı' ile serpiştirilmiş ifadeler ki, 'Cumhurbaşkanına hakaret' demek bile hafif kalır. En hafifi; ÖLRECEP... Bu, gazetecilik olamaz. Alçaklık tepkisi bile az gelir. Tamam, Sözcü gazetesi AK Parti iktidarının en sert muhalifi. Ama Sözcü'nün yaptığı eleştiri değil. Düpedüz düşmanlık. Düşmanlıkta bile bir üslup vardır. Sözcü, hakareti kin ve nefretle, aşağılık küfürlerle yapıyor. Hep söylüyoruz. Medyanın bir görevi de eleştirmek. Ama düşmanlığın, şirretin, çirkefliğin âlemi ne? Hem de Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanına karşı... Sözcü bu defa haddini çok aştı. 'Özgür medya' teranesi de artık Sözcü'ye mazeret olamaz. …Benim asıl merak ettiğim, Doğan medyası ile Gülen medyasının bu Cumhurbaşkanlığı düşmanlığına ve hakarete, gazetecilik mesleği ile hiç alakası olmayan bu şirretliğe ne tepki verecekleri? Henüz bir tepkilerini görmedik, duymadık. Gülen medyasında iyileşme emareleri hiç yokken, Doğan medyası için hala umut besleyenler acaba yanılacak mı? Böylesine bir hakarete ve yanlışa, yine mesleki ilkeler adına tavır koymayanların inandırıcılığı asla olamaz. Kendileri bilir. Ancak demokratikleşme yolunda bu ülkede taşlar yerine otururken, medyanın bundan etkilenmeyeceğini kimse sanmasın... Hüseyin Gülerce/Star