Yeni anayasa ve başkanlık sistemi tartışması yeni bir düzleme geçiyor. Bu tartışmanın 2019 seçimlerine kadar siyasi hayatımızın hâkim unsuru haline geleceği kanaatindeyim. Elbette bugün kimilerine göre başkanlık sistemi konusu terörle mücadele ve Suriye iç savaşına kıyasla acil bir gündem maddesi olmayabilir. Hatta muhalifler, Cumhurbaşkanı Erdoğan ya da AK Parti'nin daha fazla muktedir olma arayışının 'suni' siyasi gündemi olarak görebilirler. Ancak siyasetin gündemi sadece acil ve güncel sorunlarla iştigalle yürümez. Hatta aksine; eğer orta ve uzun vadeyi kuşatan bir değişim vaadi varsa güncel sorunlar bu hâkim tema etrafında toplanır. İster taraftar olunsun ister karşı çıkılsın... Başkanlık sistemi tartışmasının gündeme hâkim bir tema olacağını söylememin tek sebebi etkin bir siyasetçi olarak Erdoğan'ın bu konudaki kararlılığı değil. Muhtarlardan kaymakamlara ve geniş sivil toplum kesimlerine başkanlık sistemini anlatması etkili oluyor. Daha şimdiden başkanlık sistemine desteği yüzde 20'lerden yüzde 50'lere taşıdı. Muhalifleri tarafından bir çırpıda 'diktatörlükle' eşleştirilen başkanlık sisteminin Türkiye'ye uygun demokratik bir model olduğunu ısrarla anlatıyor. Ancak yine de başkanlık sistemine artan desteğin asıl sebebi başka bir yerde. Değişim isteği ile performans beklentisini sentezleyecek bir öneri olmasında. Yani siyasetin asıl dinamiğine dokunuyor. Mevcut sistemdeki krizleri çözme ve yeni bir gelecek tahayyülü sunma anlamında Türkiye'nin önündeki tek öneri 'Türkiye modeli başkanlık' arayışı... Dahası, 2013'ten itibaren Türkiye'nin içine girdiği türbülansı çözme teklifi olarak da elimizde başka bir model arayışı yok. Burhanettin Duran/Sabah Kılıçdaroğlu konuşurken akla havsalaya sığmayan bir ifade kullandığında (ki çok sık karşılaşılan bir durum) 'gaftır' ya da 'gaf değildir' şeklinde 'alt-yazı'yla anında bildirin… Olmadı, daha sonra bir açıklama yapın da anlayalım ne demek istediğini… Örneğin Kurultay'da; 'Allah'tan korkmayan biz..,' demişti… 'Gaf mıdır, değil midir' anlamaya çalıştık... Lakin birkaç gün önce CHP İstanbul vekili Selina Doğan Meclis toplantısında; ''Biz Allah'tan değil, hukuktan ve bu ülkenin elden gitmesinden korkuyoruz' dedi…Yahu bu da mı gaf?!... Yoksa 'Allah'tan korkmayan biz…' diyen Kemal abiyi mi teyit etti Selina?!... Kemal abi daha önce Twitter hesabından; 'Hadi Mustafa Kemal'den korkmuyorsun, utanmıyorsun diyelim, bari Allah'tan kork...' demişti… (Atatürk'ten korkup utanmak ne demekse?!...) Bir resmi açıklama arkadaşlar… CHP Allah'tan korkuyor mu, korkmuyor mu?!... Kurultay'da 'CHP'nin dindarlığı sorgulanamaz' deyip durdu Kemal abi… (CHP'nin dindarlığı?!... Bu da mı gaf acaba?..) Öyle ya, 'ikna odalarını' keşfedip başörtülü kızlara zulmeden CHP'li vekildi… Şarap eylemine destek veren, 'Çarşaf Yırtma' ritüelini gerçekleştiren da CHP'lilerdi… Ramazan'da iftar vakti elinde rakıyla poz verip Twitter hesabından 'şerefe' mesajı gönderen de bir CHP'li vekildi… Benzer örnekleri alt alta yazsak kırk köşe dolar!... Lakin yazsak ne yazar?... Kemal abi biz çok dindarız demeye devam ediyor…(Kurultayda; 'Bu düzeni biz, mübarek ellerimizle değiştireceğiz' demişti mübarek!...) Kemal abinin son grup toplantısındaki açıklamasını hatırlayalım; 'Biraz geç başladık grup toplantımıza nedeni bizi kimse dinlemesin diye bu kez kaymakamlarla toplantı yapmış ve bizim grup toplantımıza denk getirmiş…' Yani Erdoğan daha dikkatli olmalı!… Muhtar, kaymakam..vs, toplantısı yaparken Kemal abinin konuşmasına denk gelmemesi için azami gayret sarf etmeli öyle mi?... Bence haklı!... Zira Erdoğan konuşurken bütün ülke onu izliyor… Erdoğan konuşurken kimse Kemal abiyi dinlemez… Hoş Erdoğan'ın konuşmadığı bir vakitte de Kemal abiyi kim dinliyor onu da bilmiyorum… Olsun, sen konuş Kemal abi, biz banttan da olsa dinleriz!... Hikmet Genç/Yeni Şafak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Leyla Zana ile görüşeceğini açıklaması herkesi umutlandırdı. Umutlandırdı çünkü bir avuç şiddetsever dışında kimse şiddetle Kürtlerin hiçbir hak elde edemeyeceğini biliyor. Bunun 'Bağımsız Kürdistan' için olmadığını PKK dahil tüm aktörler söylüyor. Kendi önerdikleri 'Demokratik Özerklik' için de silahlı mücadeleye, şehirleri yakıp yıkmaya, bombalamalara gerek olmadığını Leyla Zana dahil çok sayıda siyasi aktör dile getirdi. Dahası üç yıl önce 21 Mart 2013 Newroz'unda Öcalan 'Silahlı mücadele dönemi bitmiş siyaset dönemi başlamıştır' demedi mi? Peki, bu gerçekler ortada dururken, PKK niçin savaşıyor? Görünen o ki, bu kararda, bölgesel ve küresel hesaplaşmaların etkisi kadar, PKK ve Kürt siyasetçilerin şiddetle ilişkisinin de etkisi var. Şiddetle siyaset yapmanın Kürt toplumunu nasıl derin travmalara sürüklediği, toplumsal değerlerin nasıl tahrip edildiğini yaşayarak görüyoruz. Bedeli çok ağır bir dayatmaydı bu... Yazar Orhan Miroğlu, akademisyenlerin PKK şiddetine övgü dizmelerini 'kurtarıcı şiddet' olarak görmelerine bağlıyor. Onlara göre, PKK şiddeti AK Parti'den kurtuluşun bir aracı. Aynı şey farklı biçimde Kürt siyasi aktörleri için de geçerli. Onlar da devlet karşısında şiddete 'kurtarıcı' gözüyle baktı, bakıyor. Bırakın terör örgütü denilip denilmemesini, hiçbir dönem, PKK'nın kapsama alanında olan herhangi bir Kürt sivil siyasetçi, şiddete karşı ciddi bir duruş sergilemedi, sergilemek istemedi. Bunun iki nedeni vardı, ilki eski ceberut devletle baş edilemeyeceği korkusu ve sol siyasetin başka seçenek yokmuş gibi şiddeti yüceltmesi... Gandi'nin değil, Che Guevara'nın yolu tercih edildi. Mahmut Övür/Sabah İran'ın biraz geri çekilmesiyle Suriye'nin imar geleceğinde rol oynayabilecek en yakın ülke Türkiye olabilir. Ancak buradaki en temel sorun, bu kalkınma-imar döneminde Türkiye'nin önce içeride, sonra da dışarıda hangi oyuncularla işbirliği yapacağında. Bugüne kadar anlaşıldığı kadarıyla Türkiye'nin öncelikli olarak muhatap olmayı arzu ettiği kesimlerle kendisine empoze edilen kesimler aynı değildi. PYD'nin Cenevre görüşmelerine katılıp katılmamasının bir anlaşmazlık konusu olmasının nedeni de buydu. PYD, kendi başına Suriye'nin geleceğinin konuşulduğu her ortamda küçük bir oyuncudur; kaderi belirlemez. Ancak Türkiye'nin muhatapları ile ilişkilerini belirler. Türkiye, kabaca, Suriye'nin geleceğinde öncelikle iki kesimle muhatap olmak istemediğini, dolayısıyla imar-kalkınma projelerinde de bu kesimlerle çalışmayacağını ima ediyor. Bunlardan biri, Esad'ın kolladığı ve Suriye'nin bugünlere gelmesine yol açan kesim: ki bu kesimi sadece etnik/dini bir kesim olarak görmek de doğru değil. İkincisi ise, Türkiye'deki PKK ve DAEŞ terörüyle ilişkili kesimler. Bu durumda Türkiye, Kürtler, Sünniler ya da diğer kesimlerden siyaseten Suriye'de rol oynayacak ve ülke imarında Türkiye'ye kapıları açacak yeni muhataplar bulmak durumunda. Bir yandan İran ile ekonomik ilişkileri geliştirmek, öte yandan İran'ın Suriye'de hoşlaşmadığı kesimleri muhatap almak durumunda Türkiye. Ancak tek sorun bu da değil. Neredeyse Türkiye güneyinde Rusya ile komşu olmuş vaziyette. Hal böyle olunca Türkiye'nin Rusya'yı gözetmeden, hatta bazı konularda işbirliği yapmadan hareket etme imkanı sınırlı. Türkiye, PYD'yi muhatap almayacağını söylerken, aslında bu örgütü by-pass ederek doğrudan arkasındaki oyuncuyla, Rusya'yla görüşmeyi tercih edeceğini bildirmiş oluyor. Kısaca Türkiye, İran-Rusya ve dolayısıyla Avrupa eksenine ticaret ve yatırım düzleminde, ABD-Suudi eksenine ise güvenlik ekseninde yerleşmeye çalışıyor. Bu çok zor değil, zira ABD ve Rusya'nın anlaştığı konulardan birisi zaten bu gibi gözüküyor. Türkiye'deki terör, söz konusu eksenlerin kurulmasına engel olma amacı taşıyor. Demek ki başka birileri Türkiye'yi devreden çıkarıp doğrudan bu fonksiyonu kendisi yerine getirmek istiyor. O zaman onların araçlarını ellerinden almak gerekiyor. Türkiye, ülkedeki farklı halklara, kesimlere ve bireylere kendisi sahip çıkmazsa, başkaları sahip çıkar. Beril Dedeoğlu/Star Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, dün 300 sivil toplum örgütünün desteklediği Türkiye AnayasaPlatformu tarafından düzenlenen 'Yeni Anayasa İçin Hep Birlikte' konulu programda konuştu. Erdoğan, yeni anayasa ve başkanlık sistemi konusunda bugüne kadarki en net konuşmalarından birini yaptı. Cumhurbaşkanı'nın konuşmasının ana ekseni üç başlık altında toplanıyor. Birincisi; Türkiye'nin yeni bir anayasa yapma zorunluluğu ve bunun, 'Yerli, milli yani Türkiyeli bir anayasa' olması gerektiği. İkincisi ise yeni anayasanın parlamenter sistemin miadını doldurduğu noktasından hareketle başkanlık sistemine uygun olarak şekillenmesi. Bunlar anayasa ve yeni sistem arayışının esasına ilişkin başlıklar. Cumhurbaşkanı'nın ana ana mesajı ise usule yönelik. Erdoğan, başkanlık sistemini de içeren yeni anayasanın referandumla kabul edilmesinde ısrarlı. Cumhurbaşkanı, bugüne kadar yeni anayasa ve başkanlık konusunda sayısız konuşma, açıklama yaptı. Ancak dünkü konuşma Erdoğan açısından başlama vuruşu niteliği taşıyor. Erdoğan, 1 Kasım seçiminden sonra başkanlık sistemi konusunda halkın görüşlerine başvurulması, arama konferansları düzenlenmesi, toplumun yeni anayasa sürecine katılması gerektiği konusundaki görüşlerini açıklamıştı. Bu kapsamda kendisinin de başkanlık ve yeni anayasa ile ilgili fikirlerini halka doğrudan anlatacağı etkinliklerin planlandığı kamuoyuna yansımıştı. Cumhurbaşkanı'nın dünkü konuşması bu anlamda bir ilk olma özelliği taşıyordu. TBMM'de bir yandan Anayasa Uzlaşma Komisyonu çalışmalarını yürütürken, bir yandan da yeni anayasa odaklı bu tarz etkinlikler yoğunlaşacak devam edecek. Serpil Çevikcan/Milliyet Yunanistan Göç Politikalarından Sorumlu Bakan Yardımcısı Yannis Muzalas, Belçikalı bir bakanın, Avrupa'daki krizinin çözümü için teknelerdeki sığınmacıların denize atılmasını önerdiğini açıkladı. Newsnight'a konuşan Yannis Muzalas, Amsterdam'da gerçekleştirilen AB zirvesinde bir araya geldiği Belçikalı bakanın, 'Sadece mültecileri denize geri itin. Yasanın dışına çıkmanız umrumda bile değil. Bu yasadışıysa da bunu umursamıyorum. Sadece onları geri itin' dediğini iddia etti. Amsterdam'daki görüşmelere, Belçika adına, Göç ve İltica Bakanı Theo Francken katılmıştı. Şimdi bu vicdansız açıklamayı Francken'ın yapıp yapmadığı tartışılıyor. Belçika hükümeti Amsterdam'daki görüşmelerin gayri resmi yapıldığını ve Francken'in iddia edilen açıklamayı yapıp yapmadığının bilinmediğini açıkladı. Yannis Muzalas böylesine önemli bir açıklamayı bir yerinden uydurup söylemedi herhalde. Danimarka, mültecilerin mücevherlerine, cep telefonlarına el koyup satıyor. İsveç, 80 bin mülteciyi geri göndereceğini açıklıyor. Belçikalı bakan ise kesin çözümü(!) açıklamış: 'Onları denize geri ittin!' İnsanlık ölmüş! Göçmen krizinden en çok etkilenen iki ülke; Türkiye ve Yunanistan. Türkiye büyük fedakarlık örneği gösterip her türlü yardımı yapıyor. Yunanlar'ın işi bizden daha zor; ekonomileri iflas bayrağını çekti, bu durumda bir de göçmenlere bakmak zorundalar. Zengin Avrupa ülkeleri kendi sınırları içinde az nüfuslu konforlu hayatlarını sürdürüp gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelere demokrasi, insan hakları nutukları atıyorlardı. Şimdi küçük çapta göçmen akınında bile akla hayale gelmeyecek uygulamalara imza atıyorlar. Hep yazıyoruz; işte ırkçı Avrupa'nın gerçek yüzü bu! Yasadışı olup olmadığı önemli değil, 'Sığınmacıları denize geri atın' diyecek kadar insanlıktan yoksun Avrupalı politikacılar var. En resmi ağızdan bu öneri yapılıyorsa, gerisini düşünmek bile istemiyorum! Şimdi bu vicdansız çözüm önerisinin üzerine 'Ege'de bu kadar çok sığınmacı teknesi neden batıyor?' sorusu aklınıza gelmez mi? Mevlüt Tezel/Günaydın Suriye muhalefetinin tasfiyesi ve Esed rejiminin yeniden canlandırılması için dizayn edilen Cenevre toplantısının tarihi yaklaşıyor. Toplantıya doğrudan veya dolaylı olarak taraf olan herkes farklı öz gündemlerle Cenevre toplantısını anlamaya ve kullanmaya çalışıyor. Rusya-İran-Esed ittifakı askeri olarak bir türlü bitiremedikleri muhalefeti, müzakere masasında tamamen ortadan kaldırmak için yoğun mesai yapıyor. ABD, Rusya'nın müzakerecisi gibi hareket edip Suriye muhalefetinin Rusya'nın şartlarıyla masaya oturması için Dışişleri Bakanı'ndan Özel Temsilcisi'ne kadar en üst düzeyde uğraş veriyor. Suudi Arabistan Riyad toplantısında oluşan müzakere heyetinin Cenevre'de muhatap alınması için vakit harcıyor. Türkiye, Rusya'nın muhalif diye muhalif heyetine sokmaya çalıştığı PYD'nin Cenevre'ye davet edilmemesi üzerine vurgu yapıyor. Tabii bu arada Rusya-İran-Esed ittifakı sivil Suriyelilerin üzerine ölüm yağdırmaya devam ediyor. Yani Cenevre'ye kadar öldürdüğü her Suriyelinin müzakere masasında ellerini güçlendireceğini düşünüyor. Aslında şimdiden Cenevre toplantısı kuşa dönmüş vaziyette. Yukarıda resmettiğim tablo Cenevre'de müzakere değil icbar yapılacağını ve sonucunda barış değil daha da rafine edilmiş bir iç savaş ortaya çıkacağını göstermeye yeter. Toplantının Cenevre'de yapılmasına hürmeten daha önce bu şehirde iki kere yapılmış toplantılar sonucunda alınan kararların da gerisine gidilmeseydi bari. Fakat çözümü, muhalefetin çözülmesinde bulan ABD-Rusya ikilisi diğer aktörleri devre dışı bırakıp Esed rejimini yeniden canlandırma merkez planı üzerinden Suriye'yi Cenevre'de şekillendirmeyi ümit ediyor. Ufuk Ulutaş/Akşam Bunlar barış yapacaklarmış üçüncü bir yoldan. Yani ne TC, ne PKK... Üçüncü bir yol. Neymiş o yol? 'Toplumsal barışı siyasal zeminde inşa etmek!' Ne mana? 'Beton zeminde' inşa edelim diyen mi var, yoksa 'kimyasal zeminde' mi? Niçin? Toplumsal barış toplumsal zeminde inşa edilemiyor mu? Nasıl olacakmış bu iş? 'Toplumsal Uzlaşma Komisyonu' kurulacakmış. Nerede? Mecliste mi? Herhalde. Eee? HDP de katılacak yani. (Tükürdüğünü yalayıp MHP de katılacak.) Türk ordusu da silah bırakacak (ama PKK bırakmayacak.) İsteyen belediye bu arada 'özyönetim' ilan edecek, ses çıkarılmayacak. Böylece bu komisyon barışı da getirecek. Yani devlet yenilgiyi kabul edecek. Komisyon barışı ne suretle getirecek? Ona da cevap veriyor sözcü hanım: 'Barışı toplumsallaştıracak adımları barındıracak şekilde sivil toplum kuruluşlarından oluşan ortak akıl heyetleriyle çalışacağı bir yapının acilen hayata geçirilmesiyle...' Durun biraz, başım döndü. Bu cümle bana, geçen gün kaybettiğimiz Tahsin Yücel'in 'Anlatı Yerlemleri' isimli kitabını hatırlattı. O kitabın da içinden çıkmak mümkün değildi. 'Türkçe olduğu varsayılan' bir dille yazılmıştı, James Joyce'un 'İngilizce'ye benzer' özel bir dille yazdığı 'Finnegans Wake' romanı gibi. Yani meclis komisyonu akil insanlar heyetleriyle ortak çalışacak... Eee, sonra ne olacak? Barış gelecek. PKK da bu barışa eyvallah diyecek. Adımları da barındırıyor bu çaba... Ortak akıl heyetleriyle yapı oluşturuluyor... Laflara bak! Neyse canım, buna da şükür. Parti sözcüsü boş konuşsun da hiç olmazsa 'SABAH gazetesine el koyacağız' gibi serseriliklere heves etmesin. Kim demiş CHP değişmedi diye? Bayağı bir ilerleme var. Engin Ardıç/Sabah Türkiye'nin mücadelesinin sonucunu da Fabius açıkladı: 'PYD görüşmelere davet edilmedi.' Türkmenlerin temsili: Muhaliflerin oluşturduğu Müzakere Yüksek Kurulu'ndaki 32 kişi arasında Bayırbucak Türkmenleri komutanlarından Beşar Molla da var. Ancak bu heyetten kimlerin Cenevre'ye gideceği düne kadar netleşmedi. İlk toplantıya katılmasa da, devam eden toplantılara Türkmen temsilcilerin katılması mümkün. PYD dolaylı olarak da yok: De Mistura'nın grup davetlerinde PYD olmadığı gibi, bireysel olarak davet edilen 10 kişi arasında da PYD'li yok. 'PYD'nin omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçler Birliği gruplarından Haysem Menna davet edildi; PYD davet edilmiş sayılır' iddiası ise geçersiz. Zira Menna, SDGB bileşeni olarak değil, sadece 'Vatandaşlık ve Haklar Partisi Başkanı' olarak davet edildi. Menna da Esad'cı: Esasen Menna'nın tutumu da PYD'den çok farklı değil. Özgür Suriye Ordusu'na karşı, Esad rejimi ile işbirliği halinde değişimin olabileceğini savunuyor; Rusya'nın Suriye'deki varlığına ses çıkarmıyor. Muhalifler ise 'Esad'sız Suriye' konusunda kararlı. Geçiş sürecinin bile Esad'lı olmasını kabul etmiyorlar, ancak kapıları kapatmış değiller. O yüzden Türkiye'nin 'PYD'nin yeri Esad heyetinin yanı olabilir' tutumu tam isabetle karşılığını buldu. Beklenti zayıf: Masada muhaliflerle Esad rejimi heyetinin müzakerelerini Türkiye ile birlikte 20'ye yakın ülke izleyecek. Hedef; ateşkes, 6 ay içinde geçiş hükümeti, yeni anayasa ve 18 ay içinde seçim. İlk tur görüşmeleri düşük profilli ve 'ateşkes' hedefli olacak. Diğer turların 6 ay sürmesi bekleniyor. Ancak çözüm beklentisi zayıf. Kimi BM kaynakları, 'Rejim ve muhalefet temsilcileri bir araya gelmeyecek, mesajlarını BM görevlileri götürüp getirecekler' bilgisini veriyor. Öyle olursa görüşmeler 'kulaktan kulağa' oyununa döner. Çatışmanın devamından yine Esad rejimi ile destekçileri İran ve Rusya; PYD ve DAEŞ kazanır. Sadece muhalifler küçüldü: Üç Cenevre görüşmesi arasında Suriye haritasındaki değişimler bunun kanıtı: 1. Cenevre'nin yapıldığı 30 Haziran 2012'de Suriye'de ölü sayısı 10 bin, ülkeden kaçan sığınmacı sayısı 112 bindi. Ülkenin büyük bölümünü Esad rejiminin kontrolündeydi, ikinci önemli alanı muhalifler kontrol ediyordu. PYD ise Kamışlı çevresinde küçük bir bölgeye hakimdi. 2. Cenevre'nin yapıldığı 22 Ocak 2014'te ölü sayısı 135 bine, sığınmacı sayısı 3 milyona ulaşmıştı. DAEŞ ortaya çıkmış ve ülkenin yarısını kontrol eder hale gelmiş; PYD ABD'nin hava desteğiyle DAEŞ'ten alan kazanarak batıya doğru büyümüş, en batıda Afrin'i kantonlaştırmış; ılımlı muhaliflerin kontrol ettiği alan ise küçülmüş ve parçalanmıştı. 3. Cenevre'ye gidilirken, bugün Suriye'de ölü sayısı 250 bini, sığınmacı sayısı 7 milyonu bulmuş durumda. Esad rejimi Rusya ve İran desteğiyle DAEŞ'ten değil ılımlı muhaliflerden toprak kazanarak kontrol alanını genişletti; PYD de ABD'nin yanısıra İran, Rusya'nın da desteğiyle DAEŞ'ten boşaltılan alanı Fırat'ın doğusuna kadar uzattı. DAEŞ'in alanı ise sadece Kuzey'de biraz daraldı, ancak Rakka merkezli 'devlet'ini PYD ve Esad rejimine petrol satarak mali olarak büyüttü. Küçülen tek güç 'muhalifler' oldu. Kazananlar Esad, PYD, DAEŞ: ABD ve AB tutarlı bir politika ve strateji ortaya koymadı; boşluktan İran ve Rusya yararlandı. İran ve Rusya'nın DAEŞ'i değil ılımlı muhalifleri ve özellikle Türkmenleri hedef alması da PYD ve DAEŞ'e yaradı. Şimdi de Cenevre'yi sabote ederek Esad'ın yerinde kalmasını sağlamak istiyorlar. Bunun için en kullanışlı araç yine PYD. Şimdiye kadar 'toprak vaadiyle' sahada kullanılan PYD, 'statü' vaadiyle 'masada' da yine muhalifleri zayıflatmak için kullanılmak isteniyor. Batı desteği belirsiz: Türkiye bunun ilk adımına izin vermedi, devamına da vermemeye kararlı. Ilımlı muhalifler ise masada tek yumruk olmayı başarmış görünüyor. Ancak güvendikleri ABD'nin tutumu net değil. Başından beri politika üretemediği ve inisiyatif alamadığı Suriye'de 'tarafları masaya oturtmayı' başarı olarak satma peşinde. Bu nedenle pekala İran-Rusya çizgisine kayabilir. Avrupa da sadece 'mülteci akınını kesecek herhangi bir yöntem'e razı olabilir. 4 Cenevre'de muhalif kalmaz: Üçüncüden de sonuç alınamazsa '4. Cenevre'de başka şeyleri konuşuyor olacağız. Zira haritadaki değişime bakılırsa o gün ortada ne Esad rejimine muhalif bir halk, ne de onları temsil eden 'ılımlı muhalefet' kalacak! Belki İran, Rusya ve PYD'nin kurduğu 'yeni Esad Suriyesi'nin DAEŞ'le anlaşarak ülkeyi 'paylaşması' tartışılacak! MUSTAFA KARTOĞLU/STAR Herkesin dönülmesini, yeniden başlamasını istediği çözüm süreci başlarsa bıraktığı yerden başlamayacak. Belki daha geri, belki daha ileri bir noktada atılacak düğümler. İkincisi, kimse saf olmasın, bunca şey yaşandıktan sonra, kendi içinde HDP-Kandil-Öcalan zıtlaşmaları yaşandıktan sonra, Kürtlerin, PKK'yı sütten çıkmış ak kaşık gibi görmesi olanaksızdır. Bu görüşü sadece günlük siyasetin yakıp yıkma işinin bir sonucu olarak öne sürmüyorum. Çok daha derine inen bir sosyolojik yapının sonucu olarak belirtiyorum. Açıklayayım... Birincisi, PKK artık çok ciddi bir bürokratik yapıya dönüştü. Bu hal, Kürtlerin de ona ayrı bir gözle bakmasına yol açıyor. İkincisi, uluslararası siyasetle olan ilişkisi PKK'nın Türkiye'de iç siyasete dönük iddialarını ortadan kaldırdı. Artık başka ilişkilerin aktörüolarak görülüyor. Üçüncüsü, Kürt halkının PKK ile süren ilişkisi daha ziyade GD Anadoluile ilişkilidir. Büyük kentlerin Kürt nüfusu kendisini PKK ile zaten irtibatlandırmıyordu. Şimdi GD'da da sosyo-ekonomik yapı değiştikçe, bölgenin burjuvazisi geliştikçe bu derecede sert çekirdekli, militer- ideolojik bir örgütle arasındaki ilişki kopacaktır. Kopmaktadır. Bu çerçeve, bu dört unsur bize başka bir şeyi gösteriyor: Uzun süredir iddia ettiğim gibi, Kürt konusu artık hem uluslararası bir sorundur hem de bölgesel bir soruna dönüşmüştür ki, bu da PKK'nın çok ötesine geçmiş bir pozisyona işaret ediyor. Bütün bu koşullar ortaya çıktıktan sonra Kürt meselesini hâlâ bir PKK meselesi saymak, her şeyin PKK etrafında cereyan edeceğini düşünmek gerçeğe göz kapamaktır. Hatta bugünden sonra Türkiye pozisyon değiştirip PKK ile yakınlaşsa doğrudan bu yaklaşımKürtlerden tepki görür. Şimdi PKK Kürtleri ikna etmek zorunda... Hasan Bülent Kahraman/Sabah