Bölgede Sur ve birkaç mahallede günlerdir sürdürülen kalkışmanın komuta merkezi bu ev. İçeride, bölgedeki çatışmaları yönetmek üzere Kobani ve Kandil'den gönderilen üst düzey teröristler var. Ayrıca şehirlerde pek çok sivilin ve güvenlik görevlisinin ölümüne neden olan bombaların, mayınların, el yapımı patlayıcıların haritaları da yine bu üste. Güvenlik güçlerinin günlerdir yürüttüğü operasyonlarda çember daralınca, PKK yöneticileri aylar öncesinden yapıldığı belirtilen Cizre'deki bu binaya sığındılar. Çevrede alınan güvenlik tedbirleri nedeniyle çıkamayacaklarını, yakalanacaklarını anlayınca da siyasi temsilcileri ve medya aracılığıyla yalana sarıldılar. HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş bu kumpas tutmayınca dün 'velev ki sivil değiller, PKK'lılar...' demeye başladı. Demirtaş haklı. Ancak şu an ortadaki sorun bu kişilere sivil olmadıkları için ambulans gönderilememesi değil ki. Zaten aksi olsa, sivillerin neredeyse tamamen tahliye edildiği bu karargâh yerle bir edilir ya da askerler binaya operasyon düzenlerdi. Mevzu, Sırp keskin nişancılarla korunan bu karargâhtaki PKK yöneticilerinin yargı sürecine tabi olmadan özel bir formül bulunarak evden tahliye edilmeleri talebi. Demirtaş ve silah arkadaşları eğer bir kez olsun insanlık adına iş yapmak istiyorlarsa binada bulunan teröristleri teslim olmak için ikna etmekle uğraşmalılar. Bu durumda, basın mensupları olarak hepimiz bu kişilerin tedavileri yapıldıktan sonra sağ salim yargıya teslim edilmelerinin, sürecin takipçisi oluruz. Ancak bölgede bunca acının sorumlusu olan teröristlerin hiçbir şey olmamış gibi ellerini kollarını sallayarak sınır dışına çıkmaları teklifini ne hukuk ne de vicdan kaldırabilir. Melih Altınok/Sabah Paralel Yapı, Abant Platformu'nun otuz dördüncü toplantısını 'Demokrasinin Türkiye Sorunu' başlığıyla gerçekleştirdi. Toplantıyı düzenleyen Paralel Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı geçenlerde hendekçi akademisyenlere arka çıkmıştı. Paralel Yapı'nın 'Demokrasi' lakırdısına bakmayın… Bağlı oldukları, uğruna casusluk yaptıkları Amerika ve İsrail'in 'Bağımsız Türkiye Sorunu' diye yazamadıkları için 'Demokrasinin Türkiye Sorunu' diyorlar! Şimdiye dek kendi içinde hiçbir surette demokrasiye geçit vermemiş olan Paralel Örgüt'ün; yapılanmalarını eleştirenlere hangi zulümleri reva gördüğüne hep birlikte şahit olduk. 17 ve 25 Aralık 2013'de demokrasiyi/demokratik düzeni bir darbeyle devirme girişiminde bulunan Paralel Yapı'dan söz ediyoruz! Irak'ın gayrı meşru işgalini canla başla destekleyen ve dahi ABD'nin lokomotifliğini yaptığı Batılı Koalisyon'un Müslüman kanı dökmesine selam duran Paralel Yapı'nın 'Demokrasi'den anladığı mı? Haçlı Kralı İkinci Bush'un 'Irak'a demokrasi getirmek için giriyoruz!' deyip bir milyondan fazla Irak'lının kanına girdiği Amerikan Demokrasisi'dir! Paralel Yapı'nın Abant toplantısına katılanlardan Şahin Alpay 'Karşımıza askere dayalı vesayet düzeni yerine halka dayalı, seçmene dayalı bir vesayet düzeni çıktı' diye konuşmuş! Mister Alpay'ın bu sözleri neden bir türlü 'demokrat' olamadığını/olamayacağını da gösteriyor… Halka, seçmenin iradesine dayalı bir düzenden yani Demokrasi'den şekva ediyor! 17-25 Aralık 2013 Paralel darbe girişimini canla başla destekliyor. Sonra da, zerre miskal utanmadan Türkiye'deki demokrasiye saydırıyor!Şahin Alpay'ın 7 Haziran seçiminden önce yazısına 'Tek Çare HDP' başlığı attığını da hatırlıyoruz… HDPKK'nın stratejik ortağı Paralel Örgüt'ün (ABD ile İsrail'in yandaşı ve yalakası olan) 'gazete'sinde yazıyor. Mister Alpay da, aynen Kemal Kılıçdaroğlu gibi… Tamer Korkmaz/Yeni Şafak İki gün önce, Rus finanslı Independent gazetesinde, 'Suriye İç Savaşı: Türkiye bir işgal kumarı oynayabilir mi?' başlıklı bir makale çıkmıştı. Türkiye'nin, daha doğrusu Tayyip Erdoğan'ın tahmin edilemez olmasından ötürü Rusya'nın ne olacağını kestiremediği yazılan makale, Türkiye'ye 'sakın gelme' diyordu. Ertesi gün Rusya, Türkiye-Suriye sınırına ilişkin yeni angajman kuralları uygulayacağını ve sınırı geçen Türk uçaklarını vuracağını ilan etti. Rusya'nın başka bir ülkenin sınırı için kural açıklıyor olması, Suriye'nin Rusya işgali altında olduğuna yeter delildi aslında. Dün akşam ise, hem Rus haber kaynakları hem de gelişmeleri yakından takip eden muhalifleri destekleyen sosyal medya hesapları, TSK'nın, Türkmendağı'ndaki mücahitlere yardım için Esed yanlısı güçleri obüslerle vurduğunu yazdı. Ancak bir yalanlama veya doğrulama gelmedi. Sahaya bakınca, ABD'nin, YPG'nin Fırat'ın batısına geçmesi noktasında kırmızı ışık yakmaya devam ettiği ama Rusya'nın bu sınırı delmeyi deneyeceği yönünde emareler görünüyor. Fakat kendimizi kandırmayalım, YPG, şu anda ABD'nin Suriye'deki kara gücü pozisyonunu koruyor. Nitekim daha üç gün önce ABD'nin DAEŞ'le Mücadele Küresel Koalisyonu'ndaki özel temsilcisi Brett McGurk ve beraberindeki İngiliz ve Fransız yetkililer, Cenevre'ye Türkiye'nin baskısıyla katılamayan PYD'nin gönlünü almak için Kobane'ye gitti ve oradaki YPG militanlarından 'teşekkür plaketi' aldı. Bu şartlarda başlıktaki sorunun cevabını vermek güç. Ancak güneyimizde bir PKK devletinin kurulmasına 'ne pahasına olursa olsun' izin verilmeyeceği sözü geçerliliğini koruyor. Hilal Kaplan/Sabah Diyanet son zamanlarda art arda birçok haberle gündemde oldu. Alo Fetva olarak bilinen platforma gelen provokatif soruya verilen talihsiz cevap, Diyanet İşleri Başkanı'nın cemevleriyle ilgili bir sözünün yorumları, Mercedes meselesi gibi olumsuz başlıklarla olduğu kadar Diyanet İşleri Başkanı'nın Suudi Arabistan ve İran'daki önemli temasları ve DAEŞ'e yönelik hazırladıkları kapsamlı rapor da epey konuşuldu. Dün sabah Başkan Prof. Dr. Mehmet Görmez dar bir gazeteci grubuna Beşiktaş'taki Ertuğrul Tekkesi'nde bir kahvaltı daveti verdi. O grubun içinde olanlardan biri de bendim. Uzun yıllar metruk bir şekilde bekleyen tekke 6 yıl boyunca bir restorasyon sürecinden geçmiş, çalışmalar 4 yıl önce tamamlanmıştı. Her soruya büyük bir tevazu ile cevap veren, çok nazik ve hassas bir insan olan Görmez'in bu nezaketinin altında medyanın yaklaşımının onda yarattığı kırgınlık fark ediliyor. Nitekim son günlerde gündemde olan tartışma konularına girince 'Medyada çok aşağılanıyoruz, çok rahatsızız. Örneğin son fetva hadisesinde yaşananlar... Bizi tüm ailelere, kız çocuklarımıza mahcup edecek bir haber önceden üretiliyor. Dine mesafeli olanlar olabilir. Ama Diyanet üzerinden dini ve dindarları mahcup etme gayretinden vazgeçilmeli' dedi. Burada o cevabı veren görevlinin işine hemen ertesi gün son verildiği notunu düşmemiz gerek. Nagehan Alçı/Milliyet Lafa liste yaparak başlamayı severler. Bir kaptırırlar: Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Çetin Emeç, Musa Anter, Ahmet Taner Kışlalı, Bedrettin Cömert, Hrant Dink, şu bu... Lafın gerisi de bir 'yuvarlama' şeklinde gelecektir: Kınıyoruz, katiller bulunsun... Sonra da bir punduna getirip iktidara giydirmece. Bu iktidarın 'sağcı' olması gereklidir tabii. Hiçbirinin aklına Abdi İpekçi'nin hesabını, 1 Şubat 1979 günü başbakan olan Ecevit'ten sormak gelmemiştir. Ama onlar saf saf 'Ecevit'e 1977 yılında kim suikast yapmıştı yahu?' diye de merak ederler. 'Hamido' da öldürülmüştür ama onu merak etmezler çünkü Hamido sağcıydı. Fakat Bahriye Üçok'un katilleri bulunmalıdır çünkü merhume bir 'cumhuriyet kızıydı'... İşin matrağı, Uğur Mumcu öldürüldüğünde Demirel başbakandır ama, şimdi tutuklu bulunan Can Dündar'ın deyimiyle 'bir siyaset dehası' olan Erdal İnönü de başbakan yardımcısı bulunduğundan, o hükümete de toz kondurmazlar. Genel kanıları 'dinciler yaptı' şeklindedir. Bu kolaylarına gelmiştir. Bugün bir Uğur Mumcu'nun toraman oğlunun saf saf 'babamı PKK ya da İslamcılar öldürmemiş olabilir' demesi bile onlar için büyük bir aşamadır! Hani utanmasalar 'Ahmet Samim'i, Hasan Fehmi'yi kim öldürdü?' diye de soracaklardır. Fakat katilin 'onların tarafından' çıkması ihtimali de vardır, bu tadlarını kaçırır. Bunlar elbette 'kontrgerilla' diye bir şey duymuşlardır ama o konuya pek bulaşmak istemezler. Çünkü bu örgüt, bakarsın gün geldiğinde onlara 'dincilere karşı verdikleri savaşta' gerekli olabilecektir! Kontrgerillaya 'çok yaklaştığı için' öldürülen, Türk ülkücü mafyasıyla Bulgar gizli servisi arasındaki ilişkiyi sorgulayan Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu, dincilere ne kötülük etmişlerdir ki öldürsünler? 1 Mayıs 1977 katliamını bile saf saf 'merak eden' ahmaklar vardır bu memlekette... Acaba kim yapmıştı yahu? Şimdi, aradan otuz yedi yıl geçmiş, adam kalkmış diyor ki: 'Abdi İpekçi'yi öldürenleri biliyoruz ama niçin öldürüldüğünü bilmiyoruz'... Bunu söyleyen, 'duayen' gazeteci oluyor. Bilmiyormuş hazret. Engin Ardıç/Sabah Velhasılı Kürt toplumunda aşiret gerçeği ne zaman çözülecek? Alev Alatlı, Kürt aydınlarının, evlilikler kurarken bile, bu sosyolojiye bağlılık içinde hareket ettiklerini ifade ediyor ki evet durum bu. Kürt meselesiyle ilgilenmiş bu 'davayı' savunmuş aktörler, cezaevleri, sürgünler hatta ölümler olduğunda, gözünün arkada kalmasını istemediği için doğrusu 'gözün arkada kalmamasını' sağlayacak evlilikler yaptılar. Cezaevine girersem, teyzemin kızı, amcamın kızı beni bekler diye düşündüler.. Vurulursam, çocuklarımın başında kalır 'akraba anneleri' diye hesap-kitap yaptılar. Hiçbir Kürt aydını, daha doğrusu, gençlik yıllarından başlayarak 'başını belaya hazırlamakla meşgul olmuş' hiçbir bir Kürt aydını, bu hesapları yapmadan evlenmedi. Yakın zamana kadar durum buydu. Aşiret içi evlilikler düne göre azaldı ama birkaç yıl öncesine gidin, aşiretin dışına, halka kız verilmezdi. Ama büyük aşiretler birbiriyle yakın akrabalıklar kurarlardı. Güce güç katmanın bir yoluydu bu. Büyük imparatorlukların sürdürdüğü geleneğin benzeri bir gelenek, daha alt bir statü olarak aşiret federalizminde veya konfederalizminde de geçerliydi. Filan Mir'in kızı, filan mir'e, filan aşiretin kızı filan aşiretin beyine gelin gider.. Böylece kan bağı üzerine inşa edilmiş yeni bir güç çıkar ortaya. Aşiret liderleri, şeyhler bir biçimde akarte ediliyordu ama o sosyolojiye modern ilişkileri sokmak, işte bu radikal cumhuriyetçilerin işine gelmiyordu pek. Bunun temel sebebi, makbul bir vatandaşlık kimliği olarak, Türk kimliğinin inşa sürecinde, başka bir kimliğin ortaya çıkmasına, hak talep etmesine duyulan tahammülsüzlüktü. Kürtler'in aşiret ağalarını, beylerini, şeyhlerini toplumdan uzaklaştırmak, idam sehpalarına yollamak çok zor değildi. Ama geriye kalan sosyolojiyi değiştirme söz konusu olduğunda, işte bu göze alınan bir şey değildi. Çünkü Kürtler'in iki şeyle uğraşması istenmiyordu. Ticaret ve siyasetin aşiretten modern topluma geçilince, öngörülemeyen bir ulus fikri doğuracağına ve Kürt toplumunun bu fikir etrafında toplanacağına-bir çeşit uluslaşma- inanılıyordu. Celal Bayar, DP'yi kurmak istediğinde, muhtemelen bu sebebi düşünerek, İsmet Paşa, kibarca şu ricada bulunmuştu: Celal Bey, bu partiyi Doğu Güneydoğu'da kurmasanız olmaz mı? Olmuyordu tabi. Türkiye çok partili sisteme geçiyordu ve yeni kurulan partinin Kürtler'e yasaklanması ya da ülkenin bir bölgesinde kurulurken, bir başka bölgesinde kurulamaması, çelişkileri ve ayrımcılığı daha da derinleştirmekten başka bir şeye yaramazdı.. Devletin hali bu da, aşiret yapısının çözülmesi için peki, Kürtler'in yapabileceği hiç mi bir şey yoktu? Kanaatimce pek az.. Orhan Miroğlu/Star Bizim de bulunduğumuz bölgenin Ortadoğu olarak anılması ile ilgili olarak çeşitli itirazlar vardır ve temel olarak bunda haklılık payı da yüksektir. Öyle ya! 'Neden orta', 'kime göre doğu' ve bu durumda 'kendilerini merkez olarak kabul edenlerin bu hakları nerden geliyor' gibi. Ancak herhalde Şili'ye 'Dünyanın bittiği yer' denilmesine itiraz eden pek fazla olmasa gerek. Çünkü Güney Amerika'nın batısını ince bir şerit gibi boylu boyunca kaplayan bu ülkeden sonra binlerce kilometre sadece su (Pasifik Okyanusu) var. Bu durumda tekrar karayla temas kurulduğunda artık Doğu'da olunduğuna göre, Şili'ye Aymara yerlilerinin dilindeki karşılığında olduğu gibi 'Dünyanın bittiği yer' denilmesi, yakışır. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın Latin Amerika gezisinin ilk durağı olan Şili'de yetkililer ve işadamlarımız bu ülke ile olan siyasi ve ekonomik ilişkileri geliştirme konusunda ter dönerlerken, bizler de etrafta dolaşarak mülahazat hanemizi doldurmaya çalıştık. Türkiye'den uzun bir uçuş mesafesinde olmasına rağmen, işadamlarımızın da geziye ilgi göstermiş olmaları oldukça sevindirici bir durum. İki ülke işadamları arasında yapıla görüşmelerde sağlanan gelişmeleri önümüzdeki günlerde öğreniriz nasıl olsa... Ama ilk intibaların olumlu olduğunu hemen belirtelim. Heyette bulunan gazeteciler olarak ortak kanaatimiz, ülke olarak daha çok çalışmamız ve ülkemizi yakın ve uzak coğrafyalarda temsil edecek markalar oluşturmamız gerektiği oldu. Çünkü başkent Santiago ve daha önceki başkent Valparaiso'daki gezilerimizde adetaGüney Kore ürünleri sağanağına yakalandık dense yeri... Sokakları dolduran araçlar ve alışveriş merkezlerindeki yaygın markalar, Güney Kore ürünlerinin bölgede ne kadar yaygın olduğunu anlamak için kafi... Ekrem Kızıltaş/Takvim CNN'de Taha Akyol'a.. 'Paralel ile mücadele kapsamında o kadar çok davalar var ki, üstüme cübbeyi tekrar geçirmeyi arzu ediyorum' da demişti ya.. Paralel yapı kapsamında soruşturulan herkesin, üçer beşer avukatı zaten var iken.. Onlara destek çıkan Bülent abimiz.. 'Belki bize de bir destek çıkar' diye düşünüp. Hayaller kurarken.. Fetullah Gülen'in şikayetçisi, Hasan abinin sanık olduğu dosyalar.. 17 ayrı yazısı için.. Gülen'in, Hasan abiye istettiği hapis cezası toplamı, 10 yıl.. Ömrü vefa etmedi Hasan abinin.. Alnının akı ile beraat edeceği o davalarda.. Ne yazık ki hakim, kararını şöyle açıkladı: 'Sanık Hasan Karakaya'nın 31.12.2015 günü vefat ettiği anlaşıldığından davanın TCK Ve CMK gereği düşürülmesine!' Tam o sırada, duruşma salonundan içeri, bir avukat girdi.. İlk anda yüzünü göremedim.. Bülent abi mi geldi diye baktım. Yok, değilmiş.. İş Bankası'nın avukatı imiş. Sanıklar Akit gazetesi yazarları ya... İş Bankası da.. 'Biz de burdayız. Çorbada tuzumuz olsun.. Atın bu Akit'çileri içeri' diye, koşarak gelmiş mahkemeye.. Bak gördün mü Bülent abi.. Ne haksızlıklar var. Sudan sebeplerle açılan, ne davalar var.. Hem de senin.. 'Bu arkadaşlara haksızlık ediliyor' diye savunduğun.. Kol kanat gerdiğin o Gülen ekibi tarafından açılan davalar.. Bizim sesimizin kısıklığından mı.. Onların sesinin yüksek çıkmasından mı? Özgürlükleri kısıtlananlar bizleriz.. Her yazısına dava açılanlar bizleriz.. 'Basın özgürlüğü kısıtlanıyor, diktatörlük geliyor' diye bağıranlar onlar.. Sanık olarak katıldığımız duruşmalarda şikayetçi sandalyesine oturanlaronlar! Bize mahkemelerde, ceza verilmesini isteyenler onlar.. İşte böyle, Bülent abi.. Oysa tek bir testle bile.. Seni tahrik edenlerin hepsinin kirli yüzünü, bir defada ortaya sermeliydin sen, Bülent abi.. Taha Akyol'un programında 'Bu kadın yazara' derken.. Seni ayakta alkışlayanlar.. 7 ay önce.. PKK terör örgütünün savunuculuğunu yapan bir HDP'li bayana,'Hanımefendi sus, bir kadın olarak sus' dediğinizde.. 'Bir bayana böyle hitap edilir mi' diyerek sizi linç edenlerdi.. İşte Bülent abi.. 'Güneş görmemiş' değil.. Güneş görmüş.. Ama faillerinin yüzünde hiç utanma eseri olmayan daha nice gerçekler var, Bülent Abi.. Sen kendine yakışanı yap.. 'Şeyini şey ettiğiminin şeyindendir' dediğin utanmazları, sevindirme Bülent abi! Ali İhsan Karahasanoğlu/Yeni Akit Cumhuriyet Gazetesi'nin dünkü manşeti dehşet vericiydi: 'En kanlı dönüşüm.' Spotlara bakılırsa, Başbakan Davutoğlu'nun 'Suriçi'ni Toledo yapacağız' sözünün perde arkasında çok kültürlüğü yok etmek yatıyormuş. Bu yüzden Diyarbakır'ın Sur İlçesi'nin korunması için UNESCO'ya çağrılar yapılıyormuş. Suriçi'nde kentsel dönüşümün telaffuz edilmesi bile suçmuş… Habercilik mi şimdi bu? Değil tabii ki, kelimenin tam anlamı ile bir çarpıtma. Hatta haber katliamı bile denilebilir. Her türlü ahlaki değeri ayaklar altına alan bir davranış. Hani, Başbakan Davutoğlu o sözleri söylerken yanında olmasak, amiyane tabiriyle yiyeceğiz. Ama yanındaydık. Üstelik yanında olmaya da gerek yok. Başbakan'ın sözleri çok açık ve net. Davutoğlu, tarihi dokunun korunacağına dikkati çekiyor, aksi davranışlara izin verilmeyeceğini anlatmaya çalışıyor, oraya bir çivi çakılmasına bile izin verilmeyeceğinin altını çiziyor. Bir 'tarih şehri' olarak da Toledo örneğini veriyor. Bunlar 'dönüşümden' bahsediyor. Oraya TOKİ'nin gireceği iddiasında bulunabiliyor. Hatta daha da ileri gidip 'kanlı dönüşüm' diyebiliyor. Bunun adı da 'gazetecilik' oluyor! Hadi oradan. Bu yapılan gazeteciliğin bütün etik değerlerinin ayaklar altına alınması. Hatta bal gibi terör destekçiliği. Ha çukurun içine girmiş, güvenlik güçlerine ateş açmışsın; ha 'haber' adı altında bu tür çarpıtmalar içine girmişsin. Bana göre arada hiçbir fark yok. İkisi de aynı hedefe atış yapıyor! Sur, silah deposu haline getirilmiş. Ele geçirilen silah ve mühimmat, tonlarla ifade ediliyor. Bu yüzden, ancak spor salonlarında teşhir edilebiliyor. Belli ki, büyük bir kalkışmanın hazırlığı bunlar. Dört bir yan çukurlarla dolu. Sırp, Suriyeli, Alman, İngiliz ne ararsan var. İlçeye yabancı savaşçılar yığılmış. Hani, Mehmet Akif Ersoy, Çanakkale'ye işgale gelenler için 'Kimi Yamyam, kimi Hindu, kimi bilmem ne bela' diyor ya! Bugün de benzeri bir durumla karşı karşıyayız. İnsansız hava aracı dâhil, her türlü Amerikan ve Rus silahı depo edilmiş. Halk perişan, kaçıyor. Kamu güvenliğini sağlamaya çalışan, ülkenin birlik ve bütünlüğünü korumak için mücadele eden güvenlik güçleri de şehit ediliyor. Ve Cumhuriyet, Başbakan'ın son derece insancıl ve iyi niyetli sözlerini alıp, 'En kanlı dönüşüm' başlığını atabiliyor! Gazetecilik değil, vicdansızlık ve her türlü ahlaki değerlerin ayaklar altına alınması bu! Son derece çirkin ve ayıp, hatta iğrenç! Emin Pazarcı/Akşam '...Bu 'seçkin' aydınlar, aslında sosyolojiyi bir örtü gibi terörün üzerine çekerek gerçekleri gizlemeye çalışıyor. Böylelikle her türlü şiddet ve terör eylemi hayatın olağan akışına uygun, mantıklı, kabul edilebilir, meşru hale getiriliyor. Kabul edilemez kısımlar ise yani sorumluluklar devlete yükleniyor. 'Kürt sorunu' PKK'nın üzerine çekilen temiz bir çarşaf işlevi görüyor, karşı karşıya bırakıldığımız bu korkunç şiddetin, terörün asıl nedenlerini gizliyor. Abantçı aydınlar, sonuç bildirisinde PKK'yı güzelce pamuklara sarıp sarmalamış, koruma altına almış maalesef. PKK'nın adı neden 'Kürt siyasi gücü'dür? Oysa sadece adı kullanıldığında veya tek başına 'PKK' denildiğinde hiçbir toplumsal çağrışım yapmıyor bu isim, çırılçıplak haliyle bir terör grubu akla geliyor. PKK Ortadoğu'da çokça örneği bulunan, büyük güçlere vekalet etmesi için kurulan, kullanılan bir örgüt. Kürtler üzerinde tepinen bir örgüt nasıl olur da o sosyolojinin siyasi gücü olabilir? İnsanlar, milletler, devletler bunu kabul edip sineye çekmeye mecbur mu? Böyle zorunlu bir kural mı var? Kaldı ki, PKK'nın izlediği terör pratiğini görmezden gelsek dahi bu, örgütü Kürtlerin temsilcisi yapmıyor, olsa olsa üçüncü güçlerin 'siyasi gücü' veya 'siyasi iradesi' yapıyor. Silahla, terörle, siyasi zorbalıkla etkinlik kurmuş olması PKK'yı 'Kürtlerin meşru siyasi gücü' yapmaz. Bir sosyolojiyi silahla rehin almayı başardığı için de 'Artık yapacak bir şey yok, Kürtlerin siyasi temsilci sayılır' denilemez. 'Kürt sorunu' denilerek PKK'nın üzeri örtülürken; 'Kürt siyasi hareketi' ifadesiyle de, örgütün tırmandırdığı teröre mazeret üretiliyor. PKK, Kürtler adına değil üçüncü güçler adına sahnede. 'Kürt sorunu' işte bu 'üçüncü gücün' varlığını gizlemeye yarıyor. PKK'nın üzerindeki elbiseyi çıkarın geriye bu üçüncü güçten başka bir şey kalmaz. Abant aydınlarının, en 'akil' yazarların PKK'ya zorla 'Kürt sorunu' elbisesi giydirmeleri bundan; yoksa maskeleri düşecek, ayıpları görünecek.' Kurtuluş Tayiz/Akşam