Türkiye'nin artık Gürcistan ve Ermenistan'la sınırı var, Rusya'yla değil. Yani tarihe karışan SSCB devletiyle sınırımız kendiliğinden ortadan kalkmış Nedir? Bunlar eski alışkanlıklarıyla Gürcüler ve Ermeniler 'adına' mı karar veriyorlar yoksa onları kışkırtıp üzerimize mi saldırtmak istiyorlar? Eğer Stalin gibi Kars ve Ardahan'ı geri istiyorlarsa önce o batık imparatorluğu yeniden kurmaları gerekecektir. Şu anda 1921 Antlaşması'nın feshedilmesinin, 1699 tarihli Osmanlı-Avusturya Antlaşması'nın yani ünlü Karlofça'nın feshinden daha fazla ciddiye alınır bir yanı yoktur. Bu da bize, Rus komünistlerinin 'hâlâ nerelerde otladıklarını' göstermesi bakımından ilginçtir. Bizimkiler daha başka yerlerde, örneğin Emek Sineması'nın kapısında tepişiyorlar da... Fakat vesile oldu, iyi oldu, bazı şeyleri yeniden hatırladık. Neleri mi? Ankara yönetiminin 'Kafkasya'yı bolşeviklere terkedip' Lenin'le dostluk ve yardım anlaşması yapmasının tarihi, 16 Mart 1921... Fransa'yla barış yapmasının tarihi de 20 Ekim 1921... Yani Yunan ordusu daha Eskişehir- Kütahya üzerinden Sakarya'ya yürümeden önce Ruslar'la anlaşma sağlanmış, Yunan ordusu Sakarya'da duvara çarptıktan hemen sonra da Fransızlar'la. İtalya'nın Anadolu'dan tek kurşun atmadan çekilmesi de hemen hemen aynı sıralar... Buna karar vermesi daha da önce... Hani biz 'yedi düvele' karşı savaşmıştık yahu? Düvellerden biri bütün gücüyle arkamızda, ikisi elini yıkayıp çekilmiş. Amerika desen zaten hiç bulaşmamış. Şimdi birtakım Rus ahmakları antlaşmayı feshedip acaba bize altın mı göndermeyecekler, top mu göndermeyecekler? Ancak 'turist' göndermezler, onun da yerine yenisi bulunur, bu işten en çok zamparalarımız zarar görürler. Esnafa da devlete de bir şey olmaz. Engin Ardıç/Sabah PKK, doğrudan ABD ve Rusya'yla muhatap olan, tarihinde ilk kez bir alan hakimiyetine sahip olduğu Suriye'deki kantonlarının şehvetine kapılmıştı. O yüzden HDP'nin yüzde 13 ve yüzde 11'le Meclis'e girmesi, koalisyon görüşmelerine katılması bile onlar için bir şey ifade etmedi. Suriye'nin artık İran ve Rusya cephesine teslim edildiğinin anlaşılması, Suriye meselesinde ABD'yle Türkiye'nin anlaşmazlığının sürmesi, 1 Kasım seçimlerinden sonra AK Parti'nin yeniden iktidara gelmesi; ama en çok da ABD'nin YPG'yi Suriye'deki en güvenilir müttefiki olarak görmesinden sonra yapacakları en iyi hamlenin Türkiye'yi de Suriyeleştirmek, burada güçlü oldukları yerlerde halk ayaklanmalarıyla sınırı hükümsüzleştirmek olduğunu düşündüler. Bunu yaptıklarında özellikle insan hakları ihlalleri üzerinden Ankara üzerinde Batı'nın baskı kurabileceğini de hesap ettiler. Bu hesapları tutmadı. Türkiye PKK'ya karşı operasyonlarda 90'lara dönmedi, dikkatli ve özenli davrandı, Kürtler PKK'nın stratejisine ve direnişine destek vermedi ve göçmenler meselesi üzerinden Türkiye Batı'yla ilişkileri onardı. Sonuç olarak ABD'nin son 30 yılda Ortadoğu'ya yönelik üç müdahalesinde de sonuç değişmedi. PKK bu müdahalelerden güçlenerek çıktı. Bu müdahaleler Türkiye'deki üç barış denemesini de sabote etti. Bundan 37 yıl önce anti-ABD sloganlarıyla kurulan PKK, bugün her fırsatta ABD'ye iş birliği, ortaklık çağrısı yapan bir örgüte dönüştü. ABD'nin DAEŞ temsilcisi Kobani'de PKK kadrosu olan YPG komutanlarıyla pozlar veriyor, ABD Kandil'de kurulmuş YPG'nin PKK'dan farklı olduğunu iddia ediyor. Demirtaş Amerika medyasında liberal Kürt Obaması muamelesi görüyor. PKK, bu özgüvenle epey bir süre daha barış masasına yanaşmaz, her fırsatta silahla kazanım elde etmenin yolunu arar. Ne de olsa müttefikleri ABD artık… 2016 yılında Nobel Barış Ödülü sahibi Barack Obama Türkiye'nin bu kez çok yaklaştığı barışı sabote etmiş olarak evine dönecek. Yıldıray Oğur/Türkiye Mülteci düşmanlığında bayrağı kimseye kaptırmayan septik muhalif medya, sızdırılan kayıtların üzerine atlayıp Erdoğan'ın mültecilere ihanet ettiğini iddia etti. Hâlbuki kayıtlara göre Erdoğan, hem Türkiye'nin hakkını savunuyor hem de Suriyeli mültecilerin sorununa kalıcı çözüm için Avrupa'yı zorluyordu. Âdeta insan hayatını ilgilendiren bir meseleyi siyasî pazarlık haline dönüştüren Avrupalı yetkililere siyaset dersi veriyordu. Kayıtlardan bir bölüme bakalım: Tusk: İki yılda 3 milyar euro ödenmesi için anlaştık ama Davutoğlu'nın yılda 3 milyar istediğini öğrendim Erdoğan: İki yıl için 3 milyar euro verecekseniz, konuşmaya gerek yok. AB'nin parasına muhtaç değiliz. Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarını açıp mültecileri otobüslere doldururuz. Yunanistan'a kriz sırasında 400 milyar euro verildi. Bu paranın bir kısmıyla Suriye'de güvenli bölge kurup mülteci sorununu tamamen çözebilirdik. Juncker: Türkiye dört yılda 8 milyar euro harcadı... Erdoğan: Biz o parayı kamplara harcadık. İnsani davranıyoruz. Kızlarım mülteci kampına gitti, ağlayarak döndü. (BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Antonio) Gutteres bundan iyi kamp görmediğini söyledi. Tusk: Kamplar gerçekten iyi ama Yunanistan'a Euro Bölgesi'ni kurtarmak için kredi verildi, böyle karşılaştırmalar yapmamalısınız. Erdoğan: Bu da Schengen'le ilgili, o da bir Avrupa projesi. Tusk: AB zor durumda, Paris saldırısından sonra Schengen Anlaşması iptal edilebilir. Bu yüzden sizinle anlaşmak istiyoruz. Erdoğan: Anlaşma olmazsa mültecileri nasıl durduracaksınız, öldürecek misiniz? Tusk: AB kendini daha az çekici yapabilir ama istediğimiz çözüm bu değil. Yani Tusk resmen, 'Mültecilere eziyet ederiz, AB'de barındırmayız' tehdidini savuruyor ama muhalif medyaya göre mültecilerin hakkını savunan Erdoğan mülteci düşmanı! Belki de Danimarka gibi ülkelerin mültecilerin değerli eşyalarına el koymasına, Almanya'da mülteci barınaklarına yönelik artan saldırılara bu gözle bakmalıyız. Bir bölümde de Juncker, mükafatmış gibi Türkiye'yi haksız yere eleştiren AB Raporu'nu 1 Kasım seçimleri ertesine ertelediklerinden bahsediyor ve Erdoğan 'Erteleme AKP'nin seçimleri kazanmasına yardım etmedi. Zaten rapor da bir hakaretti. Bu raporu kim hazırladı? Nasıl böyle şeyler yazarsınız? Bu gerçek Türkiye değil, gerçeği öğrenmek için bana hiç gelmediniz' şeklinde bu üstenci dile rest çekiyor. Juncker daha da küstahlaşıp, 'Brüksel'de sizi prensler gibi ağırladık' deyince de Erdoğan 'Prens gibi mi? Tabii ki, ben bir üçüncü dünya ülkesini temsil etmiyorum (...) Juncker'ın böyle konuşması saygısızlık. AB Türkiye'yi istemiyor diye düşünüyorum. Öyleyse bize açıkça söyleyin, biz de rahatlayalım' diyerek son noktayı koyuyor. İlk kez bir lider, gerçekten Avrupa'nın hak ettiği şekilde konuşup, ülkesinin ve ona sığınanların haklarını koruyor. Ama beş ayda dört kez Türkiye'ye gelen Merkel'e yönelik 'Türkiye'ye gelme' bildirisi yetiştirmekte zorlanan septik muhalefetin bunu anlaması imkânsız. Hilal Kaplan/Sabah Bu diyalogların; Erdoğan'ın G-20 sırasında AB Konseyi Başkanı Tusk ve AB Komisyonu Başkanı Juncker'le yaptığı görüşmede geçtiği söyleniyor. Tutanaklardan basına sızan bölümler bunlar. Daha doğrusu bizim muhalif basının Erdoğan'a 'çakmak' için kullandığı bölümler bunlar. Muhtemelen çok şey konuşulmuştur; Erdoğan haklı olduğu bir davada daha çok şey söylemiştir. Bu diyalogları 'Şok diyalog', 'İşte kirli pazarlığın tutanakları' başlıklarıyla haber yaptılar. Tek tek cımbızlanmış bu diyaloglarda bile Erdoğan; tıpkı Muhammed Ali gibi rakiplerini, ağır ağır sert yumruklarla yorup nakavt etmiş. Bu diyalogları kahveden okeye dönen Ramazan Abi'ye, pazarda alışveriş yapan Ayşe Teyze'ye okuyun; 'Helal olsun Erdoğan'a, az bile söylemiş' derler. Sosyal medyadaki yorumlara göz attım; Erdoğan'ı haklı görenlerin sayısı fazla. Erdoğan'ın; ikiyüzlü, menfaatçi Avrupalılar'la anlayacağı dilden konuştuğunu düşünüyor halk. Bizim muhalif basın işi bilmiyor, bu konuşmalarda eleştirilecek hiçbir bölüm yok. Bu diyalogları '3 milyar Euro verecekseniz hiç konuşmayalım' başlığıyla afiş yap, her yere as. Ana akım medya bu tukanakları yayınlamakta neden gecikmiş onu da anlayamadım. Kirli pazarlıkmış! Yahu siyaset nasıl yapılıyor? Erdoğan; Junker'le, Tusk'la 'Bu sene de iyi kar yağdı. Ee ne var ne yok, hanım, çocuklar nasıl?' diye mi konuşacak. Evet, Ege'de insanlar boğuluyor, insanlık trajedisi yaşanıyor ama bunun suçlusu Türkiye değil. Asıl suçlu; mültecilerin mal varlıklarına el koyacak kadar küçülen, 50-60 bin mülteci için sınırlara tel çeken, paniğe kapılan, insanları ölüme terk eden Avrupa ülkeleri. Ve asıl pazarlık yapan, bizi zırt pırt ziyaret eden AB yöneticileri. Eğer AB İlerleme Raporu'nun yayınlanması gecikmişse; bunu pazarlık kozu olarak kullanan da AB. Yahu Avusturya, Türkiye'ye geri göndermek istediği 55 bin Suriyeli sığınmacıya yaptığı harcamalar için bile AB'den 600 milyon Euro istedi. 2 milyonu aşkın mülteci için bize her ay 1 milyar Euro verseler de yetmez. Bizim muhalif basın ise hakkını arayan Erdoğan'ı eleştiriyor, Türkiye köşeye sıkışsın diye AB'nin ekmeğine yağ sürüyor. Bu diyaloglarda hiçbir şey yok! Erdoğan, kendinden önceki siyasi liderler gibi AB üyeleri karşısında ezilip büzülmemiş, hakkını aramış. Tıpkı Davos'taki 'One minute' çıkışı gibi ikiyüzlü Avrupalı politikacılara hak ettikleri cevabı vermiş. Lanet olsun AB'nin vereceği 3 milyar Euro'ya. Alsınlar paralarını başlarına çalsınlar. Biz verelim AB'ye 3 milyar Euro; utansınlar. Mevlüt Tezel/Günaydın Bir iddiaya göre, bodrumda, terör örgütünün çok önem verdiği üst düzey iki yönetici bulunuyordu. Yakalanmaları örgütün moral motivasyonunu bozabilirdi. HDP'nin konuyu sahiplenmesinin nedeni buydu. Başka iddialar da atıldı ortaya. Söz konusu evin, aynı zamanda hendek ve barikat eylemlerinin ana karargâhı olduğu söylendi. Karargâhın düşmesi, hendek siyasetinin bitmesi anlamına gelebilirdi. Vs... Fakat, ne olursa olsun, HDP'nin bodruma ilgisi devam etti. Bodrumda, görmemizin sakınca yaratacağı kişi ya da kişiler mi bulunuyor? Mesela, Amerikalılar... Bunu, 'öylesine' ortaya atılmış bir iddia sayabilirsiniz. Ciddiye almayabilirsiniz... Ben de 'ciddiye alınabilir' bir şey söylediğimi düşünmüyorum... Şunu demeye çalışıyorum: O bodrumda bizi çok şaşırtacak bir şey çıksa, şaşırmayız... Terör örgütüyle her düzeyden ilişki kuran, onları ağır silahlarla donatan, terör örgütü tarafından ağırlanmayı ve plaketle ödüllendirilmeyi müttefiklerine karşı sorumsuzca bir hareket olarak görmeyen Amerika'nın o bodrumda suçüstü yakalanması hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Dün, HDP EŞ Başkanı Selahattin Demirtaş konuştu. Bodrumda 90 sivil vatandaş bulunduğunu ve devlet tarafından tek tek öldürülüp 'farklı yerlere' atıldığını iddia etti. Bu sayıyı nasıl elde ettiğini bilmiyoruz. Son toplantılarında 32'de karar kılmışlardı. İster 28, ister 32, isterse 90... Üzerinde durmamız gereken asıl konu şu: Marquez'in 'Kırmızı Pazartesi' romanında olduğu gibi, o gençlerin (Kılıçdaroğlu'nun 'arkadaşlar' dediği eli silahlı o gençlerin) öldürüleceğini hepimiz biliyoruz. PKK biliyor... HDP biliyor... Demirtaş biliyor... Barikat ve hendek savunuculuğuna koşulmuş sahte liberaller biliyor... Etkisiz hale getirilen teröristlerin sayısı, dün itibariyle 700'ü aştı... Kendilerine 'öldürerek' bir düzen kurmaları vazedilmişti; öldürüldüler. Bodrumdaki gençler de öldürülecek... Ya çıkıp 'usulüyle' teslim olacaklar ya da öldürülecekler. Soru şu: İnsan hayatına bu kadar düşkün bir görüntü veren HDP, ölüm dışında hangi seçeneği gösterdi o gençlere? Ölmemeleri için ne yaptı? Sonu ölümle bitecek eylemlerine destek vermek ve kutsiyet atfetmek dışında ne yaptı? Kimse güvenlik güçlerinde kabahat aramasın. O gençlerin katili PKK'dır, HDP'dir, Demirtaş'tır, Kılıçdaroğlu'dur, 'Sur'da gedik açtığını' düşünen hokkabazlardır, 'sakın silah bırakmayın, daha büyüğüne talip olun, bağımsız devlet kurun' diyen sahte liberallerdir, İran'dır, Rusya'dır, Suriye'dir, terör örgütüne özel temsilci gönderen 'müttefikimiz' Amerika'dır. Ahmet Kekeç/Star Son bir kaç yıldaki tecrübe, HDP'nin demokrasimiz için bir şans değil aksine demokrasimizi ortadan kaldırmayı hedefleyen bir Truva atı işlevi gördüğünü açığa çıkardı. Siyasi bir parti olması HDP'nin, PKK ve arkasındaki güçlerle birlikte Türkiye'yi iç savaşın eşiğine getirmesine engel teşkil etmedi. Üstelik HDP, siyasi bir parti olmanın getirdiği tüm avantajları kullanarak demokrasiyi demokrasinin aleyhinde, şiddet ve iç savaşın lehinde kullanmaya kalktı. HDP'nin siyasi varlığı sanıldığı gibi PKK'nın silahlı varlığını zayıflatmıyor; HDP, PKK'nın silahlı varlığını filtreleyerek meşru alana sızmasını sağlıyor. PKK-HDP etkileşiminde siyasi varlık, silahlı varlığı güçlendirmeye yarıyor, zayıflatmaya değil. HDP, PKK'nın silahlı varlığını gölgeliyor, ortadan kaldırmıyor. Denklem böyle kurulduğu için siyaset bu iki seçenek arasında sıkışıp kalmakta; çözüm arayışı içinde olan devlet, haliyle siyasi bir parti biçiminde örgütlendiği için HDP'ye umut bağlamaktan kendini bir türlü kurtaramamakta. PKK terörü karşısında gözler hep siyasi bir seçeneği arıyor; ancak oyun çoktan kurulduğu için sahnede tek bir 'siyasi' figür var ki o da HDP'den başkası değil. Hükümetin de böyle bir açmaza sıkışıp kaldığı açıkça görülüyor. Bu problemi doğru biçimde çözme gücü gösterememesi halinde ise tuzağa düşmesi kaçınılmaz. HDP'yi 'Türkiye demokrasisi için bir şans' olarak görüp o partiyle birlikte çözüm arayışına koyulmak -ki yıllardır denenen bir yöntem- makul görünse de aslında bir çaresizliği ifade ediyor ki o da ölümdense sıtmaya razı olmak. PKK'dan kurtulmak için HDP'ye sarılmak bir çözüm imkanı sunar mı? Sunmadığı yeterince tecrübe edilmedi mi? Dönüp dolaşıp bir İmralı'ya, bir PKK'ya, bir HDP'ye el uzatmak çözüm getirmiyor. Bu kısırdöngüden kurtulmanın zamanı gelmedi mi? 'Milli çözüm'den bu kadar çok bahsederken, çözüm düşüncesinin merkezine PKK'yı ya da HDP'yi koymak doğru değil. Görüşmeler, diyalog vs. her zaman olur; ama Türkiye çözümü kendi başına bulmak zorunda. Türkiye ya kendi çözümünü üretir ya da üretilen çözüm modellerine tâbi olur. Türkiye'nin kendisini mecbur hissettiği hiçbir çözüm aslında bir çözüm değildir. Yeter ki bunu bilelim. Kurtuluş Tayiz/Akşam Kemalist ideolojinin sesi Deniz Baykal'ın yerine mezhepçi özellikli bir bürokrat olan Kemal Kılıçdaroğlu'nun CHP'nin başına getirilmesi ile bir proje hayata geçirildi. Bu, bir lider değişiminden ziyade bir zihniyet ve strateji değişikliğini işaret etmekteydi. CHP yıllardır Kemalizmin arkasına sığınarak ayrıcalıklı bir siyasi konumlanmanın nimetlerini toplama peşindeydi. Deniz Baykal'ın devrilmesi, yerine Kemal Kılıçdaroğlu'nun getirilmesiyle ciddi bir kırılma yaşayan CHP'de Kemalizm fırlatılıp atılmaya başlandı. CHP'li bir milletvekilinin'Artık yeni şey söylemek gerekli' diyerek Atatürk posterini asılı olduğu duvardan indirip çöp bidonuna atması, gazeteciyazar Talat Atilla'nın da rezaleti ortaya çıkarmasıyla, CHP'deki Kemalizmin uzaklanılışın ayak sesleri apaçık ortaya çıktı. Olay karşısında Kemal Kılıçdaroğlu'nun gösterdiği basiretsizlik bir yana, meselenin basit olmadığı görüldü. Zaten CHP'de Kemalizmin terk edilmesi bir süredir düşünsel olarak yaşanan bir süreçti. Sonunda somut olarak yaşandı. Bu gelişme, CHP'de Kemalizmin yıkılması, partide radikal bir değişime işaret etmekte, Kemalistler'in CHP'de fişinin çekilmesi anlamına gelmektedir. … Bilderberg'in Avusturya'nın Tirol bölgesinde yapılan toplantısına katılan Selin Sayek Böke (11-14 Haziran 2015) o günden sonra hızla parlatılmaya başlandı. Partinin ekonomi vitrini ve sözcüsü yapıldı. CHP'nin Tansu Çiller'i denilerek 'Yeni Genel Başkan' olarak lanse edilmesi dikkatlerden kaçmamıştı. Bilderberg, ABD'nin, CIA'nın ve CFR'nin önayak olduğu bir kuruluştur. 'Derin Dünya Devleti' denilen global oluşumu yönlendiren Bilderberg'dir. Bugün, derin bir şekilde süren savaş, sadece ekonomik amaçlı değil. Temelinde, dünyanın geleceğinde ve insanlığın kaderinde kimin söz sahibi olacağı iddiası vardır. 'Tek Dünya Devleti'projeleriyle insanlık tarihinin en kahreden projesi hayata geçirilmek istenmektedir. CHP'li muhalifler ilginç bir hamle yaptı. Böke'nin Hıristiyan olduğu, vaftiz edildiği iddiaları sorusu üzerine 'ne evet ne de hayır' diye cevap vermeyip, 'Genel Merkez'e sorun' demekle yetinmesi yeni bir kırılmayı ateşledi. CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu'nun TR-705 kodlu Gizli CIA-Rand Corp ilişkisi halen tartışılırken, 35. kurultayda CHP yönetiminin yeni stratejiye uygun olarak şekillendirilmiş oluşu ve İstanbul milletvekili Gamze İlgezdi'nin vatan evlatlarına kurşun sıkan PKK'lı teröristin cenazesine katılması, CHP ile HDP (PKK) ilişkilerine dikkat etmeyi gerektiriyor. Bülent Erandaç/Takvim Halkların kaderi denen bu döngüde, otoritenin bir ülke içinde el değiştirdiği savaşlar yaşanırken bile, başka devletlerin olaya dahil olmadığı vaka neredeyse yok gibidir. Kısacası her çatışma ortamı, başkaları açısından fırsat demektir. Başka devletlerin önce çatışma-savaş çıksın diye uğraşıp sonra bu ortamı kullanma girişimleri de olur. Ancak en riskli oyun budur; zira savaş sırasında ittifaklar yer değiştirir, güç dengesi farklılaşır; sonuç önceden öngörülemez. İşlerin böyle olduğunu, koşulların önceden hazırlanmadığını varsaysak bile, çatışma-savaş ortamlarında da halklar, gruplar ve devletler sürekli müttefik değiştirebilirler. Ortadoğu'yu karmaşık hale getiren hikayede de bu durumun büyük rolü vardır. Suriye'de Esad'ın 'azınlık' otoritesine karşı çıkan bir 'çoğunluk' vardı; çoğunluk ayaklandı. Ayaklananlar, bir muhalefet oluşturdu; bu arada Esad'ın baskıcı rejiminin 'başkaları' üzerinde olduğunu düşünen bazı halklar, ayaklananların değil iktidarın yanında saf tuttu. Bu kesim sadece Esad'ın yıllarca kendilerini korumuş olmasından kaynaklanan bir sadakatle böyle davranmamış olabilir. Belki, muhtemelen hazır kargaşa varken 'ben ne kazanırım' diyen, tüm konulara stratejik olarak 'ulusal çıkar' açısından bakan devletlerin de bir dizi ikna girişimleri olmuştur. Bir yandan teorik olarak Esad'a karşı çıkması gereken kesimlerin ona destek verdiği bir kalkışma süreci yaşanırken, birden DAEŞ diye bir örgüt ortaya çıkmış ve muhalefetin yarılmasına yol açmıştı. DAEŞ, muhalefetin bölünmesi, dünya kamuoyunda 'olumsuz muhalefet' algısı yaratmanın yanı sıra, bir davetkara dönüşmüştü. Bu davete önce İran icabet etmiş, sonra ABD ve bazı Avrupalı müttefikleri katılmış, son imzayı ise Rusya atmıştı. Şimdi ortada bir kaç temel soru var. Rusya ve ABD'nin olduğu yerde başka devletlerin ve halkların hareket alanı olabilir mi? Bu ikisi 'uzlaşı' içindeyse, başka oyunculara bel bağlayanların geleceği olabilir mi? Suriye'de ve buradaki gelişmeye bağlı olarak Irak'ta bugün olmazsa yarın parçalı bir egemenlik olacağı açık; zira ABD ve Rusya gibi iki güç ittifak kurdularsa bunu paylaşım esasına göre kurmuşlardır. Eğer senaryo buysa, sorun bölge devletleri ile halkların saflaşmasını ve Avrupalı ortakların pozisyonlarını belirlemelerini sağlamakta. Bu iki konu çok ilintili; zira oyun dışında kalan Avrupalı oyuncular her halk grubuna, deyim yerindeyse, 'asılma' halindeler. Ancak bu asılma gerçek beklentiye karşılık gelmiyor; bir tür geçici kullanma hali söz konusu. Başlangıçta demiştik; bölgelerin kaderi devletlerde diye. Suriye, Türkiye ya da başka yerdeki bazı halklar kendilerini destekleyen batılı devletler var sanıyorlarsa, üzülerek söylemek gerek, bu gerçek değil. Mesela, bugün 'batılı'ların ve/veya Rusya'nın desteğini aldığını sanan bir PYD varsa, onlara söylemek gerek. Konu ne PYD, ne PKK; konu Türkiye. Yani kabaca Türkiye bölgedeki bölüşüme razı edilmeye çalışılıyor ve bu arada Türkiye'yi razı etmekte kullanılan gruplara da vaatler sunuluyor. Beril Dedeoğlu/Star 'Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?' türünden bir tartışma. Ya da durduk yere gündemin işgali de denilebilir. Üstelik Cizre ve Sur yangın yerine dönmüş, Suriye'de ülke menfaatlerine yönelik gelişmeler yaşanıyor ve kapımıza yeni mülteciler dayanmışken! Sebep? Çok şey söylenebilir. Çok girift ve karmaşık yorumlar yapılabilir. Gelişmelere büyük anlamlar yüklenebilir. Hatta, bu tartışmadan yola çıkılarak, geleceğe yönelik projeksiyonlar da oluşturulabilir… Oysa bilenler için teşhis çok basit. Bu yaşananlar, siyasetin kronik hastalığıdır. Küskünlük veya devre dışı kalma sendromudur; ya da insanın içine 'Ben yoksam olmaz' virüsünün girmesidir. Geçmişte çok yaşadık bunları… Yakın dönemdeki Ertuğrul Yalçınbayır ve Abdüllatif Şener çıkışlarını biliyorsunuz. Yalçınbayır'ın ki eksik teşebbüs aşamasında kaldı; Şener ise tam teşebbüse rağmen sonuç alamadı. Bugün öyle bir zemin de yok… Beştepe'de arkasında en az yüzde 52'lik bir destek olan Erdoğan, Çankaya'da ise yüzde 49,5'lik desteğe sahip Davutoğlu oturuyor. Durum bu olunca, dolaylı ve direkt atışların her iki tepeyi de etkileme ihtimali sıfır mertebesinde. Ayrıca, oralara zaten içten ve dıştan belli çevreler her türlü atışı yapıyor. Böyle bir dönemde cephe gerisinden yapılan atışlar, sahibine hiç itibar kazandırmaz. Bumerang misali döner, kendisini vurur. Dün öyle oldu. Bugün de aynı. Yarın da farklı olmayacak! Bazı isimler geçmişte son derece önemli fedakârlıklar yapmış, büyük mücadeleler vermiş olabilirler. Oldukça etkili koltukları işgal edip, kritik makamlara yükselmeleri de çok fazla önemli değildir. Bizim millet bugüne bakar. Makam ve mevki elden gidip, 'Ben köşeme çekiliyorum' dedikten sonra yapılan atışları, 'Bakın o zaman böyle olmuştu' türünden açıklamaları hiç hoş karşılamaz. Tersine rahatsız bile olur. Arada alkışlayanlar da çıkar elbet. Ama onlara ve 'bravo' diye bağıranlara bakıp aldanmamak, dolduruşa gelmemek gerekir… Yükseltmez onlar, adamı aşağı çekerler! Hele hele, rakip tribünlerden geliyorsa bu alkışlar, insanı iyice aşağılara indirip, yok bile ederler! Şimdi kimse kusura bakmasın, yıllarca gördüklerim ve yaşadıklarımdan çıkardığım sonuçlardır bunlar. Hiç tersi bir gelişmeye şahit olmadım. Ayrıca, siyasetin bu genel akışı herkes için geçerlidir. Özgül ağırlığı yüksek olan Bülent Arınç için de 'Ben büyük hizmetler verdim' diyen Hüseyin Çelik için de durum farklı değil. Abdüllatif Şener ve Ertuğrul Yalçınbayır gibi isimlere bakın. Dün onların da bir ağırlıkları vardı. Ama bugün hangi konumda ve neredeler? Lafı evirip çevirmeden kısaca demem o ki… Varsa bir ağırlık, korumak lazım! Yoksa Lawrence, Troliçe ve Brütüs gibi kelimeler havada uçar durur. Hatta bitmez, yenileri bile eklenir. Emin Pazarcı/Akşam Gülay Göktürk'ün Akşam gazetesinden ayrılmak zorunda bırakılması öyle unutulacak sıradan bir olay değildir, adeta kanayan bir yaradır. Viran olası hanede evlad ü iyal olmasa, sırf bunu protesto etmek için yazmayı bırakırdım. O derece yaralandım. Gülay Göktürk her şeyden evvel 'vicdani bir eşiktir,' bu eşik yaralandı. 28 Şubat sürecinin en ceberut günlerindeki başörtüsü zulmüne karşıGülay Hanım'ın, 'Gidemeyenlerin Ülkesi' çığlığı bir efsanedir. Yine, AK Parti'ye 7 Haziran öncesi ve sonrasında kurulan tuzağa karşı, 'Erdoğan AK Parti'nin ruhudur,' diyerek karşı çıkmış ve şu unutulmaz satırlara imza atmıştır: 'Hem içte hem de dışta Erdoğan'ın tek hedef haline getirilmesinin anlamını iyi okumalıyız: AK Parti'den liderinin kellesini isteyenler, aslında AK Parti'yi AK Parti yapan ruhu istiyorlar. O ruhu ele geçirip öldürebilirlerse, AK Parti'nin 'tehlike' olmaktan çıkacağını, renksiz - kokusuz- ruhsuz bir politik hareket haline geleceğini, dünya müesses nizamı tarafından ehlileştirilip kontrole alınabileceğini biliyorlar çünkü.' Tek tesellimiz, Gülay Hanım'ın yazmayı bırakmasına neden olan nobranlığa karşı Sabah Grubu'nun yaptığı tekliftir. Ah keşke Sabah'ta veya Yeni Şafak'ta yazmaya başlasa. Zira, onun yazmadığı bir ülkede bütün yazılar eksik kalmış demektir. Gülay Göktürk'ün tekrar yazmaya başlaması için izninizle şuracıkta imza kampanyası başlatıyorum. İlk imzayı da haliyle ben atıyorum. Buyrun gerisi gelsin… Salih Tuna/Yeni Şafak