Bir HDP milletvekili, Burcu Çelik Özkan, meclis kürsüsüne çıkmış, kırk dört yıl önce, 30 Mart 1972'de öldürülen Mahir Çayan ve arkadaşlarını anmış. 'Hayatlarını kaybeden on yoldaşımız' demiş. Saygıyla ananlara sonra AKP milletvekili Ayşe Nur Bahçekapılı da eklenmiş. (Bu hanımlar niçin hep böyle üç isimli yahu, Emine Ülker Tarhan ya da Catherine Zeta Jones gibi?) Olabilir. Mahir Çayan da saygıyla anılabilir Abdullah Çatlı da, memlekette demokrasi var. İsteyen Kamboçya lideri Pol Pot'u da saygıyla anabilir, gözlüklü gördüğü herkesi entel diye öldürtüyordu... Cem Yılmaz'ın dediği gibi, isteyen maymuna, isteyen krem peynire bile tapabilir ayrıca. Bize kalsa, Deniz Gezmiş'i daha bir saygıyla anardık ama Mahir Çayan'ı pek o kadar saygıyla anmazdık. Deniz ne kadar sempatikse, Mahir de bir o kadar antipatikti. Bu hanımlardan biri Çayan'ı komünist olduğu için, öteki faşistler tarafından öldürüldüğü için anıyor, arada 'nüans farkı' var, olabilir. Lakin, HDP'linin lafının arkası çok ilginç: 'Geçen bunca yıla rağmen onların verdiği mücadele hâlâ sürüyor' demiş. Biz tarihte kaldığını sanıyorduk. Gerçi Kandil Dağı taraflarında bir mücadele sürüyor ama... Demek ki bunlar, yirmi birinci yüzyılın ilk yarısında 'komünist bir Kürt devleti' kurabileceklerine ciddi ciddi inanıyorlar... Amerika'nın, ya da Avrupa'nın, ya da Rusya'nın, ya da İran'ın, ya da İsrail'in, ya da şunun bunun, petrol bölgesinde komünizme izin vereceğini ciddi ciddi umuyorlar... Mücadele günümüzde de sürüyormuş. Demek ki Sovyetler Birliği yıkılmamış. Dünya değişmemiş. Küba bile Amerika'yla barışmamış. 'Tam bağımsız ve gerçekten demokratik' ha, Mahir Çayan ve daha başka birçok 'genç ölünün' istediği gibi? Onların yaptığı gibi NATO'da görevli teknisyenleri falan da kaçıracak mısınız, yoksa yalnızca Türk askerini ve Türk polisini öldürmekle mi yetineceksiniz? Yani sizce 'yöresel lezzetler' mi eylem biçiminiz? 'Milli demokratik devrim' ha? Yani devrim yapıp iktidarı 'milli burjuvaya' vereceksiniz, onlar da aptal oldukları için sonra size devredecekler... Ne yani, Lenin'in iktidarda çuvalladığı zaman yumurtladığı NEP gibi bir şey mi uygulayacaksınız? (Novaya ekonomiçeskaya politika, yeni iktisat politikası.) Bir çeşit devlet kapitalizmi yani. İyi ama Kemalistler bunun daniskasını zaten yapmışlardı be Burcu Hanım! Peki, 'Mahir- Hüseyin- Ulaş' üçlüsünün yaptığı gibi İsrail konsolosunu kaçırıp sonra öldürecek misiniz? (Bak, Yüzbaşı İlyas'ı hiç karıştırmıyorum.) Ama sonra İsrail sizin devlet kurmanıza izin vermeyebilir ha... Kuracağınız devlet herhalde NATO'ya da karşı olacaktır. Bu ülkede 'NATO'dan çıkalım' diyen hemen herkes erken öldü. Sağ kalarak kurtulmanın yolunu da en iyi sizin samanlık güzeli Ertuğrul bilir, parti grubunda yakala da soruver. Engin Ardıç/Sabah Türkiye-ABD ilişkileri balayı dönemini yaşamıyor, bunu bilmek için dış politika analisti olmaya gerek yok. Fakat krizlere sahip olsa da müştereklerle ilerleyen bir ilişki var ki bu da etrafımızda devam eden çatışmaları ve Obama yönetiminin sorumsuz ve yansıtmacı politikalarını hesaba katarsak an itibarıyla kötü sayılmayacak bir seviyede. Mesela John Kerry'nin emekli olduktan sonra Obama hakkında söyleyeceklerini bekleyin: Göreceksiniz ki şu an Cumhurbaşkanı'nın ABD yönetimine getirdiği eleştirilerden farklı olmayacak. Obama'nın narsist dış politikasından Rusya, İran gibi birkaç ülke dışında kimse memnun değil. Özellikle bizi doğrudan ilgilendiren Suriye, Irak, PKK ve DAİŞ gibi konularda bu narsizmini sürdürmesi de doğal olarak Türkiye ile ABD yönetimi arasında sorunlara sebep oluyor. ABD basınında Obama'nın dış politikasıyla ilgili yazılan çizilenlere, Obama'nın dünyada kendisi dışındaki liderler hakkında neler söylediğine bakın, ciddi meselelerle boğuşan dünya liderlerinin Obama'yla iş yapmasının ne kadar zor olduğunu görürsünüz. Yani sorun Türkiye'de değil, sorun Obama'da. Benzer şekilde Washington'daki think-tank camiasında AK Parti hükümetinin çok popüler olduğunu söyleyemeyiz. Fakat sizi temin ederim ki Ankara'daki think-tank camiasında da Obama yönetimi hiç popüler değil. Kaldı ki Washington'daki Türkiye çalışanların kendisini ciddi manada güncellemesi gerekiyor. Bana biraz 2000'lerin başında İsrail'de Türkiye çalışanların düşünce kalıplarını andırıyor Washington'un Türkiye algısı. Analizle muhalefet yapmak arasına çizgi çekmekte zorlanan 'analistler' çoğunlukta ki bu da onların yazdıklarını 'analiz' yapmadığı gibi onların 'analizleri' üzerinden Türkiye okuması yapan dış politika çevrelerinin okumalarını da sağlıksız kılıyor. Kimsenin konuşmadığı fakat bence bu tartışmaların en önemli noktalarından birisi ise FETÖ'nün artık ABD merkezli bir harekete dönüşmesidir. Türkiye'yi artık deplasman olarak gördüklerinden dolayı Cumhurbaşkanı Erdoğan'la kendi vatanları olan ABD'de 'hesaplaşmak' istemeleri ve çıkartmayı veya köpürtmeyi umdukları bir krizi kendilerine meşruiyet malzemesi yapmaya çalışmalarıdır. Cumhurbaşkanının ABD'deki görüşme trafiğinin her ayağına ilişkin şayialar ortaya atmak, geziyi bağlamından çıkarmak suretiyle 'kendi statları' olarak gördükleri ABD'de skor yapmaya çalışmalarıdır. Sorun ise Cumhurbaşkanı'nın ABD ziyaretinin beklenilenden daha da iyi gitmesidir. Diğerlerinin yanında Kerry, önde gelen think-tankçilerle ve Yahudi kuruluşlarıyla vs. yapılan görüşmeler, Brookings'te Washington'un etkili isimlerinden Strobe Talbott ve Martin Indyk'nin sunumu ve moderatörlüğündeki toplantı, Maryland'daki külliyenin açılışı ve Emine Hanım'ın SETA DC'nin organizasyonuyla insani meselelere ilişkin yaptığı konuşma, aslında Nükleer Zirve için ABD'de bulunan Türkiye delegasyonunun görüşme trafiğini zaten yeterince kayda değer yapıyor. Kısa bir süre sonra koltuğu bırakacak olan Obama ile görüşmesinin sembolizmi ise trafiğin diğer ayaklarının reel getirilerinden kat be kat daha önemsiz. Sembolizmi aşıp reel getirilere yoğunlaşmalıyız… Ufuk Ulutaş/Akşam F. Gülen'in Türk Silahlı Kuvvetleri'ni ele geçirmeyi ne kadar önemsediğini, 17/25 Aralık öncesi Yalova'ya beni ikna için gelen Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Mustafa Yeşil'den duydum. (Bunu detaylı olarak Kirli Hesaplar Çarşısı kitabımda yazdım.) Bana, asıl hedefin silahlı kuvvetlerde hâkimiyet ve kontrol kurmak olduğunu söyledi. Ben, 'hani vakıflar, okullar, yurtlar, üniversiteler, hastaneler, medya, diyalog faaliyetleri ile gönüllere girilecekti' diye itiraz edince, 'Onların hepsi kolu korumak için. Kol, silahlı kuvvetler... Hocaefendi diyor ki, bulunduğumuz coğrafyada ayakta kalmamız kolu korumakla, silahlı kuvvetlerde olmakla mümkün...' F. Gülen, 'milletin ferdi kendi devletinin kademelerine girer' dedi ama başka bir şey yaptı. Devlet kademelerinde dürüst, kabiliyetli, millet ve vatan sevgisi ile dopdolu insanların bulunmasını istemenin ötesine geçti. Bu insanların devlet çarkının işleyişi içinde, kanun ve yönetmeliklere bağlı, amirlerinin hukuk içindeki emir ve talimatlarını yerine getiren kimseler olması yerine, talimatlarını Gülen'den alan bir otonom yapı çıktı karşımıza. Abi ya da imam denilen, tek özellikleri Gülen'e körü kürüne bağlı, vicdanını ve iradesini Gülen'e teslim etmiş insanlara zimmetlenen, hipnoz edilmiş kadrolar çıktı karşımıza... Şimdi amirleri yerine, genel müdür, müsteşar, bakan yerine, Gülen'in talimatları ile hem de devletin en kritik yerlerine bir ajan gibi yerleşen, tayin ve terfilerde söz sahibi olan ve en sonunda da güç zehirlenmesiyle 17/25 Aralık'ta darbeye teşebbüs eden bir Paralel Devlet yapılanması ile karşı karşıyayız. Bugün, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ve hükümetin kararlılığı sayesinde Paralel Yapı ile çok ciddi mücadele ediliyor. Gülen, ABD, AB ve Rusya'dan medet umuyor. 17/25 Aralık'ta yapamadığını bir darbe ile yapmayı düşünüyor da olabilir. Son olarak millete 'zırva' deyip beddualarını sürdürdüğüne göre bir cinnet hali yaşadığı da belli. Gülen ne yaparsa yapsın kaybetti. Çünkü millet vicdanında kaybetti. Devletimizin nasıl bir ihanetle karşı karşıya olduğunu herkes gördü. Gülen, darbe falan yaptıramaz... Hüseyin Gülerce/Star Türkiye 2013'te derin bir siyasi altüst oluşa tanık oldu. Uzun yıllar sessizce süren ve 7 Şubat MİT Operasyonu'yla sarsılan AK Parti-Gülen Cemaati ilişkisi 17-25 Aralık darbesiyle koparken, aynı zaman diliminde CHP-Cemaat flörtü başlıyordu. Kamuoyu siyasi şoktaydı. Düne kadar Ergenekon-Balyoz gibi darbe davalarını 'F-Tipi tezgâhı' olarak niteleyen CHP, Gülen Cemaati'yle kol kolaydı. AK Parti, Cemaatin 'Paralel Yapı' oluşturduğunu, devletin kılcal damarlarına girerek onlarca kumpası kurduğunu fark edip geri dönerken, CHP 'düşmanımın düşmanı dostumdur' mantığıyla kumpasçılarla siyasi ittifak yapıyordu. Bu taammüden siyasi ittifaktı. Bu kirli ittifak en büyük yatırımını 30 Mart 2014 Yerel Seçimleri öncesi yaptı. Akla hayale gelmeyen yalan ve iftiralarla kara bir kampanya yürüttü. Özellikle CHP, 25 Şubat 2014'te dönemin başbakanının ülkeyi terk edeceğini ileri sürecek kadar zıvanadan çıktı ve Meclis kürsüsünü yasadışı dinlemelerle kirletti. Ama 30 Mart akşamı hepsi derin bir hayal kırıklığı yaşadı. Türkiye toplumu kirli ittifaka izin vermemişti. Aynı şey biraz daha genişletilerek 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşandı. O da hayal kırıklığıyla noktalandı ve bir kez daha yenildiler. O yenilgiden sonra ittifaka yeni bir isim daha katıldı: Can Dündar yönetimindeki Cumhuriyet. İlginçtir, sonradan CHP milletvekili olan gazeteci Utku Çakırözer getirildiği Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeliği'nde ancak 3 ay kalabilmiş, İstanbul'a evini taşımasına rağmen hiçbir açıklama yapılmadan apar topar görevden alınarak yerine CanDündar getirilmişti. Bu bal gibi derin bir 'cemaat' operasyonuydu. Böylece CHP- Cemaat- Cumhuriyet ya da Can'lı Cumhuriyet ilişkisi tamamlanıyordu. Can'lı Cumhuriyet diyorum çünkü bu ittifaktan rahatsız olan Cumhuriyetçiler de vardı. Her şey bir yana, cumhuriyetle yaşıt iki kurumun Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) olarak yargılanan karanlık bir yapıyla, bu kadar açık siyasi ilişki kurması basit bir hesap değildi. Ortada deyim yerindeyse CHP ve Cumhuriyet açısından 'siyasi intihar veya siyasi bir dibe vuruş' yaşanıyordu. Bunun daha uç örneklerini de görmeye başladık. Bu yüzden kamuoyu bugüne kadar 3 C ittifakının siyasi boyutuna destek vermedi ve kaygıyla izledi. Şimdi yargı bu ittifakın hukuki boyutunu masaya yatırdı. Oradan ne çıkacağını ise davanın ilerleyen celselerinde göreceğiz. Mahmut Övür/Sabah 2013'ün 27 Aralık'ından bu yana köprünün altından çok sular aktı. Birçok tartışma geride bırakıldı. Ama ne Paralel Yapı meselesi, neTürkiye'ye kurulan tuzak mesesi, ne de buna karşı baştaCumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere milletin geliştirdiği büyük direnç meselesi gündemimizden düşmüş görünmüyor. Dün 17/25 darbe teşebbüsü ile Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı tasfiye etmeye, milleti diz çöktürmeye niyetlenenler, bugün terörbelası ile aynı şeyi yapmaya çalışıyor. Dahası, içerideki işbirlikçilerinden umudunu yitirmiş olacaklar ki dışarıdan medet umar hale geldiler. Tam da böyle bir dönemde… Cumhurbaşkanı Erdoğan Amerika'nın başkenti Washington'da. O, TUR uçağına binip yola çıktığında kara propagandayı bir silah olarak kullanan çevrelere inat, bu millet tıpkı 27 Aralık'ta Sakarya'da başlayıp her daim ona sahip çıktığı gibi, bu kez, 'We love Erdoğan' (Seni seviyoruz Erdoğan) başlığı altında sosyal medyada ayağa kalktı. Türkiye'de saatler gece yarısına gelirken, Washington'a inen Erdoğan, kalacağı otelin önünde 'We love Erdoğan' pankartlarıyla karşılandı. Twitter'a sızmış hazımsızların yaptıklarını bahis konusu etmeyeceğim. Burada mühim olan, son dönemde karşılıklı sıkıntıların yaşandığı Amerika'ya doğru yola çıkan… Ve gittiğinde orada itibarsızlaşması için elinden geleni ardına koymayan çevrelere inat… Kendi kaderiyle onunkini bir gören bu milletin Erdoğan'a sahip çıkmasıdır. Sosyal medyada 'We love Erdoğan' başlığı altında paylaşılan dualar, fotoğraflar, anılar vesairenin tamamı Erdoğan'ın şahsında milletin kendini bulduğu gerçeğidir. İtibarsızlaştırma çabalarına, 'Sokağa çıkamayacak, uçağa binip Türkiye'yi terk edecek' demelerine rağmen, 17/25 Aralık darbe teşebbüsünü, 'Ben kendimi size emanet ediyorum' dediğimilletiyle birlikte püskürten Cumhurbaşkanı Erdoğan, son olarak Washington'a giderken yine arkasında dağ gibi duran milleti görmüş oldu. Çünkü yine Erdoğan'ın cümlesiyle: 'Bu aziz millet her zaman ferasetiyle, basiretiyle neyin ne olduğunu çok iyi anladı'. Geçenlerde yazmış, 'Ben insanlık milletindenim, vatanım tüm dünya' diye. Aynı düşüncenin bir başka versiyonu yakın geçmişte şöyle diyordu, 'Bizim bir devlete aidiyet duygumuz yok. Olsaydı devletimize olurdu.' Bu zihniyet 'İnsanlık milletindenim' dediğinde, 'İbrahimmilleti'nin ne olduğunu bilecek müktesebata sahip. Lakin o müktesebatın ihlasını çoktan yitirmiş. Çünkü içine kaçan virüs DNA yapısını değiştirmiş. Laboratuvarda üretilen bir mikrop gibi çoğalıp, kontrolden çıkan bu yapı, son olarak umudunu 'dışarının kışkırtma ve teşvikle' yapılacak bir darbeye bağlamıştı. Amerika'dan gelen çatlak sesler, orada burada fısıltıyla dillendirilen bu meyandaki görüşler nihayetindeGenelkurmay tarafından reddedildi. Genelkurmay Başkanlığı yaptığı açıklamada, 'emir komuta zinciri'ne atıf yaptı, 'demokrasiye bağlılık' sözü verdi. 'Hiçbir yasa dışı, emir-komuta hiyerarşisi dışı oluşum ve/veya harekete taviz verilmesi söz konusu değildir' dedi. Paralel Yapı elemanlarının bir cunta oluşturacağı fikrini dillendirenlerden biri de bendim. Ve bu iddiamı sürdürüyorum. Lakin Genelkurmay'ın yaptığı açıklamayı son derece önemsiyorum ve kıymetli buluyorum. Hele bir de bu açıklamadan hemen önce Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Harp Okullarını ziyaret etmesi ve önceki gün Çankaya Köşk'ündeBaşbakan Davutoğlu 'Paralel Yapı ile mücadele toplantısı'yapılmışsa… Yapılan açıklamanın zamanlaması sizin de dikkatinizden kaçmadı, öyle değil mi? Hasan Öztürk/Yeni Şafak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Washington temasları yoğun tempoyla devam ediyor. Seyahatin sebebi 4. nükleer güvenlik zirvesi görüşmelerine katılmak. 2010'dan itibaren yapılan nükleer zirvenin gündemi dünyanın nükleer güvenliğinin önündeki potansiyel riskleri ortadan kaldırmak. Böylesi bir hedefin gerçekleşmesi için istihbarat paylaşımından başlayarak kapsamlı bir uluslararası işbirliğine ihtiyaç var. Ancak ortak tanımlanmış terörle mücadelede bile müttefik ülkelerin istihbarat paylaşımını yapmakta zorlandığı bir ortamda nükleer materyal konusunda bunun etkili bir şekilde yapılması için gidilecek uzun bir yol mevcut. Elbette Erdoğan'ın Washington seyahatinin kritik boyutu nükleer zirve değil. Asıl gündemi ikili ilişkileri 'ortak değerler ve karşılıklı menfaatler temelinde' yeniden yapılandırmak için çaba göstermek. İkili ilişkilerdeki anlaşmazlıkların getirdiği pürüzlü ortamda 'Türkiye karşıtlarının' bildik suçlamaları arz-ı endam ediyor. Sözgelimi ABD medyasındaki bazı yazılar Erdoğan'ın seyahati vesilesiyle Türkiye'ye 'güçlü bir demokratikleşme uyarısı' verilmesi yönünde kampanya yürütüyor. Erdoğan'ın bazı düşünce kuruluşlarından isimlerle yaptığı konuşmadaki YPG'ye verilen desteği eleştirmesini Foreign Policy Obama'ya 'sert vuruş' olarak niteledi. Yine Amnesty International bir çağrıyla Erdoğan'ın Brookings'deki konuşması sırasında 'insan hakları ihlalleri' adı altında protesto çabası içine girdi. İkili ilişkilerdeki sorunları aşma amacıyla Erdoğan'ın seyahatinde verdiği mesajlar ise yapıcı bir tonda. Düşünce kuruluşu temsilcileri ile görüşmede PYD konusunda bile ABD'nin 'Türkiye'yi anladığını ve yanında olduğunu düşünmek istediğini' söyledi. Önerisi ise daha net: 'Karşı karşıya bulunduğumuz sorunların çözümünde Türkiye- ABD ittifakının bir alternatifi olmadığı ortadadır. Burada esas mesele bu işbirliğinin gerek stratejik gerek taktik düzlemde gerçek anlamda verimli kılınabilmesidir.' DEİK'in düzenlediği yemekte işadamlarına yaptığı konuşmada ise Erdoğan, ABD- Türkiyeilişkilerinin 'stratejik ortaklık', hatta Obama'nın önerisiyle tanımlandığı şekliyle 'model ortaklık' düzlemini hatırlattı. İkili ilişkilerde bugün itibariyle model ortaklıktan uzak olduğumuz açık. Obama yönetiminin son ayları ve seçim dönemi olduğundan özellikle medyada ikili ilişkilerde güven ve algı meselesi daha fazla öne çıkıyorsa da uzun vadeli gerçek gündem belli. Türkiye- ABD ilişkilerinin özellikle Ortadoğu'daki sorunlar boyutuyla sıkıntıların giderilmesi ve yeniden canlandırılması gerekiyor. Bunun da Erdoğan'ın işaret ettiği üzere 'ortak değerler ve karşılıklı menfaatler temelinde' yapılması elzem. Bu sebeple Obama yönetiminin PKK'nın kolu olan YPG'yi desteklemesini Erdoğan'ın eleştirmemesi mümkün değil. Burhanettin Duran/Sabah Evet Can Dündar bu meselenin gazetecilik olmadığını söylüyor.. Eğer sahiden yaptığı işin gazetecilik faaliyeti olduğunu düşünseydi, kitabında açık-seçik kaynak ifşaatı yapar mıydı?.. Çıkar derdi ki; 'siz haberin doğru olup olmadığıyla ilgilenin. Nereden bulduğum bana kalsın'... Ama öyle demedi.. Yol arkadaşlarını satışa getirdi.. Bunca yılın Can Dündar'ı, oraya tam tarih ve adres yazdığı anda, görüntüleri kimin gazeteye getirdiğinin 'kabbak gibi' ortaya çıkacağını bilmiyor muydu sizce?.. Pek âlâ biliyordu.. Nitekim çıktı da.. Bundan sonra sorulması gereken başka sorulara geldi sıra.. Mesela; (eğer sahiden görüntüler Enis Berberoğlu üzerinden gelmişse) Enis Berberoğlu'na bu görüntüleri kim verdi?.. Değerli dostlar.. Bugün yargılaması yapılacak olan dava son derece önemli.. Bu bir vatana ihanet davasıdır.. Yabancı gizli servislerin, içimizdeki taşeronları eliyle çektiği operasyonların yargılandığı bir davadır.. Geçen hafta yapılması gereken yargılama, bizzat CHP'li vekillerin müdahalesiyle engellendi.. Bunu unutmayın.. Sistematik olarak 'konsolos selfie' etrafında dönüyor tartışma.. İngiliz ya da Amerikan konsolosu zaten fıtratının gereğini yapıyor.. Onda sorun yok.. Ama orada aslolan, CHP'nin bu davanın görülmesini engelleme gayretiydi.. Bugünkü duruşmada da bunu göreceğiz.. Değerli dostlar.. Enis Berberoğlu, hem CHP yöneticisidir.. Hem de Aydın Doğan medyasının, kumpas davaları sırasında tepe yöneticiliğini yapmış bir isimdir.. Şimdi artık cin şişeden çıktı.. Can Dündar açıktan tehdit etmiş, 'Eyy CHP, bana sahip çıkmazsanız ben de öterim' demişti.. Anlaşılıyor ki, 'öttü'.. Dahası.. Meselenin bu boyuta gelmemesi için, bizzat Enis Berberoğlu, kendi eliyle Hürriyet'e yazar yaptığı Akif Beki'nin programında, MİT TIR'ları ihaneti konusu geldiğinde; '... Adam devletin askeri.. silahı doğrultmuş tutuyor. Şimdi bu fotoğrafı basınca vatan haini mi oluyorsun?...' diyerek savunmuştu arkadaşlarını.. Ersoy Dede/Star Kim mi bunlar? Bu defakiler, Fetullahçı Marksistler. Şimdi sakın ola, 'Marksistten Fetulahçı mı olur?' demeyin. Olmaması lazım elbette. 'Din afyondur' diyen bir anlayışla dini referans alarak ortaya çıkan grubun bir araya gelmemesi gerekir. Ama bizde oluyor. Marksisti gerçek Marksist, din adına ortaya çıkanı samimi dindar olmayınca, bu tür ittifaklar kuruluyor. Üstelik daha fazlası da var. 'Fetöcü Liberal' de gördük biz bu ülkede, 'Fetöcü milliyetçi' de! Fetöcüler sever bu tür ittifakları. Tek sevmedikleri tek bir kesim vardır, o da samimi Müslümanlar. Yayın organları da eski Marksistler, liberaller ve diğerleriyle dolu değil miydi? Genellikle akıl-sır ermez bunların yaptıklarına. Algı operasyonlarıdır bütün işleri, olmazları oldurmaya çalışırlar hep… Gün olur Silahlı Kuvvetler'e savaş açarlar. Kumpaslar kurup, onları cezaevlerine doldurmaya çalışırlar. Her türlü ahlaki ilkeyi çiğneyip, yapılabilecek en uç iftiraları üretirler. Suçüstü yakalansalar bile pişkinlikten taviz vermeyip, 'kim, ne, ben mi?' sözleri ile aradan sıyrılmaya çalışırlar. Bizzat şahidim ne yaptıklarına. Üstelik arşivlerde görüntüleri de var. 2008 Yılı'nda Ülke TV'de Mehmet Acet'in sunduğu bir programda, 'Ergenekon doğrularla yanlışların karışımıdır' dediğimde üzerime saldırdılar. 'Çete onlar çete' diye söylemediklerini bırakmadılar. Bu kadarla da kalmadı, gazetecilik mesleğinin dışına atmaya çalıştılar. Asıl ilginç olan da o dönemde 'Ergenekoncu' suçlamalarına muhatap olanların, bugün onlarla el-ele, kol-kola olmaları. Yan yana gelip, 'darbe çığırtkanlığı' yapması! Görüyorsunuz işte, garip ama oluyor, tamamı gözlerimizin önünde yaşanıyor. Yadırgıyor muyuz? Tabii ki hayır! Biz neler gördük neler… 12 Eylül 1980 darbesinde de bunlar vardı. Kimi 'profesör', kimisi 'bürokrat', kimi de 'işadamı' unvanına sahipti. Darbe savunuculuğu ve darbeci şakşakçılığında birbirleriyle yarıştılar. Solcusu biat etti, liberali şerit değiştirip asker savunucusu oldu, milliyetçisi alkışladı, dindarı 'iyi ki varsınız paşam' nutukları attı. Bugün de aynısını yaşıyoruz. Hiç değişmedi bunlar. Yine kıvrak bel hareketlerinin her türünden örnekler veriyorlar. Ama değişen bir şey var. Hem de çok önemli bir şey. İtibar görmüyorlar. O darbe yapmaya davet ettiği kesim tarafından aşağılanıyorlar. Üstüne bir de haklarında suç duyurusunda bulunuluyor. Utanıyorlar mı? Elbette hayır! Bunların hesap edemedikleri çok önemli bir nokta daha var… Yerlidir, millidir, vatan sevdalısıdır bizim askerimiz. Elbette PKK, PYD ve Paralel Çete dâhil, milli olmayan her türlü oluşumla yan yana fotoğraf verenlerle aynı kare içine girmez, giremez.. Nitekim sağlam bir tokat attı, bu darbe heveslilerine. Yine olmadı, bakalım bundan sonra neyi deneyecekler? Emin Pazarcı/Akşam Can Dündar'ın dostu dolu milletvekili var, o kesin de... Merak ediyorum. Sahiden solcu bir milletvekili var mı? Varsa hangi partide? Solu beğenirsiniz, beğenmezsiniz, nefret edersiniz, katılmasanız bile değer verirsiniz falan; şu an meselenin o tarafında değilim. Eleştirmek için bile önce solculuğun asgari koşullarında anlaşmak gerekmez mi? Gezi'de sermaye oligarşisiyle el ele iktidar devirmeye kalkanların solculuğu mu olurmuş! Pensilvanya'nın uşaklığını yapacaksın fakat bir taraftan da 'solcu milletvekili' sayılacaksın! Yok öyle şey! Türkiye'yle İran'ın çıkarları çatışırsa İran'ın yanında yer alırım diyen, şimdiden Esad'ınayaklarını öpmeye razı birtakım milletvekillerinin solculuğundan dem vurmak solun en aşağı hal ve tanımlarına bile haksızlıktır. Tamam, solcu dediğin enternasyonalist olur! Ama bu bizimkiler gibi emperyalist yardakçısı olmak anlamına gelmiyor yahu! Benim bildiğim, AB liderlerine şekvacı, Obama'ya şakşakçı olmak değildir solculuk! Solcu milletvekili denilince insanın aklına teröristlerin arkasına saklanan değil, emekçi örgütlerin yanında yer alan bir siyasetçi gelmeli. Siz böylesini CHP'de, HDP'de görüyor musunuz? İstanbul'a gelince Bağdat Caddesi'nde alkışlı yürüyüş, Boğaz'da dedikodulu oligarşik sermayeden dostlarla dedikodulu toplantı yapıp Ankara'ya dönenin solculuğu mu olur? İçlerindeki kötülük dolup taşmasa... Dünyadaki bazı çevreleri arkaları alıp Türkiye'nin kötülüğü için çalışmasalar kendilerini 'solcu' sanan bu arkadaşlarla dalga geçer, yolumuza giderdik. Fakat bir dakika! Belki ben yanılıyorum. Öyle ya, belki de solculuk bitti gitti! Düşünsenize koskoca Birikim dergisi bile 40 yıllık 'birikim'ini hiç sıkılmadan çöpe attı;açıktan darbeci oldu. Belki de... Ajanlık, imaj operasyonu, seküler sığınma evi ve takiyyeden başka işlevleri kalmayan 'sol' kavramını bir yana bırakıp 'olumlu popülizm' (halkın gerçekleşen demokratik iradesi) üzerinde yeniden düşünme zamanı geldi. Haşmet Babaoğlu/Sabah Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'la Washington'dayız. Gezinin esas amacı Nükleer Güvenlik Zirvesi. Ancak ekonomik konular başta olmak üzere çeşitli başka faaliyetler de içeren bir gezi bu. Her zaman olduğu gibi, toplantılara katılmak maksadıyla bazı bakanlar, bürokratlar ve birçok büyük özel sektör kuruluşunun temsilcileri de Washington'da. ABD ile Türkiye arasındaki Ticaret hacminin da artırılması ve karşılıklı yeni yatırım imkanlarının araştırılması maksadıyla, iki ülke işadamlarının katıldığı toplantılar yapılıyor. Seyahatinde Cumhurbaşkanımıza refakat eden ilgili bakanlar da bu toplantılarda katalizör görevini yerine getiriyorlar. Gezinin son günü de; camisi, Türk evleri, kültür merkezi, misafirhane, İslam eserleri müzesi, Osmanlı çeşmeleri ve Türk hamamıyla ABD'deki ilk kapsamlı Türk-İslam kültür merkezi olan Maryland Külliyesi'nin açılışı yapılacak. Cumhurbaşkanımızın Washington'a gelişi ve burada ülkemiz lehine gerçekleştireceği faaliyetlerin rahatsız ettiği çevreler, daha gezi başlamadan harekete geçmişlerdi. Geldiğimiz gün Washington'da kalacağı otelin önünde kendisini coşkuyla karşılayanların yanı sıra güya demokratik hakkını kullanıp protesto niyetiyle gelen birkaç kişi de vardı. Cumhurbaşkanımızı coşkulu bir şekilde karşılayanların yanında sesleri pek duyulmasa da, belli ki devletin kendilerine teslim edilmemiş olmasından duydukları kızgınlıkla, bazı sloganlar atmaya çalışıyorlardı. Cumhurbaşkanımızın seyahatinin ülkemize sağlayacağı faydalar ve Nükleer Güvenlik Zirvesi ile ilgili geniş bilgileri inşallah seyahat sonunda gazetenizden ve diğer yayın organlarından izleyeceksiniz. Ancak şimdiden, başta ekonomi ve Paralelle mücadele konusu olmak üzere çok verimli görüşmeler yapıldığını ve iki ülke arasındaki ilişkilerin bundan sonra daha da gelişeceğini söyleyebiliriz. Bazı ikili görüşmelerde diğer konuların yanında Paralel Örgüt konusunun da gündeme geldiği ve ABD'li yetkililere, 'işin bildikleri gibi olmadığının' açık bir şekilde ve delilleri ile anlatıldığını ve onların da hakikaten çok şaşırdıklarını belirtelim şimdilik. Söylenebilecek olan şu ki, ABD'deki Paralel Örgüt mensupları için hayat bundan sonra eskisi kadar kolay olmayacak. Ekrem Kızıltaş/Takvim Eski Kaşar Graham Fuller, Rand Corporation'ın daimi politik danışmanıdır. 'CIA ustalarının şirketi' olarak bilinen işbu 'düşünce' kuruluşunda 1982 sonrasında Paul Henze de çalışmıştır. Rand Corporation denildiğinde 'Türkiye'deki İslamcı Akımlar' raporu (1990) akla geliyor! Rand'in raporu ABD'nin 'Ilımlı İslam' projesini anons ediyordu. Proje, 1980'li yılların ilk yarısında oluşturuldu. Doğu Bloku'nun çöktüğü 1990'lı yılların başından itibaren de sahaya indirildi. 1990'da SSCB'nin önderliğindeki Doğu Bloku'nun parçalanmasıyla birlikte NATO'nun İslam'ı 'düşman' konseptinde ilk sıraya yerleştirdiği dönemi; eş zamanlı olarak da Türkiye'deki 'laik aydın' suikastlarının başladığı yılı hatırlıyoruz! 1990-1993 arasında yoğunlaşan cinayetler, Baronsal Gladyo'nun (Eski Rejim) 'psikolojik harp' vasıtaları eliyle hayali 'Radikal İslamcı' örgütlerin üzerine yıkılmıştı! Paralel Yapı'ya ait Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın 1994'te kurulduğunu; Mister Locaefendi'nin ise 1994'ün sonundan itibaren Türkiye'de siyasilerle özel görüşmelere başladığını ve 'Ilımlı İslami kesimin hoşgörülü, diyalogdan yana lideri' olarak lanse edildiğini de bu resme ekleyelim! Şubat 2010'da Rand'in Avrupa Masası görevlisi olan Stephen Larrabee tarafından yazılan raporda 'CHP'nin üst yönetimi değişmelidir' deniliyordu! Üç ay sonra, Baykal bir kaset operasyonuyla devrildi. Gladyo'nun Baronları Paralel Yapı eliyle CHP'nin liderini alaşağı etmişlerdi! Rand Corporation'ın 2007 yılındaki bir başka raporu, yine 'Ilımlı Müslüman Ağlar Oluşturmak' üzerinedir. Rahmetli Necmettin Erbakan, işte bu 'sinsi' raporun dolaşıma girdiği dönemdeki bir söyleşisinde şöyle diyordu: 'Ilımlı demek, cihad şuuru olmayan bir Müslüman istemektir! Sömürüye sesini çıkarmayacak, Haçlı Siyonist ittifakının emrinde olacaksın, demektir! ABD ve İsrail'in masum Müslüman kitleleri kasten katletmesine, kanlarını dökmesine asla ses çıkarmayacaksın; bağımsızlıktan söz etmeyeceksin; Batı'dakiler gibi Müslümanları terörist kabul edeceksin! Ilımlı İslam diyerek, böyle düşünen Müslüman istiyorlar!' Paralel Locaefendi'ye Türkiye'deki Baronsal Gladio tarafından 1984'te 'kapalı kapılar' ardında 'Ilımlı İslam' temelinde derin 'sefer görev emri' verilmiştir! 1984, aynı zamanda PKK terör örgütünün ilk saldırılarını başlattığı yıldır! Üniversiteye girişten askeri liselere kadar zincirleme olarak SINAV soruları, Paralel elemanlara 'paslanmaya' yine 1984 yılında başlandı: Askeriye'de, Emniyet'te ve Mülkiye'de Paralel mensuplarının yerleşmeye başladığı bir dönemden söz ediyoruz! 1990'lı yıllarda, işbu yolda hayli mesafe aldılar! Paul Henze (1924-2011), CIA'deki görevine Radio Free Europe'da başlamıştı. Son derece kanlı ve kirli bir süreci ifade eden 'Komünizmle Mücadele' konseptinin 'ideolojik dinozoru' diye bilinen bir ajandan bahsediyoruz. Bir de CIA şemsiyesi altındaki 'Radio Free Asia' var ki, Moon tarikatı ile bağlantılıdır. ABD'de 1982'de yayın hayatına başlayan Washington Times gazetesi, Moon tarikatına aittir.1986'da yayınlanmaya başlayan Zaman gazetesini ise 'daha ilk yılı dolmadan' Paralel Yapı nüfuzuna geçirmişti! Günümüzün firarilerinden Paralel Zaman'ın ilk sahibi Mister Kaya, Moon'cu Kasım Gülek'in çok yakınındaydı. 1996'da Mister Gülek'in cenaze namazını kıldıran da Locaefendi idi. Kasım Bey'in eşi Nilüfer Gülek mi, Beylikdüzü'ndeki arazisini Paralel'e ait Fatih Üniversitesi'ne bağışlamıştı! Tamer Korkmaz/Yeni Şafak