Sonuç olarak koalisyonun merkez sağdaki ortağı Ulusal Birlik Partisi oybirliğiyle hükümetten çekilme kararı aldı. UBP parti meclisi kısa toplantısında, hükümetin icraat yapamaz hale geldiğini ve iktidarda kalmanın doğru olmayacağı görüşünü benimsedi. UBP parti meclisinin aldığı karar doğrultusunda Genel Başkan Hüseyin Özgürgün 10 bakanlı kabinedeki 5 UBP'li bakanın pazartesi günü istifa edeceğini açıkladı... UBP lideri Hüseyin Özgürgün, memur maaşlarının ödenememesinin bardağı taşıran son damla olduğunu belirterek, hükümetten çekilip erken seçime gidilmesinin en doğru karar olacağını söyledi. Özgürgün, Türkiye'den gelen suyun dağıtımı konusunda patlak veren krizden bu yana hükümette büyük sıkıntı olduğunu belirterek memur maaşlarının tam ödenememesi ile ortaklığın dağılma noktasına geldiğini söyledi. Cumhuriyetçi Türk Partisi ile Ulusal Birlik Partisi kolisyonundaki ilk derin görüş ayrılığı Türkiye'den borularla gelen suyun dağıtımı konusunda meydana gelmişti. UBP Türkiye'nin isteği doğrultusunda suyun özelleştirilmesini benimserken CTP suyun belediyelerin oluşturduğu bir şirket tarafından dağıtılmasını savunmuştu. Koalisyondaki diğer kriz ise Türkiye'den mali yardım alınabilmesi için Ankara ile imzalanması gereken mali protokol konusunda ortaya çıktı. 2015 Kasım ayından bu yana imzalanmayan protokolde KKTC'deki elektrik ve telekomünikasyon hizmetleriyle limanların özelleştirilmesi şart koşuluyor. UBP buna onay verirken ortağı CTP karşıçıkıyordu. Son olarak memurların nisan ayı maaşı tam ödenemedi. Maliye Bakanı 4 bin TL üzerindeki maaşların yüzde 60'ının ödeneceğini geriye kalan miktarınsa gecikmeli olarak verileceğini açıklayınca hükümet dağıldı. CTP gerçek anlamda köhnemiş devletçi bir zihniyeti temsil ediyor. CTP kafasıyla gidilirse KKTC'yi çok daha kötü günlerin beklediği açıktır. Nitekim UBP Başkanı Hüseyin Özgürgün, partisinin tüm iyi niyetli çabalarına rağmen hükümetin, ekonomik sorunlara çözüm üretme imkan ve kabiliyetini bir türlü yakalayamamasının hükümetin sorgulanmasınıkaçınılmaz kıldığını söyledi ve şüphesiz Özgürgün bu meselede çok haklı. Zannediyorum KKTC yeni bir seçime gidiyor... Rasim Ozan Kütahyalı/Sabah Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bence üzerinde uzun süre konuşulacak boyutları olan ABDgezisinde esas konu olan Suriye'deki savaş ve mülteciler kadar Türkiye'de basın özgürlüğü meselesi de sık sık gündeme geldi. Hem Brookings'deki soru-cevap kısmında hem Christiane Amanpour'a verdiği röportajda Batı'daki Türkiye algısının bu konu üzerinden epey erozyona uğradığını ve Cumhurbaşkanı'nın bu sebeple giderek daha fazla 'otoriter' olarak algılandığını net bir şekilde gördük. Peki, bu algı doğru bir algı mı? Ya da tümden yanlış mı? Yanlışsa buna kim neden yol açıyor? Toplu bir Türkiye düşmanlığı mı var? Yoksa gerçek bu iki ucun arasında bir yerde mi? Ben Türkiye'de iktidarın ve iktidara yakın medyanın bir kısmının, Batı medyasının yer yer önyargılı, Gülen ve PKK çevrelerinin de etkisiyle zaman zaman gerçeklerden uzak yaklaşımları nedeniyle Batı'ya toptancı ve Oksidentalist yaklaştığını düşünüyorum. Oryantalistler Doğu'ya nasıl mutlak 'Öteki' olarak bakıyorlarsa Oksidentalistler de Batı'ya öyle bakar. Bu tabii muhafazakâr kesimin geçmişten getirdiği bir refleks. Ve bu refleks son dönemde Batı'nın Erdoğan'a yönelik yaklaşımıyla yeniden kuvvetlendi. Batı medyası Erdoğan'a ve Ak Parti'ye karşı son dönemde çok önyargılı. Bunda İslam'a karşı önyargıların ve Türkiye'deki giderek muhaliflikten düşmanlığa kayan çevrelerin telkini büyük. Ancak hal böyle diye her Batılı gazeteciye art niyetli gibi bakmak ya da Batı'dan gelen her eleştirinin yanlış olduğunu söylemek Türkiye'yi daha fazla içe kapatıyor. Hem bazı şeyleri Batı'ya daha güçlü şekilde anlatmamız hem de bazı noktalarda iktidar çevrelerinin özeleştiri yapması şart... Nagehan Alçı/Milliyet Kemalizm, Atatürkçü düşünce değildir. Atatürkçülük bir dünya görüşüdür. Kemalizm bir ideolojidir. Bu dünya görüşünü tek kelimeyle 'çağdaşlaşma' şeklinde özetleyebiliriz. Yani, geri kalmışTürkiye için genel bir program. Eh, bu açıdan 'eşcinsel evliliği' bile Atatürkçülüğe uygun oluyor! 'Muasır medeniyetseviyesi' şimdi oralardadır çünkü. Kemalizm, otuzlu yılların başında, dünyada öne çıkan faşizmden de esinlenerek, Cumhuriyet Halk Partisi'ni ve dolayısıyla ülkeyi ele geçirmiş olan bir 'kliğin' kotardığı bir ideolojidir. Demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Katıdır, zart zurtçudur. Sopalı yönetimdir. Serbest piyasa ekonomisine inanmaz, tekelcidir. Kamu iktisadi teşekkülleri yoluyla 'devlet kapitalizmi' uygular. Tek parti yönetimine dayanır. Kemalizm'de devletle parti içiçe geçmiş, birbirine kaynamış durumdadır, tıpkı örnek aldığı Mussolini İtalyası ya da Hitler Almanyası gibi. Partinin il başkanı aynı zamanda o ilin valisidir. Kemalizm, bürokrasinin diktasıdır. Kemalizm sola da şiddetle karşıdır. Kemalizm aynı zamanda 'hafifletilmiş ırkçılık' demektir. Almanya'daki gibi 'organize barbarlık' uygulayacak ve soykırım yapacak kadar değil, ama Rum ve Ermeni vatandaşın devlet memuru olmasını yasaklayacak, onu askere alacak ama kullanmayı öğrenmesin diye eline silah vermeyecek kadar da katı. Atatürk, bu Kemalist klik tarafından kuşatılmış, çembere alınmış, kıskıvrak bağlanmıştır. İtiraf edelim ki başlangıçta bu, onun 'otoriter' eğilimlerini de okşamış ve hoşuna da gitmiştir. Sonra da onu derin bir yalnızlığa sevketmiş, sağlığını bozacak ve sonunda ölüme götürecek kadar da mutsuz etmiştir. Çünkü düşünceleri kalıba dökülmüş, dondurulmuş, reçete haline getirilmişti. İşte böylece, 'hayatta en hakiki mürşit ilimdir' demiş olan önderin zamanında 'OrtaAsya'dan göç yolları haritası' gibi, 'mezar açıp kafatası ölçmek' gibi, 'güneş-dil teorisi'gibi bilim dışı zırvalar üretilebildi... Atatürk'ün bir hatası partilerüstü kalmamak, CHP'nin genel başkanlığını üstlenmek olduysa, diğer bir hatası da 'onun adına' yapılan bu saçmalıklara höt dememek olmuştur! 'Partilerüstü önder' olarak kalsaydı ve 'kendi evladı' Serbest Fırka'nın CHP tarafından boğulmasına izin vermeseydi, Türkiye'nin yakın tarihi çok farklı yazılırdı... Engin Ardıç/Sabah Peki Türkiye'ye yönelik bu medya operasyonunu yürütenler kim? ABD mi, başka ülkeler mi? Sorun içeriden mi dışarıdan mı? İstihbarat servisleri mi? Lobiler mi? Washington'ın doğrudan bununla bir ilgisi var mı? Yoksa Beyaz Saray da kendi kendine düşünemeyip bu baskıdan mı nasipleniyor? Medya var olduğu günden beri doğru, dürüst, tarafsız ve ilkeli haber vereceğini iddia eder ama asla öyle olmamıştır. Biraz ilgiliyseniz kolayca fark ediyorsunuz, medya için gerçek diye bir şey yoktur; gerçek onu nasıl algıladığınız, algılattığınızdır. Hele 'basın özgürlüğü' diye zıp zıp zıplayan ABD'de basının özgür olduğu fikri koca bir mitten ibarettir. 70'lerdeki Watergate skandalı sonrası ortaya konan pek çok rapor, CIA gibi istihbarat servislerinin medyayı ülke içi ve dışı faaliyetlerde nasıl kullandığını açıkça göstermektedir. Örneğin, 76'da Senatör Frank Church'ün peşine düşmesiyle ortaya çıkan 'Operation Mockingbird-Alaycıkuş Operasyonu', CIA'in medyayı nasıl yönlendirdiğini, Amerikan halkının cebinden bu işe akıtılan milyonlarca doları açıkça ortaya koyar. Soğuk Savaş'tan Guatemala ve İran'daki darbeye, Endonezya Başkanı Sukarnoin'in devrilmesinden Laos ve Vietnam'daki örtülü operasyonlara uluslararası arenada ABD'nin dış politikasına menfaat sağlayacak şekilde medya üzerinden çokça operasyon yürüten CIA'in beyaz, gri ve kara propaganda faaliyetleri yürüten Özel Aktiviteler Birimi'nin paramiliter ve psikolojik operasyonları, ABD yönetiminin yalanlayacağı ve asla üstlenmeyeceği operasyonları da içermektedir. CIA bunun için eğitim merkezleri dahi kurmuş, yabancı ülkelerde o ülkenin gazetecilerini işe almayı Amerikalı gazeteciler üzerinden yapmış ve faaliyetlerinin çok büyük bir kısmını operasyonun hedefi olan ülkelerin gazetecileri üzerinden yürütmüştür. Watergate skandalını ortaya çıkan eski Washington Post gazetecilerinden Carl Bernstein, 77'de altı ay üzerinde çalışarak hazırlayıp Rolling Stone dergisinde yayınladığı raporunda, ulaştığı bilgileri yazarken CIA'in medya ile yürüttüğü işbirliğini gazeteci isimleri ve kurum adlarıyla vermiştir. Washington Post'tan CBS'e, New York Times'dan Reuters ve Associative Press'e kimler yoktur ki bu raporda. Bernstein CIA'in özellikle en etkili gazetecilerle çalışmayı tercih ettiğini, aralarında Pulitzer ödüllü gazetecilerin de bulunduğu çok sayıda ismin ne şiekilde CIA'e çalıştığını, gazete yönetimlerinin kapılarını nasıl CIA'e açtığını, yurt dışındaki faaliyetleri için o ülkelerde gazeteci bulup eğitmek ve servise katmak için hangi yöntemlerle çalıştıklarını anlatmıştır. Sadece CIA'in değil Pentagon'un da psikolojik operasyonlar birimi olduğu, Kosova'dan Orta Amerika'ya ve Irak'a pek çok yerde medyayla işbirliği yaparak istihbarat sağladığı, servis ettiği haberler ve manipüle ettiği bilgilerle algı yönettiği ve söz konusu ülkelerin gazetecileri arasından adam devşirdiği hep ortaya çıkan gerçeklerdir. Maalesef 70'lerden bugüne CIA'in ve diğer Amerikan kurumlarının bu faaliyetlerini durdurmadığı aksine genişlettiği bilinmektedir. Hal böyleyken diğer ülkelerin istihbarat servisleri buna seyirci kalmış mıdır? Aksine, 'madem oyun böyle oynanıyor' deyip onlar da benzeri faaliyetler içine girmiştir. Zaten 'özgür medya' diye paketlenen uluslararası medya, topu topu beş on medya tekelinin elindedir. Dünya gündemini belirleyen malum gazetelerin patronlarına bakınca petrol, finans vb. işler üzerinden devletle nasıl ilişkileri olduğunu anlamak kolay; yönetim kurullarına göz gezdirip Pentagon eskilerinden eski istihbarat çalışanlarına pek çok ilginç isimle karşılaşmak, bu işin hiç de öyle özgür yapılmadığını görmek için yeterlidir. İşlerin daha da kompleks bir hale geldiği dijital medya çağında, geç fark etmiş olsak da, medyanın bu savaşta devasa bir rolü olduğunu anladık elbette hepimiz. Ama durumu doğru analiz etmede, sonuçlara uygun strateji geliştirmede, gelenekselin dışında yolları keşfetmede, yani topyekûn saldırıya uğradığımız bu alanda mücadele etmek için gerçek manada yeterince uğraş verdik mi? İşte bu konuda şüpheliyim. Merve Şebnem Oruç/Yeni Şafak Öğrenme günleri deyip duruyorum ya... Vatan kavramını mesela... Yeni baştan öğrenip değerlendirdik. Hamaset dilinin dışına çıktığımızda içini nasıl dolduracağımızı bir türlü bilemediğimiz, bazen içten içe varlığından bile kuşkuya düşürüldüğümüz vatanın ne kadar bildik, ne kadar yakın, ne kadar sıcak bir gerçeklik olduğunu fark ettik. Meğer devletin envanterinde bir kalem değil; elimizin altında ve okunmaya doyulmayan bir kitapmış. Eğreti sol klişelerin ima ettiği gibi kabus değil, rüyaymış... Ve gerçektenhainleri, nefret edenleri, düşmanları varmış vatanın; bu sağcı bir savaş propagandası değil, iç yakıcı bir eğitim zayiatıymış... Kafamıza vura vura bunları öğrettiği için güncel politikaya teşekkür borçluyuz. Vatanımız 'ruhun yurdu' da sayılır mı? Bir bakıma, evet! Tartışmasız. Bir bakıma, hayır!Ruh kuş gibidir. Bir bakarsınız, uçup gider. Coğrafyası, kültürü, tarihi, aklı, imanı sınırsızdır. Ama dönüp nereye konar ha! Yoksa bir yeri yurdu, nereye konacaktır? Vatan, evimiz olsun isteriz. Çoğumuz bugüne kadar 'yatılı okul öğrencisi' gibiydik. Şimdi o günler bitiyor, bitecek. En azından biteceğini biliyoruz. Güncel politik patırtılar ve çektiğimiz dertlere de bu yüzden şükranla yaklaşmalı. Karanlık koğuşun ucunda 'ev'e çıkışın ışığını bizlere gösterdiği için... Yatışmış, uyuşmuş, meta ve hayal alışverişiyle tatmin anaforunda boğulmuş günümüz insanı... Julia Kristeva 'bir tek hapla veya tv ekranıyla tatmin olup yatışan biri aslında olacak şey değil ama oluyor' diye yazmıştı. Bu kahredici çemberden sadece içimize dönerek çıkacağımızı söylüyor bazıları. Oysa 'iç'imiz boşaltıldı. (Tasavvufun modalaştırılmasına bak, anla!) Belki her şeyi baştan çalışmak gerekiyor. İçimizi vedışımızı. Ben'i ve sen'i. Kişiyi ve toplumu... Sadece içimize değil, her yöne dönmeliyiz.Bunun için politikaya ihtiyaç var. Her an. Şükür ki... Haşmet Babaoğlu/Sabah Daha önce de yazmıştım. Can Dündar'ın mahkemeye çıkmadan önce '25 Mart'ta yargılanmayacağız, yargılayacağız' dediğini hatırlatarak, 'Böyle gazeteci mi olur' diye sormuştum. Haklı çıktım. Kendisi gibi düşünmeyip, soru soran gazetecilere 'tetikçi' diye saldırdı. Onları hedef gösterdi. Bir bayan gazetecinin tartaklanması ile sonuçlanan olayların fitilini ateşledi. Daha önce 'Medya ve düşünce özgürlüğü Adliye Binası'na sığmayacak' demişti. Aynen öyle oldu. Vandallık her tarafı sarınca, medya ve düşünce özgürlüğü kapıdan içeri bile giremedi. Adliye içindeki taşkınlıklara ve atılan sloganlara bakınca, bunların 'basın özgürlüğünden' anladıklarının da halkın oyları ile seçilen Erdoğan düşmanlığı olduğu ortaya çıktı. Sandık sonuçlarına gösterilen tepkiye bakıp, buna 'halk düşmanlığı' da diyebiliriz. Bugün öyle bir zihniyetle karşı karşıyayız ki… Basının etik değerleri bir köşeye atıldı. Gazetecinin halkı bilgilendirme işlevi ayaklar altına alındı. Düzenlenen algı operasyonları ve halkı yönlendirme çabaları her türlü değerin üzerine çıktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Amerika gezisi sırasında yaşadıklarımız inanılır gibi değil… Kalp krizi geçirtip, hastaneye kaldırdılar… Kendi ülkelerinin Cumhurbaşkanı'nı Obama'nın kapısında beklettiler. Ardından gerçekleşen 50 dakikalık görüşmeden sonra da yıkıldılar. Erdoğan'ı olmayan hayali tepkilere muhatap ettiler. Sevinmeleri gerekirken, ortaya çıkan ağırlık karşısında iyice ezildiler. Hazım problemi sadece midede olmuyor demek ki, beyni de etkiliyor. Alışmışlar Sezer tipi bir Cumhurbaşkanı'na, Erdoğan'ı bir türlü kabullenemiyor ve hazmedemiyorlar. Onlara halkın desteği ile ayakta duran gerçek sanatçılardan örnekler verdim. 'Tanımayız, iplemeyiz' türünden cevaplarla karşılaştım. Durum bu olunca karın ağrılarının farklı olduğu ortaya çıktı. Kendimi şaka gibi gelişmelerin içinde buldum. Onlar, statü ve konum mücadelesi verirken, sanatı ve gerçek sanatçıları korumak da 'sanatçı ve sanat düşmanı' damgasını vurmak istedikleri bana düştü. Profillerine baktım ve paylaşımlarını inceledim. Hepsinin özellikleri ortaktı: Devlete sırtlarını dayayıp, devlete yükleniyorlardı. Çalışmadan, yorulmadan para almanın mücadelesini veriyorlardı. Tamamı Erdoğan düşmanıydı! İçi boş tenekeler nasıl fazla ses çıkarırsa, en çok bağırıp çağıran ve gürültü yapanlar da işte bunlar. Kendileri hazım problemi yaşarken, bütün Türkiye'yi de huzursuz ve rahatsız ediyorlar. Çünkü, oluşturdukları saadet zincirleri koptu. Artık onların değil, halkın borusu ötüyor. Çok üzülecekler ama söylemeden de edemeyeceğim. Ne kadar çırpınırlarsa çırpınsınlar, o çürümüş zincirler tamir tutmaz artık! Emin Pazarcı/Akşam Casusluktan yargılanan Can Dündar'ın son duruşmasında, davayı izleyen muhabirimiz Dilek Yaman'ın Cumhuriyet yazarı Murat Sabuncu tarafından yumruklandığı görüntüleri izlemişsinizdir. Bizim gazetenin özel istihbarat bölümünden Nazif Karaman saldırıya uğradığı sırada Dilek'in yanındaymış. Şunları anlatıyor Nazif: 'Önce küfürler ve hakaretler ettiler. Ardından Murat Sabuncu kalabalığı yarıp 'kesin lan' diye bağırarak geldi. Ön sıradakilerin sırtından destek alarak bize doğru çok sert bir yumruk savurdu. Hedefi biz de olabilirdik.' Görüntüleri izleyen her kesimden vicdan ve insaf sahibi insan kadın bir gazeteciye yapılan bu saldırıyı günlerdir kınıyor. Sabuncu ise inkâr nöbetinde. Oysa başından 'Asla öyle bir şey olmadı' demek yerine 'Gergindim. Ona vurmak istememiştim. Özür diliyorum' türünden bir açıklama yapsaydı, bu ağır yükün bir kısmından kurtulabilirdi. Haksız mıyım? Melih Altınok/Sabah Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın gezisi öncesi ve sırasında yapılan provokasyonlara da burada değinmek boynumuzun borcu. Aslında Brookings Enstitüsü kapısında yaşanan olaylarda başrol oynayan 'gazeteciler', yazılmış bir senaryoyu sahnelemek üzere orada bulunan aktör ve aktrislerden başka bir işleve sahip değillerdi. Gezi öncesi ikili görüşme olacağını bile bile bir kriz havası yaratmaya çalışan gazetecilerin çabaları, tüm dikkatleri Erdoğan-Obama buluşmasına çevirmişti. Görüşme olmayacağını iddia eden ve bunu manşetlere taşıyan gazeteciler, söz konusu görüşmenin olacağını ilk andan itibaren biliyorlardı. Diplomasinin abece'sine aşina olanlar, ev sahibi bir ülkenin liderinin uluslararası toplantılarda tüm konuklarıyla mutlaka ama mutlaka biraraya geleceğini elbette bilirler. Ama ortalığı bulandırmaya çalışan bir elin olduğu da aşikardı. Seyahat öncesi ve sonrası ortalığı bulandırma çabaları bitmek bilmedi... Sonuçta, program planlandığı şekilde devam etti. Önceden yazılmış senaryoyu sahnelemek üzere sahneye koşan zavallılar da karelere yansıdı. Kimin, kime piyonluk yaptığı ve küresel bir operasyonun neresinde yer aldığı bir kez daha ortaya çıktı. 'Yerli' ve 'milli' itirazlarımıza da hangi 'yerli' ve 'milli' merhemlerin ilaç olacağını da bir kez daha anlamış olduk. Bu önemli seyahatin önemli sonuçlarından birisi de küresel piyonlar listesinin bir kez daha güncellenmesi oldu. Saadet Oruç/Star Amsterdam Hukuk Bürosu'nun verdiği bilgileri de anarak, 'Artık Paralel Yapı'nın Amerika'nın bir iç meselesi' olacağını söylüyor. …Türkiye için önce 'iç tehdit' sonra 'dış tehdit' haline gelen Paralel Yapı, 'Ulusal Güvenlik tehdidi' başlığı altında Kırmızı Kitap'a girdi. Türkiye dışındaki ülkeler tarafından sorgulanıyor. O ülkeler için de birer 'iç tehdit' haline dönüşüyor. Bu noktada, Amsterdam Hukuk Bürosu'nun Amerika'da elde ettiği ipuçları bize bir şey söylüyor. Elbette Türkiye de muhataplarını bilgilendiriyor. Paralel Yapı'nın Amerikan yasalarını nasıl baypas ettiği, yasal boşluklardan nasıl faydalandığı ve sonunda orada da 'yasal soygunlar' yaptığı ispatlanırsa… Paralel Yapı, Amerika için de bir 'iç tehdit' haline gelecektir. Paralel Yapı için zaman çok hızlı akıyor. Gerçekler sadece Türkiye'de değil bulundukları ülkelerde de ortaya çıkıyor. Yeryüzü kıyametleri yakındır! Emre Uslu, Milli İstihbarat Teşkilatı'na müsteşar olmayı hayal ediyordu. Paralel Yapı'nın polis içindeki önemli ayaklarındandı. Ve MOSSAD ile ilişkilerinin son derece iyi olduğu söyleniyordu. Uslu, hakkındaki iddialar nedeniyle kirişi kırdı Amerika'ya kaçtı. Uzun zamandır ortalıklarda görünmüyordu. Bir de baktık ki Washington'da bir caddede terör örgütü YPG flaması altında sırıtık halde poz veriyor. 'Paralel Yapı PKK terör örgütüyle ilişki içinde mi?' sorusunun cevabını biliyorduk. Lakin, bu kadar alenileşeceğini düşünememiştik. Herif, utanmaz ve sırıtık bir yüz ile YPG terör örgütünün elemanlarının arasında sözüm ona Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı protesto etmeye yeltendi. Ey ablalar, abiler! Kara kaplı amel defterinizin kapkara sayfasına kapkara bir leke olarak bu görüntüler de yazıldı. Yazıklar olsun! Dün de bugün de 'Biz onlardan değiliz' diyen Fetullahçılar 1988 yılında Ege Üniversitesi'nde Müslüman gençler mescit için mücadele ederken, Marksistlerle kavgaya tutuşmuştu. O arbede sırasında birkaç tane Fetullahçı, Marksistlere, Müslüman gençleri gösterip, 'Biz onlardan değiliz' diye bağırıyordu. Yıl 2016 ve yer bu kez Washginton Brookns Enstitüsü'nün önü.Fetullahçılar Marksist PKK ve PYD'nin birkaç örgüt elemanıyla kol kola girmiş Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türk heyetini gösterip hal diliyle 'Biz onlardan değiliz' diyor. 'Kişi sevdiğiyle beraberdir' der Hz Peygamber! İnşallah siz Paraleller ve PKK'lılar birlikte, biz de Erdoğan ile birlikte haşroluruz. 'Seni seviyoruz Erdoğan' diye karşılasak Haydi Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı hep birlikte karşılamaya var mısınız? TUR, havalandığında Türkiye onu 'We love Erdoğan' diye yolcu etti Amerika'ya. Bugün nasipse geri dönüyor memleketine… Bir önerim var bu kez 'Seni seviyoruz Erdoğan' diye karşılayalım. Ne dersiniz? Hasan Öztürk/Yeni Şafak Cumhuriyet'in kurucusu olmakla övünen CHP nereye yuvarlanıyor? FETÖ-Cumhuriyet-Hürriyet-Eski Zaman hattındaki gelişmeler, değişmeler, ters kolpalar ve CHP-FETÖ ilişkileri üzerinde yoğunlaşan haberler gizlenemiyor. Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP FOTOĞRAFI'NA bakarsak, vahim gelişmeleri anlamak kolay olur: 'FETÖ casusluk şebekesiyle yakın teşriki mesai.MİT tırları casusluk harekâtının filmlerini Can Dündar'a verdiği iddia edilen Enis Berberoğlu. İran'ın yanında yer alacağını söyleyen Eren Erdem. CHP'nin, PKK'nın siyasi uzantısı HDP'nın yanında yer almasını eleştirmek zorunda kalan Eski genel başkan deniz Baykal. Ve Gizli CIA Strafor'un adamı olduğu söylenen Sezgin Tanrıkulu'nun varlığı...' Son, MİT TIR'larına yönelik casusluk operasyonunun filmlerini Can Dündar'a verdiği söylenen Enis Berberoğlu olayı başlı başına kitap olacak özellikte. Atatürk'ün kurduğu CHP'nin, Kemal Kılıçdaroğlu yönetiminde Pensilvanya merkezli casusluk şebekesinin kuryeliğine evrilmesi bir ibretlik vesikasıdır. FETÖ-CHP-CUMHURİYET'İN bir araya getirilmesinin bir proje olduğunu bilmeyen kimse kalmadı. FETÖ-CHP-CUMHURİYET hattında DOĞAN MEDYA'NIN da merkeze oturtulmasının ne kadar doğru bir teşhis olduğu Berberoğlu'nun casusluk olayına karıştığı iddiasıyla şekillendi. Burada 2 soru akla geliyor? 1) Eski Hürriyet genel yayın yönetmeni-CHP milletvekili Enis Berberoğlu casusluk MIT TIR'ları filmini bulamaz. Böyle bir filmi kimden almıştır? 2) Can Dündar 'Filmleri solcu bir milletvekilinden aldım' diyerek, FETÖ'yü perdelemek, hedef şaşırtmak istemiş olmasın? CHP'nin, paralel devletin bir şubesi haline geldiğini aylardır yazıyorduk. Bu ilişkinin Deniz Baykal'ın kasetle düşürülüp yerine Kemal Kılıçdaroğlu'nun getirilmesiyle bir projenin başlatıldığını kimsenin inkâr edecek hali kalmadı. Fetullah Gülen'in partiyi nasıl ele geçirdiği anlaşılmazsa CHP'nin kendine gelmesi, tarihiyle ve gerçek kimliğiyle buluşması da mümkün olmaz. Bunu sağlamak için de, Baykal'a kurulan kaset darbesinin tüm çıplaklığıyla ortaya çıkması gerekiyor. Bülent Erandaç/Takvim