Dünya değişiyor. Yani Türkiye'nin meselesi dediğimiz her şey aynı zamanda dünyanın meselesi... Karışık mı oldu? Açmaya çalışayım. Dünyanın 'küresel merkez'in tayin ettiği yönde değişmesi isteniyor. Fakat malum değişimin kaosa dönüşmemesi için kontrollü olması gerekiyor. O yüzden de... Çok kaba biçimde söylersek, çoktan yıpranmış neoliberal ekonomi politikalarının küçük düzeltmelerle yoluna devam etmesi... Çevre ülkelerin korku (planlı şiddet ve kaos) ve haz (dijital teknoloji, akıllı telefonlar, özgürlük illüzyonları ve sürekli pompalanan cinsel kimlik kayganlığı) politikaları yoluyla biçimlendirilmesi... Ama merkez ülkelerin de asla aşırı kutuplaşmaması (Ki Putin bu yola girince derhal çevreye/dışarı itilmeye başlandı) üzerine kurulu bir stratejik çerçevede değişim sürecek İstenen bu! Bunları okuyunca 'hah, Haşmet de komplo teorici oldu' diyecek sersemlere, kurumsal stratejiler ile 'komplo teorisi' denilen şeydeki komplonun bambaşka şeyler olduğunu anlatmakla uğraşamam! Kaldı ki, komplo aynı zamanda düzendir. Bir yerde düzen arıyorsanız, komplo da bulursunuz. Komplo teorisi ve paranoyak politika (sosyolojik dinamikleri dışarıda bırakma) bambaşka şeylerdir. Oysa şimdi bir tür sosyolojiden bahsedeceğim... Türkiye toplumu ve Tayyip Erdoğan neden 21. yüzyılı şekillendirmek isteyen güçlerirahatsız ediyor? Neden bu iki dinamiği (Türkiye ve Erdoğan'ı) ayrı değerlendiremeyiz? Şundan... Dünyanın merkez ve büyük çevre ülkelerinde kitleler hızla depolitize ediliyor. Küresel güçlerin antidemokratik ihtiyacı ile modern demokrasilerin neoliberal veya sol intiharları bu noktada birleşti. Neden Brezilya'da jüristokratik darbe ve bizde 17-25 Aralık denemesi? Çünkü bu iki ülkenin liderleri siyasal 'söz'lerini doğrudan kitlelerde 'tecessüm' ettirebiliyorlar. Bu çok ama çok önemli. Küresel hesaplarla bu liderlerin esas uyumsuzlukları tam bu nokta işte! Kitleleri hâlâ ciddi biçimde düşünmeye ve sorgulamaya itebiliyorlar. Mesele (kabaca) budur. Haşmet Babaoğlu/Sabah Ertuğrul Kürkçü'nün, Strazburg'da Türkçe cümle kurmayı tercih etmemesinde; 'seçkinci' bir tavır varmış gibi gözükmüyor. Evet ama, nasıl ki Demirtaş, HDP ve PKK muhibbi çevreler Kürtlerin ezilmişliğinden, ideoloji tarafından hırpalanmışlığından bahsede bahsede Meclis'e gelip sonra da o eski ideolojinin arkaik birer enstrümanına dönüştüyse; güya sol damardan gelen Ertuğrul Kürkçü'nün de, bildiği İngilizceyi dindar kadroların yönettiği Türkiye'yi itibarsızlaştırmak için kullanan ağzı bozuk gezicilerden aman aman bir farkı bulunmuyor. Aynı eskiye özlem; aynı hazım sorunu... HDP nasıl ki ezilen halkların değil, küresel aklın temsilcisi haline getirildiyse; Ertuğrul Kürkçü'nün de solculuğu uluslararası bir alanda yaşadığı ülkenin dilini kullanmaktan imtina edecek dereceye geriledi. 'Ne yani Ertuğrul Kürkçü, Türkçe yerine İngilizce cümleyi 'elitistlik' taslamak için mi kurdu' sorusunu sorabilecek düz akıllılar için şunu söyleyebilirim; istemediği bir hükümeti dünyaya İngilizceyle şikayet etmek nasıl ki 'ben ondan bilgili, donanımlı, eğitimliyim ama ülkeyi ben değil o yönetiyor, yardım edin' demenin bir yoluysa; Ertuğrul Kürkçü'nün İngilizce sorusu da bir açıdan 'Türkiye karşısında benim yanımda durun, benim davamı haklı bulun' demenin bir biçimidir. Türkiye ile bir olmamanın ifadesidir. Seçkincilik dünyanın en başından bu yana insanlığın başının belası... Bu yazıya oturma nedenim de aslında Gezicilerin ya da Ertuğrul Kürkçü'nün zayıf dili ya da tuhaf aksanı değildi. Bendeniz asıl olarak, giderek tersinden Kemalistlere benzemeye başlayan ve dil bilmeyi bilmeyenlere karşı bir üstünlük kıstası haline getirmeye başlayan İslamcıları yazmaya niyet etmiştim. Ve onlarda gördüğüm büyük zavallılığı... Özlem Albayrak/Yeni Şafak Napolyon St. Helen adasında sürgünde ölürken acaba 'Ben nerede hata yaptım' diyerek, geçmiş yaşamını gözden geçirmiş midir? Ya da Hitler Berlin'deki sığınakta intihar etmeden önce 'En büyük hatam neydi' diye bir özeleştiri yapmış mıdır? Yaşayan, sorumluluk taşıyan ve henüz dönüşü olmayan noktayı geçmemiş durumdaki insanların, zaman zaman bu tür değerlendirmeler yapmaları, onların kötü kaderlerini değiştirebilir. Ama bazen bu konuda gecikmiş de olabilirler ve geçmişteki hatalarının farkına varsalar bile, artık iş işten geçmiştir. Örneğin Pensilvanya'da yıllarını geçirmek zorunda kalan ve kendi ülkesinde bir mücrim konumuna düşen Fethullah Gülen, arada bir 'Ben nerede hata yaptım' sorusuna cevap arıyor mudur? Bilmem Aziz Nesin'in 'Zübük'ünü okudu mu? O kitabın başında 'İt kağnıgölgesinde yürür, kağnının gölgesini kendi gölgesi sanırmış' diye bir özdeyiş vardır. Son döneme kadar her iktidarla ve derin devletle iyi geçinen bu 'Cemaat' acaba AK Parti'nin oylarını kendi oyları mı zannetti de, iktidara darbe girişimleriyle el koymaya kalktı? Acaba bu yanılgı onlara Said Nursi'nin 'Emirdağ Lahikası'ndaki uyarıları unutturdu mu? Ya da Kandil'de üslendikleri bilinen PKK'nın karar vericileri, bunca can kaybından ve yenilgiden sonra 'Nerede hata yaptık' diyorlar mıdır? Kendilerine dış güçler tarafından verilen görev ve silahlar ile Irak ve Suriye'de IŞİD'e karşı mücadele etmek yerine, NATO üyesi ve güçlü demokratik bir ülkeyi teröre boğmak hesabı, herhalde doğru bir tercih değildi. Sonuçta hem kendilerine inanan genç insanlar öldü, hem de Türkiye'deki demokratik açılımın temel bir öğesi olan HDP, geniş kitlelerin gözünde PKK'nın uydusu görünüme düştü. Ama insanlar kendileriyle bu tür hesaplaşmaları yapmaktan genellikle kaçınırlar. Böylece 'Kötü son' kaçınılmaz olur. Mehmet Barlas/Sabah Devlet Bahçeli'ye karşı yürütülen muhalefete 'bir kısım medyanın' desteği büyük. Hafta başı hemen Bahçeli'ye muhalif adaylar AK Parti'ye de muhalif gazetelerin sayfalarında ağırlanıyordu. Akşam yine TV kanallarında Bahçeli'nin muhalifleri röportajdaydı. 'Ne var bunda' diyebilirsiniz. Bu normal de iktidara yakın medyada Bahçeli'nin tezlerine yakın yazılar çıkması neden tuhaf peki? 17-25 Aralık'tan beri iktidar partisinin tek başına bırakıldığı Paralel Yapı ile mücadelede devreye yeni bir siyasi aktör giriyor. İktidara yakın medyanın bunu önemsememesi düşünülebilir mi? Bahçeli'nin 17-25 Aralık'tan sonraki süreçte sırf AK Parti'ye vurmak için tıpkı CHP ve HDP gibi Paralel Yapı'ya yakın bir tavır sergileyen Bahçeli, sonunda tehlikenin farkına varmış. Evet tehlike kendi kapısını çaldığında ama olsun, bu da bir şey. Fakat 'Bahçeli'ye destek atanlar, zarar veren asıl onlar' diyerek Bahçeli'yi iyice yalnızlaştırmanın sofistike yolunu bulduğunu düşünenler var. Mesele Bahçeli'yi muhaliflere yedirtmemek değil. Onu kendisi başaracak, başarabilirse. Önemli olan Paralel Yapı ile ilgili söyledikleri. Bugün onun söylediklerini yarın Kılıçdaroğlu söylerse ona da destek çıkan olur. Halime Kökçe/Star 'Asmayacağız, yargılayacağız'dan başlayan, 'Keleşlerimizi size çeviririz'le süren, 'PKK sizi tükürüğünde boğar'a kadar uzayan bir 'kabadayılık' siyaset dilini teslim aldı. Kandil bile canlı bomba saldırılarına HDP'den önce mesafe aldı. Evet inandırıcı değildi ama yer yer dağdakinin, siyasi partiden daha 'sivil' kaldığı dönemler bile yaşadık. PKK, siyasete açılan alanı bombalarla, hendeklerle, mayınlarla doldurdu. Dağ ovaya inmedi, ova da dağa çevrildi. Yetmedi, metropollerde iç savaş çıkartmak için canlı bombaları üzerimize saldı. HDP de bu çatışma stratejisinin 'kolaylaştırıcısı' rolünü üstlendi. Hendek kazılan yerlere yürüyüşler düzenledi, camilere, okullara, hastanelere, ambulanslara saldıranları 'gençler darbeye direniyor' diyerek savundu. Her şey gözlerimizin önünde oldu. Kürtler, bir yıl içinde PKK baskısıyla evlerini terk etmek zorunda kaldı. 400.000'e yakın Kürt evsiz barksız kaldı, yurdundan oldu. 13 yaşındaki çocuğu mayınla, 75 yaşındaki dedeyi kafasına sıkarak öldürdü. PKK, Kürtlerin yaşama, çalışma, eğitim ve sağlık hizmetine ulaşma hakkını gasp etti. Barış için oy veren herkesin tüm iyi niyetlerini burnundan getirdi, âdeta kan kusturdu. Kürt meselesinin derdi olmadığını, alan hâkimiyeti hırslarına herkesi fedâ edeceğini kanıtladı. Ancak devlete gelince tüm eleştiri pençelerini kuşanan entelektüeller, hâlen devletten ve PKK'dan demokratikleşmesi gereken iki taraf olarak bahsetmekteler. Geçilen evrelerin hiçbiri olmamış gibi 2013 ayarlarıyla akıl vermeye devam etmekteler. Bölge, son bir yılda inanılmaz bir sınav verdi. Halk, bu sınavda, bu entelektüellerin hepsinden daha çok devlete yakın durdu. Neden diye sormadan, mevcut durumu anlamak ve anlamlandırmak mümkün mü? Peki, uluslararası konjonktürü hiç mi bu okumaya katmayacağız? İrlanda, Filipinler, Kolombiya örneklerini araştırırken, buradaki terör örgütlerinin hiçbiri ABD'den, AB'den ve Rusya'dan birlikte destek almışlar mı, bu da sorulmalı değil mi? Ya da IRA, MILF veya FARC üyeleri, uluslararası dergilerde kapaktan övülmüş mü? Bunlara da bakmak gerekli değil mi? PKK'nın Rojava'da alan hâkimiyetini pekiştirip Türkiye'ye genişletme stratejisini de mi sorgulamayacaksınız? Türkiye'de herhangi bir barış adımının tesisi için PKK ile askerî mücadeleyi zorunlu kılan öğelerin hiçbirine değinmeden, 'insanlar konuşa konuşa anlaşır' diye bir teorik çerçeve kurulur mu? Hilal Kaplan/Sabah 28 Şubat darbecilerinin başbakanlık koltuğuna oturttuğu Mesut Yılmaziçin dün uyarıda bulunmuş, 'Darbeci generalleri kurtarayım derken, yalancı tanıklıktan kodese girme' hatırlatmasında bulunmuştum.. Hiç tınmamış suratsız Mesut.. Dünkü duruşmada, darbeci generalleri pir-ü pak ilan edip, Bir de utanmadan, merhum Necmettin Erbakan Hoca'mıza alçakça saldırmış.. Bu adam için 'Suratsız' demek az.. Aynı zamanda 'sahtekar'mış da.. Kumarbaz olduğunu, bu sebeple burnunun kırıldığını biliyorduk da.. Sahtekarlık yapacağını tahmin edememiştik.. 'Nedir o sahtekarlık' diyeceksiniz.. Anlatayım.. Erbakan Hoca'nın 1994 mahalli seçimleri sonrasında.. Ankara ve İstanbul büyükşehir belediye başkanlıklarını Refah Partisi'nin kazanmasının ardından.. Solcu azgınların 'Kanımız pahasına yönetimi size vermeyeceğiz' fakslarını değişik yerlere çekmeleri üzerine 'Millet karar verdi.. Adil düzene geçilecek. Ama şimdi bu geçişin 'kanlı mı, kansız mı olacağı' tartışılıyor' açıklaması vardı ya.. İşte o açıklamayı utanmaz Mesut çarpıtıp, dün şöyle demiş: 'Bu söz açıkça iç savaş beyanıydı. Bence burada yargılanması gereken işte bu anlayıştır. Ordunun buna ilişkin rahatsızlığını ortaya koyması normaldir.'' Duruşmada bunları söylemiş.. Duruşma sonrasında gazeteciler sormuşlar, birazcık ifadesini düzelteceğine, sergilediği pisliğe, bir de tüy dikmiş.. 'Kanlı mı kansız mı olacak' sözünün, Erbakan tarafından, Başbakan iken söylendiğini şu cümlesi ile iddia etmiş: 'Bir başbakan tarafından söylendiği için de orduda büyük bir huzursuzluk yarattığını söyledim.' Sahtekar, suratsız.. Erbakan Hoca o sözü, 1994 yılında söyledi. O tarihte başbakan değildi. 1995 milletvekili genel seçimleri de daha yapılmamıştı.. 1994'teki belediye seçimlerini Refah Partisi kazandığı halde, solakların 'yönetimi devretmeyeceğiz' direnişi üzerine o söz söylenmişti.. 'Kanlı' ifadesini ilk kullanan, Erbakan Hoca değil, sahtekar suratsız Mesut'un görmezden geldiği CHP'li azgınlardı!.. Erbakan Hoca'ya yapılan saygısızlığı affetmemiz mümkün değil.. Ama bir de.. Kızlarımıza yapılan başörtü zulmü var.. Kur'an kursuna gidenlerin engellenmesi var.. İmam hatip öğrencilerine üniversite kapılarının kapatılması var.. Bu yapılırken, hakettikleri puanların, ahlaksızca silinmesivar... Bu zulümlere uğrayanların sayısı, benim tahminime göre.. 2 milyona yakın bir kitledir.. Aynı acıyı yaşayan ailelerini de eklersek.. Toplamda 15 milyonluk bir insan topluluğu, o dönemdeki zulmü, bire bir ailelerinde yaşamış oldular.. Ya üniversiteye giderken başlarının açılması istendi,.. Ya imam hatip mezunu oldukları için, hakettikleri fakülteye kayıtlarını yapamadılar. Ya imam hatiplerin orta kısımları kapatıldığı için, çocuklarını bu okula gönderemediler. Ya da sınır konulduğu için, çocuklarına 15 yaşından önce Kur'an öğretemediler.. Mesut Yılmaz'ın başbakanlığı dönemindeki bu zulümler için, ne diyor suratsız kumarbaz? Sen bu ifadeden sonra, emr-i Hak vaki olduğunda, cenazenin Müslüman mezarlığına mı, yoksa başka bir mezarlığa mı defnedilmesini istersin? Bu ülkenin üniversiteli kızlarına.. Sana hiçbir baskı yok iken.. Yasak getirdiysen.. Bunun sorumluluğunu kendin üstleniyorsan.. Artık hangi yüzle.. 'Benim cenaze namazımı kılın' diyebilirsin?.. Hangi Karadenizli hemşehrin, senin cenaze namazına gelip, sana olan hakkını helal eder? Hangi Müslüman, senin bu itirafına rağmen.. Senin, 'İmam hatip liselerinin orta kısımlarını hiçbir dayatma olmadan biz hür irademizle kapattık' demenden sonra.. Senin için 'İyi bilirdik' şahadetinde bulunur? Söyler misin, utanmaz Mesut? Söyler misin, sahtekar kumarbaz! Ali İhsan Karahasanoğlu/Yeni Akit Aa, olur mu öyle şey, hiç kaldırılır mı? Tamam da kardeşim, bu kanunu 'karşıdevrimci Adnan Menderes' çıkarmamış mıydı iktidara geldiğinde?... Ayağının tozuyla da diyemeyiz, tarihi 31 Temmuz 1951, Menderes on dört aydır iktidara yerleşmiş... Bu Demokrat Parti ne biçim karşıdevrimcidir ki tutuyor Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun çıkarıyor? Ne yani, karşıdevrimin uygulamalarını mı savunuyorsunuz yoksa? Susarsınız değil mi hergeleler... Tamam, kaldırılmasın. Hukukta 'kişiye özel kanun çıkarılamaz' ama biz çıkarırız. Burası Türkiye. Peki, kaldırılmasın. Yaramız yok ki gocunalım. Hiçbir zaman Atatürk'e hakaret etmedik, edecek değiliz. Sapık değiliz. Manyak değiliz. Bazı uygulamalarını eleştiririz, bazı basın hırtları bunu 'düşmanlık' olarak algılarlar, okuyucu da savcı da onlara güler geçer. Peki Recep Tayyip Erdoğan'a hakaret? Haa, bakınız, o suç olmaktan çıkarılsın diyorlar. İfade ve basın özgürlüğü bu suretle engelleniyormuş. İnsan haklarına da aykırıymış. 'Bir kişiye aşırı koruma' sağlanıyormuş, öyle diyorlar. Aşırı korumayın hemşerim, azıcık koruyun yeter. Kanun kişiyi değil 'makamı' koruyor ama görmezden gelin. 'Köprüye eşinin adını koy da...' diyecekler, bunu demek serbest olacak. Cumhurbaşkanına hakaret etmenin suç olmaktan çıkarılması için imza toplamışlar. 'Cihangir entelleri' tabir edilen takım. İçlerinde müseccel psikopatlar da var, yeminli düşman gazeteciler de, PKK yandaşları da,İstanbul sermayesi mensupları da, sakallı şairler de var, komünistler de. Pek de abartmayın canım, toplam 45 kişi. Hani Haydarpaşa Garı'nın merdivenlerinde 'kara trenimi isterim' diye gitar çalanlar kadar. 'Köprüyü de yaptırmayacağız havaalanını da' diyenler kadar. Vallahi bu bildirinin altında gözlerimiz 'Erdoğan Ekvador'a gitti de orada deprem oldu' diyenleri de aradı. Pek adam yerine koymadıkları için onlardan imza istememişler galiba. Cumhurbaşkanına hakaret serbest olsun... Peki eski cumhurbaşkanlarını ne yapacağız? Örneğin Ahmet Necdet Sezer'e hakaret serbest olsun mu? Olmasın, o bizden. Ama Turgut Özal'a hakaret edilebilsin, o onlardan. Abdullah Gül'e şimdilik edilmesin, bakarsın Bülent Arınç'la AKP'ye rakip bir parti kurarlar, işimize yarayabilir... Kuzum bana da bir iyilik edin, Bilgi Üniversitesi'nde yuvalanmış bazı Fethullahçı mollalara ve 'PKK silah bırakmasın' diyenlere hakareti serbest bıraktırın. Bayramlık ağzımızı açalım, kendileriyle şöyle tatlı tatlı bir söyleşelim... Engin Ardıç/Sabah Kandil silahlandırdığı binlerce genci neden ölüme gönderdi? Hangi gerekçeyle? Bu gençleri yaşatmanın yolu yok muydu? Bu soruları şu ana kadar PKK'ya yöneltecek bir HDP'li çıkmadı. Demirtaş, 'Hendekler, özerklik ilanları yanlış oldu' demekle yetindi sadece. Binlercesini öldürttükten sonra. Demek ki, siyasetçi olmadan önce insan olmak gerekiyor. Ne yazık ki, içlerinden bir tanesi bile Kandil'e 'Bu kadar genci ne diye öldürttün, sizler canavar mısınız, insan kasabı mısınız' demedi. HDP ve PKK'ya destek veren çevreler, örgütü sorgulayıp eleştireceklerine, öldürttüğü gençlerin hesabını soracaklarına örgüte itibar kazandırma derdinde. PKK'ya 'Kürt siyasi hareketi' demeyi bile bırakmadılar. Oysa gençleri bozuk para gibi harcayanları 'Kürt hareketi' olarak nitelemek, ona siyasi kimlik ve şahsiyet atfetmek en hafif tabiriyle büyük bir ahlaksızlık. Kürtlere bu kadar zarar veren bir örgüt 'Kürt hareketi' olsaydı bile, ahlak anlayışı onun dışlanmasını ve reddedilmesini gerektirirdi. Ancak 40 yıldır ölüm saçmasına rağmen bu örgüte arka çıkanlar ve onu aklamaya çalışanlar var. Bununla yetinmeyip Ankara'yı da bu örgütle oturup anlaşmaya davet ediyorlar. ABD ve AB'nin destek verdiği çevreler, hükümeti bu örgütle müzakere etmeye çağırıyorlar, çok mümkünmüş gibi! Aslında bunun oluru olsa dahi olmaz. Neden mi? Hiçbir medeniyet, hiçbir millet böyle bir terör şebekesiyle uzlaşamaz. Doğru dürüst ahlaka sahip hiçbir devlet, insanlıkla bağını yitirmiş bir örgütle birlikte yaşayacağı bir düzeni düşünemez. PKK'yla yeniden masaya dönülmesini tavsiye edenlerin, PKK'yla barış olabileceği hayalini pazarlayan niyetlerinden kuşku duymamak mümkün değil. Havadan sudan gerekçelerle binlerce genci ölüme gönderen; haklarını savunduğunu iddia ettiği Kürtleri evsiz, barksız, evlatsız bırakan; 40 yıldır estirdiği terörle Kürtleri açlığa, yoksulluğa ve mülteciliğe mahkûm eden bir örgütle 'barış' olmaz. Yüzlerce askerimizi, polisimizi, vatandaşımızı katleden bir örgütle 'uzlaşma' olmaz. Ha olur da PKK'yla masaya oturulur ve müzakere edilirse, bu 'siyasi seçenek'ten veya 'akıl'dan değil, aciz olmaktan kaynaklanır. Bunu da belirtmek şart. Kurtuluş Tayiz/Akşam 'Obama Doktrini' yeni bir Amerikan milli çıkarı tanımlaması yaparak Amerikan 'kanının ve bütçesinin' bölgenin sorunları için akıtılamayacağını netleştirdi. Bu yeni tanımlamanın Suud için anlamı, petrole bağımlılığı gittikçe azalan ABD ile ilişkilerin yepyeni bir düzleme taşınması mecburiyetidir. Zira Başkan F. D. Roosevelt zamanından (1945) günümüze devam eden 'stratejik' ABD koruması S. Arabistan için artık söz konusu değil. Petrolün (ve gelirlerinin) akışı ile Suud hanedanının güvenliğini birlikte tanımlayan bu ilişki Soğuk Savaş döneminde, 1973 petrol ambargosu haricinde, gittikçe güçlenen bir seyir izledi. Ancak 2000 yılında başarılamayan İsrail- Filistin barışı ve 11 Eylül 2001 saldırısı ilişkilerde yeni bir dönemi başlattı. ABD'nin 2003 işgalinin Irak'ı Şiilere, dolayısıyla İran nüfuzuna bırakmasıyla 'yapısal ayrışmanın' ileri taşları döşenmeye başladı. Yine de ABD- Suud ilişkilerindeki yapısal ayrışma Obama döneminde yerleşik hal aldı. Bu da Arap isyanlarını yönetemeyen Obama'nın ana ilgisini Ortadoğu'dan çekmesiyle irtibatlı. Suud açısından güvensizliği artıran olaylar Mübarek'in devrilmesine göz yumulması, kimyasal silah kullanarak 'kırmızı' çizgiyi geçen Esad'a operasyon yapılmamasıydı. İran ile nükleer anlaşma Suud üzerindeki ABD korumasının kalkışının belki de 'sonhalkası' olarak görüldü. Her halükarda İran 'açılımını' korumak isteyen Obama'nın Suud'u ve Körfez'i teskin etmesi mümkün görünmüyor. Sözgelimi Obama döneminde Suud'a silah satışının zirve yaparak 95 milyar doları bulması ya da İran'ın silah kaçakçılığını engellemek için ortak devriye yürütme kararı sadece 'taktik' boyutlara sahip adımlar. Körfez ülkeleri sadece ABD'den daha fazla silah alarak ya da Washington mahreçli 'güvenliklerini koruma' teminatlarını dinleyerek emniyette olamayacaklarını biliyorlar. İran'ın Şii halkları harekete geçirmedeki etkisinin ülkelerinde yaratabileceği 'isyanlardan' bu şekilde korunamayacaklarının farkındalar. Ambargoların kalkması ile İran'ın daha agresif bir politika izlemesinden de endişeliler. Bu yüzden Obama'nın 'müttefiklerini' teskin etme gayreti 'nafile' bir çaba... Körfez'deki liderler bir yandan Obama Doktrini'nin büyük katkı sağladığı 'düzensizliğin' etkileri ile boğuşurken diğer yandan kaygılı bir bekleyiş içindeler. Yeni ABD Başkanı'nın nasıl bir Ortadoğu politikası izleyeceğini kestirmeye çalışıyorlar. Tıpkı bölgedeki diğer ABD 'müttefikleri' gibi... Burhanettin Duran/Sabah Dr. Berat Albayrak'ın enerjide denklemleri sarsacak bu açıklamasını nasıl okumalıyız. Türkiye'nin yakın coğrafyasında 21'inci Yüzyıl düzeni kuruluyor. Doğusundan batısına neredeyse dünyanın bütün güç merkezleri, devletleri, istihbarat servisleri, dev enerji şirketleri var BÜYÜK OYUN'da. Yeni yüzyıl düzeni/ enerji denklemlerini çok iyi okuyan Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan'ın stratejik hamleleriyle, Türkiyemiz, ENERJİDE MERKEZ ÜLKE OLMA yolunda emin adımlarla yürüyor. Yeni Türkiye'nin ihya ve inşasında yaşanan SİYASİ-EKONOMİK-DİPLOMATİK gelişmelerin ENERJİ ile bire bir ilişkisi var. Türkiyemiz'in ENERJİDE MERKEZ ÜLKE OLMASI, enerjiekonomi ilişkilerini bölgesel siyasette ve güvenliğinde yeni denklemlere yol açacak. Bölgesel enerjide söz sahibi olmamız oyun kurucu konuma geçmemiz büyük bir hedef. Bunun için de Yeni Türkiye'nin enerji konusunda bölge içinde onun çerçeveleyen coğrafyada kurmakta olduğu ortaklıklar büyük önem taşıyor. Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan'la beraber Bakan Berat Albayrak'ın kurmakta oldukları ENERJİ KALKANLARI enerji denklemlerini değiştirme özelliklidir. 1) Kafkasya'da; Cumhurbaşkanımız Tayyip Erdoğan-Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev-Enerji Bakanı Berat Albayrak kalkanı. En önemli kilometre taşlarından birisi Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP). TANAP, Azerbaycan (sonra Türkmenistan ) doğalgazını Türkiye üzerinden Avrupa'ya taşıyacak projedir. 2) Türkiye-Irak ve Türkiye-Kuzey Irak petrol ve gazının Ceyhan'a akışı. 3) Doğu Akdeniz gazının Ceyhan'a yeni boru hatlarıyla ulaşması-Anadolu üzerinden Avrupa'ya geçişi. Kıbrıs, İsrail, Gazze ekonomik ve siyasi ilişkilerin yönünü değiştirecek özellikte. 4) KÖRFEZ-CEYHAN HATTI: Cumhurbaşkanımız Erdoğan ile Katar Emiri Temim bin Hamad Al Sani kalkanı. A) Deniz yoluyla Katar-Ceyhan nakli yapılacak. B) Irak ve Suriye'de yeni düzenin sağlanmasıyla Katar Gazı boru hatlarıyla Ceyhan'a ulaşacak. 2025'lerin hayati boru projesi... 5) Sıvılaştırılmış doğal gazda (LNG) öne çıkmaya çalışan ülkeler için Türkiyemiz LNG'yi satabilecekleri güçlü bir ticari partner ve transferde güvenli bir geçiş güzergâhı olarak görüyor. 6) Rusya ve İran petrol/doğalgaz hatlarının Türkiye'den geçişi. 7) 3 nükleer santrala, Rusya, Çin, Japonya-Amerika ortaklıklarının gösterdiği olağanüstü ilgi..... Bülent Erandaç/Takvim Yargıtay kararının basına yansıyan kısmından öğrendiklerimiz arasında dikkatimi çeken diğer husus doğrudan Ergenekon'la ilgili. Yargıtay Ergenekon'la ilgili ortada somut delil olmadığını belirtiyor. Bu çok önemli bir tespit. Hele ceza hukuku açısından bakınca yıllar sonra böyle bir sonuca ulaşmak daha da vahim. Hemen belirteyim. 2002 sonrasında askerin içinde bir kıpırdanma olmadığına asla inanmadım. 2007'deki 27 Nisan e-muhtırasına kadar geçen dönemde inişler çıkışlarla ordunun o kımıldanışı sürdü. Bütün o 'günlüklerin' gerçek dışı olduğuna asla inanmam. 2002'de seçilmiş Meclis Başkanı Bülent Arınç'ı Genelkurmay Heyetinin birkaç dakikalık ziyaretini unutalım mı? Tam tersine! Darbe hazırlıkları, darbe yoklamaları orduda devam etti. Sonunda gerçekleşmedi. Ama bu Ergenekon davasındaki hukuk ihlallerine bir zemin teşkil etmez. Zaten sorun da orada: tam bir hukuk keşmekeşi içinde, işin bu yanı diğer konularla karıştırılmasaydı ve ortaya tam bir ucube çıkmasaydı gerçeğe çok daha yakın olacaktık. Ve bugünkü uzaklığımızdan da ayrıca üzüntü duyuyorum. Bu oluşum nasıl işledi, nasıl gelişti ki, bunca akıl almaz olay yaşandı? Cevap belli:cemaat/ hizmet/ paralel yapı. Türkiye'nin bu gerçek hakkında şimdi her zamankinden daha fazla düşünmesi gerekir. Bir E. Genelkurmay Başkanını dahi tutuklattıracak derecede her yere nüfuz etmiş, her şeye hâkim olmuş bu hareketi Türkiye şimdi daha aydınlık, berrak bir kafayla değerlendirmelidir. Bütün bunlar bir sebepten kaynaklandı: Türkiye, çok ağır, çok sancılı bir dönüşüm sürecinden (kelimenin gerçek ve doğru anlamında) geçiyor. Bugünün işi değil, 2002 sonrasının, hatta 1991 sonrasının hamlesi bu. Bu dönemde benzeri olaylar keşke yaşanmasaydı denemez. Bir manada yaşanmak zorundaydı. Hatta onca acıya rağmen iyi ki yaşandı. Her şey onların sonucunda yavaş yavaş tebellür ediyor. Ama bu yaşananlar garip sonuçlar üretmeyi sürdürüyor. Şaşırtıcı olan o: bir dönemdeErgenekon'a 'taraf olanlar', şimdi bambaşka noktalarda, o dönemde kendilerine acı çektirenlerle, Ergenekon'u yaratanlarla dirsek teması, hatta işbirliği içindeler. Demek ki, şu süreç dediğim oluşum devam ediyor. Daha edecek! Yüz yılın birikimi bir çırpıda aşılmıyor! Hasan Bülent Kahraman/Sabah Ekmeleddin İhsanoğlu diye bir cumhurbaşkanı adayımız vardı. Adını bile söylemeyi beceremeden seçilemedi ve ortalıktan kayboldu. En son MHP'den vekil seçilmişti ama Ekmeleddin Bey'den hiç ses seda yoktu. Ekmeleddin Bey'in yaşadığını, Osmanlı hanedanından hayatta olan 77 kişiye maaş bağlanmasını istediği yasa teklifiyle öğrenmiş olduk. Bu yasa teklifi CNN Türk spikeri Nevşin Mengü'nün tepkisini çekmiş. Mengü, Twitter hesabından 'Restorasyon! Olmuşken tam olsun; gelsinler, tahta kurulsunlar oldu olacak' diye yazmış. Niye bu kadar tepki göstermiş anlayamadım. Resmi tarih, bize Osmanlı hanedanından son temsilcilerinin vatan haini olduğunu öğretmişti. Vatan haini olmadıklarını, hepsinin Cumhuriyet'in kurulmasına ne kadar çok sevindiklerini ve yurt dışında çok zor şartlarda yaşadıklarını sonradan öğrendik. Hâlâ zor şartlarda yaşayanlar var, yardımcı olsak ne olur? Hem 'Ecdadımıza sahip çıkıyoruz' söylemi de lafta kalmamış olur. Türkiye, 2.5 milyonu aşkın Suriyeli mülteciye bakıyor, 77 hanedan mensubuna mı bakamayacak? Mevlüt Tezel/Günaydın Karaman'daki çocuk istismarı davasından beklenti çok yüksekti.. - İslâmcılar sapık çıkacaktı.. - Hükümet sapığı koruyup kollayacaktı.. - Mahkeme salonları '3. Köprüye Hayır' pankartlarıyla süslenecekti.. Ama olmadı.. Peki ne oldu? 1) Dava tek celsede bitince, birilerinin mahkeme günlerini doya doya provokasyon sahasına çevirme olanakları ellerinden gitti.. 2) Sapık, İnönü'nün kurduğu İvriz Öğretmen okulundan mezun olduğunu, devrimci gelenekten geldiğini, ateist olduğunu açıklayınca, 'islâmcılar sapık olur' genellemesinin en önemli referansı çöktü.. 3) 508 yıl cezaya çarptırılınca, 'sapığı koruyorlar' tezi üzerinden üretilecek tezviratın önü kapandı.. Ersoy Dede/Star Tartışma ortamlarında 'fikrinize saygı duyuyorum' ifadesinin çok sık kullanıldığına şahit oluruz. Bu söz hem bir nezaket hem de bir hoşgörü nişanesi olarak alınır. Kullananlara, ortamda hazır bulunanların veya uzaktan işitenlerin sempatisini kazandırır. Gerginlikleri bir ölçüde azaltır. Diyalogu ve iyi niyeti teşvik eder. Ama sonunda taraflar çoğu zaman kendi fikrine bağlı kalmayı sürdürür. Bana öyle geliyor ki, bütün yararlarına rağmen bu sözde bir yanlışlık var. Ayrıca, abartılırsa, sağlıklı bir fikir alışverişine zarar vermesi de mümkün. Katılmadığımız fikre saygı duymak hiç inandırıcı görünmüyor. Saygı duysak o fikri tamamen benimsememiz veya ondaki kimi parçaları doğru kabul etmemiz gerekir. Durum buysa zaten kısmen de olsa o fikrin taraftarıyızdır. Değilsek, yani hiç katılmıyorsak, o fikre niye saygı duyalım? Önemli olan bizimkinden ayrı fikirlere saygı duymak değil, o fikirleri açıklayan kimselere insan olarak saygı duymaktır. Ancak, bazen beğenmediğimiz, bize göre yanlış fikirleri savunan kişilere saygı da duymayabiliriz. Hatta onlardan ciddî rahatsızlık da hissedebiliriz. Bu durumda ne yapmamız uygun olur? Bir toplumda sağlıklı, verimli ve gerginlik kaynağı olmayan bir fikir ortamının oluşması ve yaşaması için yapılması gereken, fikirlere değil bireylerin fikirlerini açıklama özgürlüğüne saygı duymaktır. Açık, çoğulcu toplumda hemen hemen her konuda farklı fikirler ve kanaatler oluşacaktır. İnsanlar ve gruplar nereden baktıklarına, hangi yaklaşımı benimsediklerine, neyi öne çıkardıklarına, sahip oldukları bilgiye, değerlerine ve ideallerine bağlı olarak farklı fikirleri savunacaklardır. Farklı fikirler arasında bir iletişim, diyalog ve tartışma olması istenir ve beklenir. Biz fikirlerimizi açıklamada hangi özgürlüğe ne kadar sahipsek, bizimkinden farklı fikirlere sahip olanlar da aynı özgürlüğe bizim kadar sahiptir. Farklı fikirlerin sahiplerini düşmanlarımız değil rakiplerimiz olarak görmemiz gerekir. Uygar bir toplumda farklı fikirlerin sahipleri dost bile olabilir. Batı'da birçok yerde tartışma ortamında şiddetle birbirini eleştiren insanların sosyal ortamlarda beraber yiyip içtiği, derin sohbetlere girdiği görülür. Uygar toplumda, fikir tartışmaları şahsiyetler üzerinden değil fikirler üzerinden yapılır. Fikirler masaya yatırılır ve analiz edilir. İnsanlar doğru fikirleri savundu diye tanrılaştırılmaz, yanlış fikirleri savundu diye şeytanlaştırılmaz. Yanlış fikirlerin sahiplerinin şahsiyetine saldırılmaz, fikirleri eleştirilir. Fikirler alanında da bir piyasanın olması ve yanlış fikirlerin bir şekilde sahne dışına itilmesi arzu edilir. Bundan o fikirlerin sahipleri başta olmak üzere tüm toplum istifade eder. Meşhur bir söz, 'insanlara karşı nazik, fikirlere karşı acımasız olmalıyız' der. Ne yazık ki, memleketimizde bu tutumdan çok uzağız. Âdabıyla, edebiyle tartışma yapmayı pek bilmiyoruz. 'Dediğim dedik çaldığım düdük' havasındayız. Farklı fikirlerin sahiplerini düşman gibi görmeye teşneyiz. Fikirleri bir yana bırakıp insanların karakter özellikleri üzerine çullanmaya meraklıyız. Bu garip ve zararlı durumdan nasıl kurtuluruz bilmem.Eğitim sistemine pek güvenemeyiz. Problem biraz da zorunlu, merkeziyetçi ve tekleştirici eğitim sisteminin ürünü. Umudumuz sivil toplum içinde uygar ve yapıcı tartışma davranışının benimsenmesini ve yaygınlaşmasını sağlamaya katkıda bulunacak bireylerin ve oluşumların çıkması. Atilla Yayla/Yeni Yüzyıl