Ernest Hemingway'in 'Cesaret'i tanımlaması, tanık olduğumuz siyasi gelişmelere uyarlanabilir... 'Cesaret tehlikenin üzerine gitmek değil, tehlikenin karşısında zarif davranmaktır' diyor Hemingway... Devlet yönetimine yansıyan iki başlılık sürseydi, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Davutoğlu arasındaki görüş ayrılıkları tehlikeli bir krize dayanabilirdi... Ama gerek Erdoğan'ın gerekse Davutoğlu'nun zarif davranışları, bu olağanüstü durumu, olağan bir siyasi gelişme biçiminde gündemimize oturttu.Bu noktada bir Türk vatandaşı olarak bize düşen, Davutoğlu'na ülkeye yaptığı hizmetler ve problemli bir dönemi çalışkanlığı ile atlatması dolayısıyla ona teşekkür etmektir. Ayrıca bir nevi veda konuşması olan dünkü açıklamasındaki şu cümleler, siyaseti meslek olarak seçen yeni kuşaklara örnek olacak içeriktedir: - Önümüzdeki 4 yılı tamamlayacak, güçlü AK Parti hükümetleri devam edecektir. Yatırımcılara bu güven ortamının devam edeceği konusunda güvence veriyorum. - Partimiz yeni bir dönem içindedir. 22 Mayıs'ta olağanüstü kongre kararı aldım. Mutabakatın olmadığı yerde aday olmayı düşünmem. Aldığım bu kararda başarısızlık veya pişmanlık duygusu yoktur... - 'Nefsimi ayaklar altına alırım, bir faninin terk etmeyeceği düşünülen her makamı terk ederim ama bu ak kadroların üzülmesine izin vermem.' demiştim. Bu bağlamda adımatacağım. - Cumhurbaşkanı ile ilişkimizde spekülasyona izin vermem. Cumhurbaşkanımızın onuru benim onurumdur. Mücadeleyi AK Parti'nin bir neferi olarak sürdüreceğim. Spekülasyonların ötesinde siyasetin gerçeklerine bakarak geleceği görmeye çalışıyorsak,yapmamız gereken mayıs sonundaki AK Parti Olağanüstü Kongresi'ni beklemektir. AK Parti'ye ilişkin en ağırlıklı gerçeğin ise 'Cumhurbaşkanı Erdoğan' olduğunu hiç unutmamamız gerekiyor. Bundan sonraki AK Parti yönetimi bu gerçeği göz ardı etmezse, 'Olağan' durumlar 'Olağanüstü'ne dönüşmez. Mehmet Barlas/Sabah Başbakanlar gelir geçer ama patron her zaman Erdoğan. Bunu seçmen de, partili de, teşkilat da ve milletvekilleri de böyle biliyor. Davutoğlu göreve geldiği günden beri 'güçlü bir başbakan' ve Erdoğan'ın eşiti gibi davranarak bu günlerdeki gelişmelerin temelini attı. Danışmanlarının dolduruşu ise maalesef bu kaliteli insani hatalar yapmaya sevk etti. Davutoğlu teşkilata karışmadım diyor ama etrafındakilerin neler yaptığını bir bilse…Yine danışmanlarının marifetleri ile Batıda 'Davutoğlu liberal ve demokrat ama işte Erdoğan'ı aşamıyor' imajı yaratıldı ki bu çok yanlıştı. Başbakanın veda niteliğindeki basın toplantısında Erdoğan için söyledikleri ve 'son nefesime kadar onunla ilişkimi sürdüreceğim, onun onuru benim onurum, ailesinin onuru benim onurum' demesi Davutoğlu'nun sağlam kişiliğini bir defa daha ortaya çıkarıyor. Keşke bazı danışmanları da bu gerçeği anlasalardı… Şu anki durumu istismar edip ekonomide spekülatif oyunlara karşı tutumu ise bu ülkenin iyiliğini her şeyin üstünde tuttuğunu gösteriyor. Maalesef birileri Türkiye'de kriz kışkırtıcılığı yapıyor ama gidişat heveslerinin kursaklarında kalacağını gösteriyor… Davutoğlu zor şartlarda başbakanlık yaptı ama gemiyi iyi kötü rotada tutmayı başardı.Gemi zaman zaman karaya oturdu ama Erdoğan'ın da yardımıyla bilhassa 1 Kasım seçimlerinde Türkiye yine de sakin sulara varmayı başardı. 22 Mayıs'da yeni başbakan yine gemiye Erdoğan'ın gözetiminde kaptanlık edecek. Ama bu sefer geçmiş hatalar tekrarlanmayacak. İlnur Çevik/Yeni Birlik Selahattin Demirtaş 'birden fazla parlamento ayrılık anlamına gelmez' demiş. Yalan söylüyor. O anlama gelir. Biliyorsunuz, Demirtaş geçen gün de 'parlamentoları partiler değil halk kurar ve halk isterse birden fazla parlamento da kurar' demiş, eğer HDP milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılırsa ayrı bir meclis oluşturacaklarını söylemişti. Öteden beri arzusu buydu: Bir 'Diyarbakır meclisi' oluşturmak, hatta Ankara'ya 'yürümek'... Bunu seçimden önce de dile getirmişti. Görüntüyü hafifletmek için güya başka bölgeleri de devreye sokuyor, Karadeniz'de, Trakya'da falan da böyle meclisler kurulabileceğini ima ediyordu. Oyunu çoğunlukla AKP'ye yağdıran Kürt seçmeni ayrı bir meclis isteyecekmiş! Buna kargalar bile gülerler. Halk istese bile birden fazla parlamento kuramaz. Bu iş çocuk oyuncağı değildir. Türkiye Büyük Millet Meclisi açık olduğu halde ikinci bir meclis oluşturmaya kalkan, kendini 'ağırlaştırılmış müebbet' talebiyle hâkim karşısında bulur. Eskiden olsa cezası idamdı. Postalcılar bu tuzağa Recep Tayyip Erdoğan'ı düşürmek istemişler, onu anayasa değişikliği için ayrı bir Kurucu Meclis toplamaya yönelterek 'ileride asabilmenin' yolunu yapmaya kalkmışlardı, hatırlayacaksınız. Demirtaş bu tuzağa düşmeye pek gönüllü görünüyor. Amaç maraza çıkarmak, daha doğrusu geçen haziran ayından beri çıkardıkları marazayı bir adım daha ileri götürmektir. HDP bir şekilde 'kendini meclisten kovdurmak için' çalışıyor. İktidar bunu gördü, 'aldım kabul ettim' dedi. 'Savcı davet ettiğinde kendi ayağımızla gitmeyeceğiz, zorla götürmek zorunda kalacaklar' falan filan gibi efelenmeler işin folklorik yanıdır. Mahkeme sonucunu etkilemez. Fezlekeler, dokunulmazlıkların kaldırılması, hüküm giymek... Bu başka şeydir, sözde parlamento toplamak bambaşka. O, radikal bir kopuştur. Henüz adı konulmasa da, bağımsızlık ilanıdır. O sözde parlamentonun kapısına tank dayanır, tank! Tepesine uçak biner. Devletin tepkisi, 'özyönetim ilan eden Kürt belediyelerine' gösterdiği tepkiden çok daha sert olur. O zaman biz de 'Kürt ayrılıkçılığını destekleyen Türk aydınları' hakkında daha başka türlü konuşuruz. Hani imza listeleri falan var ya. Engin Ardıç/Sabah Birileri iki ay öncesinden öngörmüş, birileri bilmem kaç hafta öncesinden haber vermiş; Başbakan Davutoğlu kısa zaman içinde koltuğunu bırakabilirmiş... Bunu 'gazetecilik başarısı' olarak sunuyorlar. Doğrudur. Burada, zorlarsak, bir gazetecilik başarısı bulabiliriz. Ama bana, daha çok 'tahmin başarısı' gibi geliyor. Bu arkadaşlar siyaset gözlemciliğini bıraksın, şans oyunları oynasın. Mutlaka tutturacaklardır. Ben daha iddialı bir şey söyleyeceğim: Bu işin böyle olacağını, yani Başbakan Davutoğlu'nun kısa süre içinde koltuğunu bırakmak zorunda kalacağını, ben çok daha öncesinden, yani Davutoğlu göreve gelir gelmez biliyordum. Kimseye haksızlık etmek istemem. Davutoğlu, zaman zaman sınırlarını zorlayan çıkışlar yapsa da, son tahlilde naif bir insan, naif bir siyasetçiydi... Uyum göstermek istedi. Buna kendini zorladı. Ama rüştünü de ispat etmek istedi. Ve bu durumunun 'lideri' tarafından görülmesini, takdir edilmesini bekledi. Gücenmesin ama sanki küçük bir ego sorunu yaşadı. 'Güçlü Başbakanlık' döneminin kapandığını hesap edemedi. Ya da, bu gerçekle yüzleşmek istemedi. Hayır, bunun müsebbibi Erdoğan değildir... Erdoğan'ın baskın kişiliği ve karizması da mutlaka belirleyici rol oynamıştır ama 'güçlü Başbakanlık' modeli, 21 Ekim 2007 referandumuyla kâğıt üzerinde, 10 Ağustos 1014 Cumhurbaşkanlığı seçimiyle de 'fiilen' bitti. Kaç yıldır bu köşede yazıp duruyorum. Neredeyse bütün televizyon konuşmalarında dile getiriyorum. İdari yapı (güçlü Başbakanlık modeline dayalı idari yapı), 21 Ekim referandumuyla bozuldu. Buna Meclis'e Cumhurbaşkanı seçtirmek istemeyenler; yani 367 rezilliği ve 'e-muhtıra' dâhil, her türlü gayrı ahlaki yolu deneyen hokkabazlar yol açtı... Hem seçilmiş Cumhurbaşkanı, hem seçilmiş Başbakan olmaz. Dolayısıyla, 'seçilmiş' ve neredeyse sınırsız yetkilere sahip Cumhurbaşkanının olduğu yerde, 'güçlü Başbakanlık' modeli yürümez. Erdoğan da olsa yürümez... Nitekim yürümedi. Davutoğlu, hem sistemden kaynaklanın arızanın, hem de 'Yeni bir dönem başlatabilirsiniz, en büyük siz olabilirsiniz' diyen danışmanlarının kurbanı oldu. Enerjisini, 'bozulan idari yapının tamiri' için sarf etseydi, her geçen gün daha acil hale gelen 'yeni anayasa' ihtiyacına uygun bir yöneticilik sergileseydi ve kimi danışmanlarının iğvasına kapılmasaydı durum daha farklı olabilirdi. Her şeye rağmen, naif, temiz, iyi niyetli bir siyasetçi portresi çizdi ve dönemini kapattı. Ve 'teşekkürle' uğurlanmayı hak etti. Ahmet Kekeç/Star Bildiğimiz Hollywood filmlerinden biri işte! Adını hatırlayamıyorum. Bir Interpol ajanıyla bir savcı dünyanın en büyük bankalarından birinin para aklama işlerini araştırmaya başlarlar... Olaylar, olaylar... Faili meçhuller... Hatta yanlış hatırlamıyorsam, filmin kahramanları New York, Milano, Berlin derken İstanbul'a kadar gelmişlerdi. Benzerlerinin tonla üretildiği orta karar gerilim filmlerinden biriydi. Fakat bir sahnesinde edilen laflar zihnimde iz bırakmış, bir gün bu köşede 'altyazı' bölümünde kullanırım diye, salondan çıkarken defterime kaydetmiştim. Şöyleydi sahne... Nice badireyi atlattıktan sonra savcı bankanın merkezine girebilmişti ama artık ne çatışacak ne de gerçeklerle yüzleşecek hali kalmıştı. Sonunda CEO'dan dünya çapında büyük bir bankanın ne olduğu konusunda şu dersleri işitmişti. 'Borçları kontrol ediyorsan, her şeyi kontrol ediyorsun demektir. Gerçek değer, borçtur. Banka bütün varlığını bunun üzerine kurar ve bu yolla yeryüzündeki bütün çatışmaları elinde tutar. Çok mu rahatsız edici? Evet! Ama varlığımız, ister bireyler olsun, ister milletler; borç köleleri yaratmak üzerine kuruludur.' Bunu niye anlattım? Epey zaman oluyor, altı yedi yıl öncesiydi. Filmi birlikte seyrettiğim ve bu sözleri çok beğenip kaydetmemden memnun olan arkadaşım işletmesini kapattı, finansçı oldu. Ve geçenlerde bana 'komplo teorileriyle dünyayı açıklama hastalığından bıktım' mealinde bir mail attı. Neye kızdın diye sorunca da, Amerikan eski Hazine Bakan yardımcılarından birinin tv'de 'dünyayı beş banka yönetiyor' diye konuşmasını kastettiğini açıkladı. Tamam, dedim. Illimunati vesaire, karanlık güçler, gizli örgütler üzerinden bazı açıklamalar beni de sıkıyor; toplumsal dinamikler ve insan 'ruh'unu ıskalamamıza neden oluyor... Evet! 'Ama'sı var! Banka dediğin hesapta gizli, karanlık bir kurum değil. Bir finansçı olarak en global anlamıyla, bankalar ne yapıyor? Durdu, düşündü. Sonra ona filmi hatırlattım. O çok hoşuna gitmiş sözleri... Sustu. Bak, dedim, sustuğunu yazacağım. Güldü, 'yaz, yaz!' dedi. Hollywood söylerse doğru oluyor da neden benzer bir konu haber ya da belgesel yapılınca komplo sayılıyor? Filmlerin anlattığına herkes inanıyor da neden gerçek dünyadan, reel hayattan bir yüksek bürokrat anlatırsa burun kıvrılıyor? Üzerinde durmaya değer bir 'uyuşturulma' hali, değil mi bu? Bu 'uyuşturulmuşluk'la ne komplo ne değil konusunu hakkıyla tartışabilir miyiz? Haşmet Babaoğlu/Sabah Bugün yaşanan ve kimilerinin 'kriz' olarak tanımladığı durum, hükümet olma konusundaki eksikliklerden ortaya çıkmadı. Tek kelimeyle ifade etmek gerekirse, önümüzdeki süreçte belki başka örneklerini de göreceğimiz gibi, bir sistem sorunuydu! Olaya doğrudan buradan bakmak gerekir... Her şey Cumhurbaşkanı'nı halkın seçtiği Ağustos 2014 itibarıyla değişti. Sonuçta ortada iktidar partisinden de fazla oy almış bir Cumhurbaşkanı'yla karşı karşıyayız. Üstelik Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha seçim kampanyasında 'Alışılmışın dışında bir Cumhurbaşkanı olacağım, anayasadaki yetkilerimi kullanacağım' taahhüdünde bulunmuştu. Seçildikten sonra da defalarca çok başlılığın ortadan kalkması çağrısı yapıp, başkanlık perspektifli yeni anayasa vurgusunu ön plana çıkarmıştı. Davutoğlu ile Cumhurbaşkanı arasında spesifik olarak yaşanan görüş farklılıkları bir yana, meselenin bamteli burasıdır. Zira, Sayın Başbakan bu süreçte, AK Parti'nin 'yeni anayasa ve başkanlık sistemi' konusunda Meclis Başkanlığı'na sunduğu öneri bir kenarda dururken, 'Bizim başkanlıkla ilgili bir teklifimiz yok' açıklaması yaptı. Gelişmeler de bize gösterdi ki; yakın bir zamanda bu önderlik bu sistem sorununa neşter vuramayacaktı. Peki bundan sonra ne olacak?Başbakan Davutoğlu'nun veda konuşmasında da dile getirdiği gibi AK Parti bir gönül ve hizmet hareketi. Kongrede genel başkanlık için ismi geçen tüm isimler de liyakatlarıyla, birikimleriyle bu bayrağı rahatlıkla taşıyabilecek isimler... Yeni ekibin vizyonu bu çift başlılık sorununu ortadan kaldırmaya yönelik olursa, ki olacaktır; Türkiye 2023 hedeflerine daha emin adımlarla yürüyecektir. Son sözüm de, bu siyasi ortamdan nemalanmaya çalışan kriz tellallarına.. Karşınızda ne Ahmet Necdet Sezer ne de Bülent Ecevit var. Başka bir ülkede dahi olsa, iktidar partisi kongre kararı almış, başbakanı aday olmayacağını açıklamış, ekonomi savaş alanına dönerdi. Bizde ise yaprak bile kıpırdamadı. İşte eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki en önemli fark bu! Murat Kelkitlioğlu/Akşam Bu kırılmada, 1 Kasım seçimlerinden sonra il ve ilçe başkanı atama sürecinde istişare etmeden ve başarılı, çalışkan, halkın sevdiği başkanların bile tasfiye edilip yerine istisnalar hariç teşkilata uzak kişilerin getirilmesi gibi kararların alınması etkili olmuştu elbette. Ama bundan çok, Davutoğlu'nun 20 aylık Başbakanlık performansı sürecinde oluşan bazı çatlaklar bu sonucu doğurdu. Bazen zaaf denebilecek şekilde vefalı olan Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ve parti MKYK'sının neden bu kararı aldığını soğukkanlı yaklaşarak analiz etmek gerekir. Pek çok başlık var ama onlardan bazıları: Erdoğan'ın rızası alınmadan Dolmabahçe açıklamasının yapılması ve ardından gelen Öcalan'la görüşecek İzleme Komitesi girişimi. Milletvekili aday listeleri hazırlanırken istişareden kaçınılması. 7 Haziran seçimlerine gidilirken Başkanlık sisteminin birkaç cümle hariç hiç savunulmayarak Erdoğan'ın şahsi meselesi gibi gösterilmesi. Ekonomi yönetiminde 'faizci' anlayışa aykırı bir paradigma geliştirilmesine uzun süre direnilmesi. AB ile Schengen süreci, sanki Erdoğan'ın Başbakanlığında 2013'te başlamamış gibi 'mültecileri al, Schengen'i ver' şeklinde formüle edilen bir pazarlık görüntüsünün verilmesi. AB ile yakınlaşırken, Avrupa Parlamentosu Başkanı Schulz'un 'muhatabımız Erdoğan değil, Davutoğlu'dur' açıklamasında olduğu gibi 'arayı açacak' söylemlere hiç itiraz edilmemiş olması. Valiler Kararnamesi'nin tercih farklılıkları yüzünden aylarca ertelenmesi; bazı bakanların müsteşar atamasına bile izin verilmemesi; Ankara'ya Emniyet Müdürü atanmasının gecikmesiyle ayyuka çıkan atama krizleri, vb... 18 Ağustos 2014'te, 'Başbakan Adayım' başlıklı yazımda, Davutoğlu'nun Başbakan olmasına açıktan destek vermiş bir isim olduğum için bu tabloyu arz etmek benim açımdan oldukça zor. Ancak sistem dönüşümü, ekonomik atılım, inşa ve ihyadan ziyade, partiyi ve devleti kontrole ağırlık verip, yabancı ülkelerle ilişkiyi güç kazanmanın bir vesilesiymiş gibi konumlandırmak maalesef bunu gerekli kılıyor. Yabancı basının başlıklarında bile 'Davutoğlu iktidar mücadelesini kaybetti' denmesi çok şey anlatıyor. Zira Cumhurbaşkanı ve parlamentonun halk tarafından seçilmesine uygun olarak sistemin dizayn edilmesi gerekirken, iktidar mücadelesine girişildi. Hilal Kaplan/Sabah Türkiye'de geçmişte partiler arasında olduğu gibi partilerin içlerinde de ilginç olaylara ve mücadelelere şahit olduk. Şimdi de AK Parti içindeki gelişmeleri takip ediyoruz. Kabul etmek gerekir ki AK Parti kendisinden daha önemli bir parti. Bugünkü şartlarda ülkenin alacağı şekilde, gideceği istikamette AK Parti ana belirleyici. Bu yüzden bu partinin varlık ve bütünlüğünü koruması büyük önem arz ediyor. Diğer taraftan, yine kabul etmek gerekir ki, bir grup tarafından kurulmasına rağmen AK Parti'nin asıl kurucu ve kendisi ve partisi istediği sürece orada kalıcı lideri Tayyip Erdoğan. Zaman zaman sözlerinden ve politikalarından dolayı Erdoğan'ı eleştiriyor olmamız bu gerçeği değiştirmez. AK Parti içinde meydana gelen gelişmeler doğal olarak herkesin ilgisini çekiyor. Ben partileri uzaktan takip eden bir akademisyen ve köşe yazarı olarak ne olup bittiği fazla bilmiyorum, çok merak da etmiyorum. Bu nihayetinde partililerin ve parti idarecilerinin işi. Ama ben partilerde –ve, geçerken dokunmak gerekirse, sivil toplum gruplarında- şu veya bu sebeple yaşanan ayrılık ve değişikliklerin düşmanlık üretmesine, insanî münasebetleri zehirlemesine, ilişkileri sonlandırmasına, arkadaşlıkları bozmasına üzülüyorum. Bunun vuku bulmaması için insanların dikkatli olması ve arkadaşların, kader ortaklarının birbirlerinin itibarını, izzetini ve şerefini koruması gerektiğini düşünüyorum. AK Parti'nin ne yapacağına karışmam. Buna kısa vadede partinin lider kadroları uzun vadede tabanı karar verecek. Ancak, son olaylarla ilgili bir gerçeğin altını çizmek istiyorum. Başbakanlık gibi çok önemli, itibarlı ve her faniye nasip olmayacak bir makamdan parti içi ilişkiler ve dengeler sebebiyle ayrılma kararı alan Ahmet Davutoğlu çok asil bir duruş sergiledi. Partisinin varlığına, birlik ve bütünlüğüne zarar verecek sözler sarf etmedi. Bundan sonra bir nefer olarak davaya hizmete devam edeceğini söyledi. Kendisinin de bu makamlara tırmanmasını mümkün kılan yolları açan Tayyip Erdoğan'a öfke ve nefret okları yöneltmedi. Yoldan önce yol arkadaşlığına önem verdiğini vurguladı. Vefanın altını tekrar tekrar çizdi. Cumhurbaşkanına vefayı sürdüreceğini belirtti. Bu davranışın asaleti daha önce yine AK Parti'den ayrılmış başka bazı isimlerin davranışlarıyla, tavırlarıyla karşılaştırınca bütün haşmetiyle ortaya çıkıyor. Umut ederim ki bu asil davranış AK Parti içinde karşılık ve cevap bulur. Yine umut ederim ki bu asil davranış gelecekte benzer olaylarla karşılaşacak siyasetçiler için bir örnek teşkil eder. Atilla Yayla/Yeni Yüzyıl Davutoğlu 'beş temel hukuk' diyerek gelecekte ne yapacağına ilişkin ilkeleri de özetledi. Özellikle ilk ikisi parti içi ilişkiler açısından önemliydi: 'Birincisi Cumhurbaşkanı ile dostluğum her şeyin önünde. Cumhurbaşkanı ile son nefesime kadar kardeşlik ilişkimi sürdüreceğim. İkinci koruyacağım hukuk partimin hukukudur. Kim ki partimizde bir gedik açmaya, partimizden yolunu ayırmaya çalışırsa onun karşısında ben olurum.' Bu siyaset dili ve yaklaşımı, siyasette az rastladığımız bir yöntem. Ayrıca önemli birgörevdeyken bunun yapılıyor olması da çok anlamlı. Bu AK Parti'nin yeni bir siyaset tarzı getirdiğini ve bu ilişki biçimiyle siyasette kuralların yeniden yazılacağını gösteriyor. Tabii Davutoğlu'nun başbakanlık ve genel başkanlıktan böyle ayrılması, hiçbir sorun yaşanmadığı anlamına gelmiyor. Birkaç aydır AK Parti'de derin bir sarsıntı yaşandığı yüksek sesle konuşulmaya başlanmıştı zaten. Birkaç ay önce Ankara'daki AK Parti Genel Merkez koridorlarını dolaşırken, parti yöneticilerinden biri şöyle diyordu: 'Artık işler yürümüyor. Bu iş kongreye gider...' Sözü edilen Cumhurbaşkanı Erdoğan, AK Parti yönetimi ve Başbakan Davutoğlu arasında yaşanan gerilimdi. Aslında bu siyasi gerilim son iki ayda da ortaya çıkmış değil, geçmişi 20 ay önceye yani 10 Ağustos 2014'teki cumhurbaşkanlığı seçimi öncesine dayanıyor. Her şey AK Parti genel başkanlığına Başbakan Tayyip Erdoğan'dan sonra kim gelecek sorusuyla başlamıştı. Öne çıkan iki isim de belliydi; Binali Yıldırım mı Ahmet Davutoğlu mu? O günlerde derinden derine süren mücadele bugün açığa çıkıyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, o gün biraz ezber bozan biraz da kendi deyimiyle 'acele'yle verilen bir kararla Davutoğlu'nu tercih etmişti. Bu karar içinde riskleri de barındırsa doğru ve cesur bir denemeydi. Ama olmadı, Birçok alanda sorun çıktı. 7 Haziran öncesi milletvekili listelerinin düzenlenmesinden bakanlar kuruluna, Dolmabahçe mutabakatından koalisyon meselesine, her konuda adı konmayan derin siyasi yaklaşımlar görüldü. Ha bugün ha yarın düzelir denildi ama iki seçime ve iki kongreye rağmen sonuç değişmedi. Şimdi geldiğimiz noktada öyle derin bir kriz yaşanacağına dair bir işaret yok. Parti içinde yeni bir savrulma ihtimali de görülmüyor. Çünkü bu durum biraz hızlı gerçekleşse de beklenmeyen bir sonuç değildi. Toplum birkaç aydır bu sonucu beklediği için piyasa deyimiyle satın almıştı. Mahmut Övür/Sabah Çok hevesliydiler... Ellerini ovuşturup duruyorlardı... Ahmet Necdet Sezer'in Anayasa kitapçığını Ecevit'in önüne fırlattığı günlerin geride kaldığını unuttular... 'Devletin zirvesinde kriz var' diyerek 'cumhurbaşkanından şikâyetçi başbakan' manzarasını hayal ettiler… Lakin Erdoğan'ın bu millet için ne ifade ettiğini hala idrak edemeyen kifayetsiz muhterisler büyük bir hayal kırıklığı yaşadı… AK Parti'nin çelikleşmiş iradesi ve geleneğini görmezden gelen zavallılar… Çok beklediler… Ciddi bir krizi yaşanırsa, bunu nasıl siyasi ranta çeviririz hesabı yaptılar… Ama olmadı… Erdoğan; 'Başbakan'ın kendi kararıdır. Hayırlı olsun…' dedi… Davutoğlu ise çok şık bir final yaptı... Helal olsun... Evet, siyaset tarihimizde bir ilk yaşandı… İktidardaki parti bu şekilde olağanüstü kongreye gidiyor… Hiçbir çatlak ses yok… Liyakat, sadakat ve vefa var… 'Nefsimi ayaklar altına alırım, bir faninin terk etmeyeceği düşünülen her makamı terk ederim ama bu AK kadroların üzülmesine izin vermem' diyen bir Başbakan var… Ve en önemlisi de Erdoğan gibi bu milletin kendisinden asla vazgeçemediği bir lideri var… Diğer taraftan günlerdir ellerini ovuşturarak kriz bekleyen ahmaklar… Bu arada Kılıçdaroğlu Davutoğlu'nun vedasını yorumlamış… Çok üzülmüş!... 'Davutoğlu'nun direnmesi gerekirdi. Kadere bakın ki demokrasi adına Sayın Davutoğlu'nu savunmak bize düştü…' diyor… Girdiği tüm seçimleri kazanan, ve yüzde 52 ile halkın seçtiği Cumhurbaşkanı olan Erdoğan'ı eleştiriyor… Kim eleştiriyor?... Kaset komplosuyla koltuğa oturduktan sonra girdiği tüm seçimleri ve referandumları kaybetmesine karşın koltuğa yapışıp kalan Kılıçdaroğlu!... Demokrasi adına Davutoğlu'nu savunuyormuş... CHP'yi kurtardı ya.., sıra AK Parti'ye geldi!... Sen de CHP'yi 'olağan' olağanüstü kurultaya götür bakalım… Biz de demokrasi adına Muharrem'i savunalım!... Hikmet Genç/Yeni Şafak Sadece son MKYK'daki yetki devri konusuna bakarak değil, baştan beri sürdürülen politikaları izleyerek de bu kongre kararını 'perşembenin gelişi' diye yorumlamak pek şık olmaz. Ama bu halin o gerçeği yansıttığı da bir o kadar açık. Sonucun bu şekilde oluşmasını hazırlayan en önemli nedeni/ gerekçeyi daha başta belirteyim: Davutoğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın iktidarı fiilen elinde bulundurduğunu, doğrudan doğruya ve gene fiilen Başkanlık yaptığını yeterince ayrımsamadı. Dolayısıyla da çeşitli zamanlarda çeşitli ve Erdoğan'la çelişen açıklamalar yaptı. O açıklamalarını her defasında geri çekmek zorunda kaldı. Hiçbirisini uygulamaya koyamadı. Çünkü her defasında Erdoğan karşı çıkıyor ve işler onun tercih ettiği istikamete giriyordu. Türkiye'deki parlamenter sistemi yetersiz bulan Erdoğan'ın kendi partisinde Başkanlığı tartışacak, en azından kendisiyle çelişecek bir Başbakanla çalışacağını düşünmek hayalden de öte hayalcilik olurdu. Hakan Fidan'ın milletvekilliği girişimiyle başlayan bu süreç besbelli ki, Kürt sorunu konusunda yeni bir dönemeç almıştı. Erdoğan, tüm bu yaşananlardan sonra işin aynı şekilde devamının partisine dönük iç ve dış yıpranmalar doğuracağını varsayarak bu işi kestirip atmayı tercih etti. Böylece de fiili Başkanlığına yeni bir aşama ekledi, yeni bir güç kattı. Bütün bu yaşananları farklı bir mecrada akıtabilir miydi Davutoğlu sorusunun yanıtı ise bence olumsuzdur. Hatta olanaksızdı. Parti içinde taban gücü yok denecek kadar sınırlı Davutoğlu'nun Erdoğan gibi bir siyasal profille değil baş etmesi, rakip olması dahi söz konusu değildi. Kaldı ki, Başbakanlığı sonrasında Davutoğlu'nun partiye getirdiği söylem, hiç değilse kendi kullandığı üslup, Erdoğan- Gül yani kurucular döneminin bile kullanmadığı bir üsluptu. Yani o anlamda da Davutoğlu içten, inanarak ama hayli romantik bir üsluplaErdoğan çizgisinin ötesinde kalıyordu. Şimdi asıl soru şu: bütün bu yaşananlardan sonra, Dışişleri Bakanlığı'ndan Başbakanlığasıçramış, şimdi çekileceğini belirtmiş Davutoğlu ile birlikte onun sürdürdüğü siyasetlerinde sonuna geliniyor mu? Bu siyasetlerin başını dış politika çekiyordu. Bu açıdan bakınca olumsuz cevap vermek için bir neden yok. Davutoğlu böylece Başbakanlık koltuğunu bırakmakla kalmıyor. Kendisine ait bir dönemi, kendi izini taşıyan bütün politikaların kapatıldığını da izleyecek. Bunu Erdoğan'ın daha icracı, daha gerçekçi hatta Davutoğlu 'romantizmine' karşı daharealist ve modernist bir siyaset arayışı olarak nitelendirmek de mümkün. Yeni Başbakanın kim olacağı sorusu önemli. Ama bu olgu en az bir o kadar önemli. Türkiye'de önümüzdeki dönemde yeni bir politika anlayışının sergileneceğini söylemek mümkün. Kendi uzun ve kısa tarihi içinde Ak parti yeni bir merhaleye geçiyor. Daha çok konuşacağız... Hasan Bülent Kahraman/Sabah Liderliğin iki başlılığı kaldırmadığı konusundaki en ilginç örnek Polonya'dandır. Bu ülkede 2006-2007 yılarında Leh ve Jaroslaw Kaczinsky kardeşler başkanlık ve başbakanlık makamlarını paylaşmışlardır. Üstelik tek yumurta ikizi olan Kaczinsky kardeşler arasında bile yönetim konusunda nüanslar ortaya çıkmışken iki başlılığın doğurduğu sakıncalar bellidir. Türkiye'de yaşanan olay şudur: Cumhurbaşkanı'nın halkoyuyla seçileceği konusunda yapılan anayasa referandumundan ve ilk seçimin yapıldığı 10 Ağustos 2014 tarihinden itibaren yürütmenin başı, seçilmiş cumhurbaşkanıdır. Hukuktaki ve devletteki idarenin bölünmezliği ilkesi gereğince Başbakan'ın, bakanların ve bütün bürokratların seçilmiş Cumhurbaşkanı ile senkronize olması gerekir. Anayasa'daki metin değişikliklerinin Cumhurbaşkanı'nın halkoyuyla seçilmesi sistemine henüz uydurulmamış olması sistemin ruhunu değiştirmez. Çünkü yasaların ve anayasanın bir ruhu vardır ve liderin meşruiyetini halkoyundan alması da her şeyin esasıdır. Hâl böyleyken, biçimsel metinlerin siyasal gerçekler hesaba katılmaksızın yorumlanması iki başlılık yaratır ve iktidarın ortak kabul etmediği gerçeği eninde sonunda baskın hale gelir. İktidarın bölünmezliği sadece bir ilke sorunu değil ülke çıkarları için de son derece önemlidir. Dikkat ederseniz bir dizi sorunda ülke politikasının halka iyi anlatılamamasının nedeni yapılan politik açıklamalarda bazı nüansların olmasıdır. Bunların en önemlileri PKK ile masaya dönüş fikrinin ortaya atılması, AB ile ilişkilerin önemini abartma, Türkiye'ye hakaret eden Schulz'a karşı tavır almama, akademisyenler bildirisine hoşgörü, dokunulmazlıkları sulandırma, Suriye ve İran politikalarında tedbirsizlik, yeni anayasada başkanlık sisteminin ihmali, Davosçu-faizci ekonomi, HDP'nin mutlaka mecliste muhatap kabul edilmesi gibi konulardır. Senkronizasyon sorununun bunlarda ve benzerlerinde olduğu açıktır. İsteyenler daha önceki yazılarımı tarayıp tek tek saptayabilirler. Sonuçta Türkiye'de yaşanan son gelişmeler 'başkanlık sistemi' konusunun ne kadar önemli bir hale geldiğini bir kez daha ortaya koymuştur. Anayasamızda devletin başkanlık sistemi etrafında yeniden örgütlenmesi son derece acil bir görev olarak ortada dururken, hak ve özgürlükler noktasında 15 kez değiştirilmiş olan Anayasa üzerinde yeniden entelektüel tartışmalar başlatmak çok yanlıştı. Başkanlık sistemini çıkmaz ayın son çarşambasına, ta 2019 sonrasına atmaya çalışmak ve bu konuda CHP ile yaklaşma girişimleri kamuoyu yönünden de tepkisiz kalamazdı. Sonuçta, bu çabalar sürecin daha da hızlanmasına ve başkanlığa daha çabuk geçilmesine yol açmıştır. Bu bakımdan iyimser olmamız için neden çoktur. Gerek siyasal sistem, gerekse yakında sorunsuz biçimde kurultayını yapacak olan AK Parti bu dönemden daha da güçlenerek çıkacaktır. Kayahan Uygur/Güneş Hep rakiptik onlar için. Budamak için içeride ayrıştırdılar. Eğitim ile, medya ile, ideolojiler ile, partiler ile, üniversiteler ile... En temel konularda bile anlaşamaz olduk. FORMA aşkıyla konuşuyorduk. Gerçekleri ve oyunu görmek istemiyorduk. Aslında TÜRK DEVLETİ içinde biriken AVRUPALILAR 'ı temizliyordu. Avrupa'ya sadakatla bağlı olanlar üzülüyordu. Bu askerde de, siyasette de, bürokraside de vardı... Diğer yandan Amerika'dan operasyon yapan PARALEL YAPILAR da gidiyordu. Bir arınma sürecinden geçiyorduk. Çünkü masada eşit şartlarda olmak için içeride güçlü olman şarttı. MHP ve Devlet Bey çok kez Avrupa'ya yakındı. Son dönemde değiştiler. Meral Hanım ise önce Avrupalı'ydı sonra Amerika'ya yakın oldu. Eğer MHP, Meral Hanım'ı mahkemelerle durduramazsa bu tehdit Devlet Bey'den önce AK PARTİ için olacak. Bu da bölgede büyük güç olan Washington'un Ankara ile karşı karşıya gelmesi demek olacak. Eğer Meral Hanım gelirse AK Parti içinde de sürpriz kıpırtılar olacak... Arada sorun yoksa, olmayacaksa ve iki başkent el sıkışacaksa Meral Hanım önüne çıkan engelleri aşamayacaktı. Erdoğan da bölgedeki son operasyonu güvendiği isimlerle götürecekti... Türk askeri ne şekilde olacak bilemiyorum ama kesinlikle ve kesinlikle gövde gösterisi yapacak. Nerede? Nasıl? Ne zaman? BİLEMİYORUM. Ama yapacak. Yaparken de SİYASİ KARARGAHTA aynı doğrultuda aynı bakış açısıyla yaşayan isimler istenecek... PKK, PYD ve YPG de inanılmaz darbe alacak. Türk DEVLETİ inanılmaz kararlı ve gerektiğinde inanılmaz sert olacak. Bu sayfa yeni açıldı! Bunu Güneydoğu'da mı, Suriye'de mi, Irak'ta mı göreceğiz bilmem! Ama göreceğimiz kesin! Bazen BÜYÜK olduğunuzu göstermek için BÜYÜK adımlar atmak gerekir! Büyük adımlar da KÜÇÜK düşünenlerle atılamaz... Bir BAŞBAKAN görevi bırakırken en küçük bir hasar meydana gelmiyorsa bu TÜRKİYE'nin gücündendi! İsimlere takılmayın! Türkiye'nin oynayacağı büyük role kilitlenin! Şifre MHP'de... Meral Hanım geliyorsa başka, gelemiyorsa başka senaryo hayata geçecek! Meral Hanım destekçileri tarafından 'STOP' ettirilirse TÜRKİYE'nin şovunu izleyin! Bütün gücümüzle tarih yazacağımızdan emin olun! Devleti yeniden kurup büyüteceğimizden kuşkunuz olmasın! Belki 17'ncisi olmayacak ama en güçlüsü olacak! Önce ben söylemek istedim.. Ergun Diler/Takvim Davutoğlu'nun görevi bırakmasıyla sonuçlanan süreci son birkaç günde yaşanan gelişmelerle açıklamak elbette gerçekçi olmaz. Belirli bir birikimin sonucunda bu noktaya gelindiği aşikâr. Davutoğlu, göreve başladıktan kısa bir süre sonra ülkenin en temel meseleleri konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan ve partinin ileri gelenleriyle görüş ayrılıkları yaşamaya başladı. Kamuoyuna da yansıyan bu sorunların başında, 'Dolmabahçe zirvesi' ve 'İzleme heyeti' geliyor. Hatırlanacak olursa Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hükümetin İmralı'ya göndermeyi düşündüğü, 'İzleme heyeti' listesini gazetelerden okuduğunu açıkladı. Erdoğan, hükümetin en üst düzeyde bir temsille HDP'lilerle Dolmabahçe'de yan yana gelerek fotoğraf vermesini ve Öcalan'ın hazırladığı bir bildirinin burada canlı yayında okunmasını doğru bulmadığını söyledi. Bu tartışmanın kamuoyu önünde gerçekleşen kısmı ile basına yansımayan boyutları oldu elbette. Ancak dönemin Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç'ın, Erdoğan'a çok sert yanıt vermesi, Erdoğan'ı küçük düşüren, yalancılıkla suçlayan, rencide eden açıklamalarda bulunması, Başbakan Davutoğlu'nun Arınç'a müdahalede bulunmaması; Çankaya ile Beştepe arasında belki de ilk büyük çaplı krizi doğurdu. Başbakan Davutoğlu'nun, MİT Müsteşarı'nı milletvekili yapmak istemesi de Erdoğan'ın itirazına yol açtı. Erdoğan, MİT Müsteşarı'nın listeye alınmasının Genel Başkan'ın takdirinde olduğunu belirtmesine karşın, buna karşı olduğunu da belirtme gereği duydu. Bu farklı yaklaşımların nasıl tartışmalara yol açtığı hafızalarda tazeliğini koruyor. 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri öncesi hükümete yakın bazı isimlerin Cumhurbaşkanı Erdoğan'a 'Bir adım geri çekil' ve 'Partiye artık karışma' gibi çağrılar yapması, Erdoğan ve Davutoğlu ilişkisinin mahiyetini zedeleyen gelişmelerden sayılabilir. Davutoğlu'na yakın bazı isimlerin, PKK'nın silahları yeniden konuşturmaya başlamasının sebebinin, 'Erdoğan'ın başkanlık hesapları' olduğunu dile getirmesi de soğuk rüzgârlar estiren gelişmelerdi. Davutoğlu'nun 'Kamuda şeffaflık yasası'nı Meclis'e sevk etmesi ve 17-25 Aralık Yargı darbesi sırasında adı gündeme gelen bakanların Yüce Divan'da 'aklanmalarını' istemesi, diğer sorunlu başlıklar arasında. Hükümetin bu hamleleri, yolsuzlukla mücadele kararlılığından daha çok, parti içinde Erdoğan dönemiyle Davutoğlu dönemi arasına kalın bir ayrım, çizgi çekme çabası olarak değerlendirildi. Ahmet Davutoğlu başbakanlığındaki hükümetin, sanki kirli işler varmış gibi eskiyle araya mesafe koymaya çalışması hem Erdoğan'ı, hem de AK Parti'nin önemli bir kesimini töhmet altında bıraktı ve rahatsız etti. 7 Haziran seçimleri sonrası Başbakan'ın koalisyondan yana olması, özellikle de CHP ile koalisyon kurma isteği partide rahatsızlık yaratan, görüş ayrılığına dönüşen, ciddi tartışmalara yol açan konulardan biriydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, olacaksa bir koalisyon MHP ile olmasını tercih ediyordu ki, bunun sebebi de MHP'nin daha küçük bir grup olmasıydı. Bu durum MHP'nin AK Parti bünyesinde erimesini sağlayacaktı. AK Parti teşkilatının da baskısıyla Davutoğlu yönetimi, CHP koalisyonundan son anda döndü ve seçime gidilerek 1 Kasım seçim zaferi elde edildi. Hükümetin 2013'e dönmesi halinde PKK'yla yeniden masaya oturmaya ve çözüm sürecini yeniden başlatmaya niyetinin olduğunu açıklaması da ihtilafa neden olan mühim konu başlıklarından biri. Cumhurbaşkanı'nın müdahalesi sonucunda hükümet bu adımı atmaktan vazgeçti. Yeni anayasa ve başkanlık konusu da ilk günden beri görüş ayrılıklarına sebep oldu. Zamanla bu konudaki görüş ayrılıkları giderildi ve Başbakan Davutoğlu da yeni anayasa ve başkanlık konusunda da tahminimce Erdoğan ile belirli bir uzlaşmaya vardı. Sonuç olarak; Ahmet Davutoğlu, aslında başından bu yana Cumhurbaşkanı'nın kendi yetki sahasına müdahil olmasını istemedi ve her fırsatta bunu hissettirmekten geri durmadı. Erdoğan ise meseleyi ne 'Başbakan'a müdahale' olarak gördü ne de Davutoğlu'nu 'Emanetçi başbakan' olarak değerlendirdi. Nitekim sonuçta Davutoğlu'nu işaret eden, genel başkan ve başbakan yapan isim Erdoğan'dı. Seçilmiş bir Cumhurbaşkanı ve hareketin lideri olarak Erdoğan, ülke meselelerinde Başbakan'ın uyumlu davranamadığını, senkronize olamadığını düşündüğü için olmalı ki Davutoğlu'nun görevini devretmesinden yana tutum aldı. Erdoğan'ın bu kararı alırken devletin ve milletin selametinden başka bir kaygı gütmediği, bugüne dek ülke ve millet menfaatleri için yaptıklarına bakarak anlaşılabilir. Kurtuluş Tayiz/Akşam Ankara'da son aylarda sesli- sessiz konuşulan kritik bir konu gün yüzüne çıktı. AK Parti 22 Mayıs'ta olağanüstü kongreye gidiyor. Başbakan Davutoğlu kongrede aday olmayacağı için genel başkanlık ve başbakanlıkta değişim olacak. Zihinlerde iki soru var: 1- Ne oldu da Cumhurbaşkanı Erdoğan- Başbakan Davutoğlu ilişkisi bu noktaya geldi? Diğer bir deyişle, aynı dava ahlakına ve vizyona sahip iki siyasetçi arasındaki sorun neydi? 2- Bundan sonra AK Parti'de neler olacak? Yani, Erdoğan'ın stratejisi nasıl şekillenecek? Aslında ilk soruya verilen cevap ikincisini de açıklayacak. Erdoğan ve Davutoğlu ilişkisindeki kırılmalar üzerine şimdiden çok şey söylendi. 2015'in başından itibaren bazı konularda anlaşmazlık olduğu konuşuldu. Beştepe Külliyesi'nde kabine toplantısı yapılmasından en son bürokrasi atamalarındaki tıkanıklığa ve parti atamalarına kadar. Önümüzdeki günlerde kişisel farklılıklar üzerinden hikâye edilen birçok anekdot işiteceğiz. Ancak meselenin özü büyük ölçüde mevcut siyasal sistemin krizine ilişkin. Yani yapısal... Cumhurbaşkanı ve başbakan arasındaki iktidarın paylaşımıyla irtibatlı. Aktörler arası ilişkilere dair kısmı kritik parçası değil. Hatta aksine AK Parti hareketi içinden gelen aktörlerin gösterdiği dava ve devlet adamı sorumluluğunun ikili ilişkilerdeki gerginlikleri yönetmede büyük payı olduğunu söylemeliyiz. Erdoğan'ın Ağustos 2014'te doğrudan halkın oyuyla Cumhurbaşkanı seçilmesi önümüze üç seçenek koymuştu. İlki, sembolik yanı ağır basan, icracı olmayan bir cumhurbaşkanı ve icracı/ güçlü başbakan. Halkın seçtiği bir cumhurbaşkanının 'sembolik' olmasını beklemek makul değildi. Nitekim bunun olmayacağı da Erdoğan'ın cumhurbaşkanı seçilmeden açıkladığı 'terleyen cumhurbaşkanı' nitelemesiyle belli olmuştu. Erdoğan'ın siyasi çizgisi de, son yıllarda karşılaştığı meydan okumalar da bu seçeneğin imkânsız olduğunu gösteriyordu. İkincisi, güçlü cumhurbaşkanı -görece güçlü başbakan formülüydü. Davutoğlu'nun 20 aylık başbakanlığı ikinci seçeneğin denenmesine karşılık geliyor. Bugün gelinen noktada bu seçeneğin de çalışmadığı anlaşıldı. Üçüncü de şimdi önümüzde olan seçenekti: güçlü/ icracı cumhurbaşkanı- koordinatör/ görece zayıf başbakan formülü. Bu formül fiilen yarı- başkanlık sisteminin uygulanması demek. Yeni başbakan bu kayıtla geldiğini bilecektir. Erdoğan'ın yeni stratejisi ne olacak sorusuna gelince... İki ihtimal var: Ya başkanlık sistemine geçişi arayacak bir siyasi hatta yürüyecek. Bunun için MHP içindeki krizin sonuçlarının görülmesi gerekir. Ya da daha önce seslendirilen partili cumhurbaşkanlığı gündeme gelebilir. Türkiye tipi yarı başkanlık uygulaması olarak. Önümüzdeki dönemde hükümet sistemi değişimi arayışı ve tartışmaları daha da hız kazanacak. Burhanettin Duran/Sabah Haber dün sabah internet sitelerine şöyle düştü:Büyük Birlik Partisi (BBP) Genel Başkanı Mustafa Destici ve beraberindeki heyet İsrail'de gözaltına alındı. Yapılan işlemlerin ardından Destici serbest bırakıldı. İsrail polisi Destici ve arkadaşlarını Ben Gurion Havalimanında gözaltına aldı. İki saat sorgulandılar. Üstelik onu sorgulayan İsrail İç İstihbarat Teşkilatı(ŞABAK) görevlileriydi ve sızan bilgilere göre Destici'nin tutuklanması an meselesiydi. İşte o anda Dışişleri Bakanlığı 'Neler oluyor?' diyerek devreye girdi. İsrailli yetkililer ise Destici'nin ısrarla kontrol noktasından geçmek istemediğini ve olay çıkartmaya hevesli bir görüntü çizdiğini, üzerinden çıkan birtakım belgelerin de kendilerini şüphelendirdiğini belirterek gözaltına alındığını bildirdiler. Bu ne kadar doğruydu bilinmiyor ama İsrailli görevlilerinin verdiği bir bilgi daha vardı ki o da ilginçti. İddiaya göre de ŞABAK, Destici'nin üç yıl önce Gazze'de buluştuğu ve terörist faaliyetlerde bulunduğundan şüphelenilen takipteki bir kişiyle Mescid-i Aksa'da yeniden buluşmasını mercek altına almış, bu doğrultuda sorular yöneltmişti kendisine. Ama Dışişleri Bakanlığı bir feraset örneği gösterilerek İsrailli yetkililere 'Eğer çok can yakıcı bir durum yoksa bu adamları serbest bırakın çünkü Türkiye'deki durumları belli. Tutuklarsanız onları kahraman yapmış olursunuz' dedi. Dışişleri bu olayın Türkiye-İsrail yakınlaşmasına zarar vermemesi gerektiğini de düşünmüşler ve bunu İsrailli yetkililerle paylaşmışlardı. Aslına bakılırsa ŞABAK'ın sorguladığı bir isim kolay kolay kurtulamazdı. Güvenilir kaynaklar, 'Destici milletvekili de olmadığı için tutuklanabilirdi. Dışişleri Bakanlığınız devreye girmeseydi şu anda hapisteydi' diyorlar. Peki, Destici ve arkadaşları şov mu yaptılar? Eğer öyleyse neden buna ihtiyaç duymuş olabilirlerdi? İddialar muhtelif. Birincisi Cemaat ile hemhal oldukları için siyaseten dibi gördüler. Paralel Yapı'nın İsrail bağlantısı konusunda ortaya çıkan veriler nedeniyle de adlarını temize çıkarmaları gerekiyordu. İkincisi Türkiye-İsrail ilişkileri hızla ilerlemekteydi. Türkiye NATO konusunda vetosunu kaldırdığı için İsrail geçen hafta ilk kez Brüksel'de ofisini açtı. Aradaki anlaşmazlıkların giderilirken İsrail Gazze'deki Hizbullah yanlısı Hamas'ın Şii kanadına ait hedefleri vurmuş ve Türkiye yeniden hassas bir noktaya gelmişti. İşte bu yüzden kriz zamanında görülebildi ve kolaylıkla aşılabildi. Fuat Uğur/Türkiye Fırsatçılar size sesleniyorum. Yine hüsrana uğradınız. Yine başınızı ellerinizin arasına aldınız. Bir kez daha şok yaşıyorsunuz. Uğradığınız hayal kırıklığı o kadar büyük ki sözleriniz istemsiz dökülüyor dilinizden, kaleminizden. Manşetinizde 'eyvah başkanlık geliyor' diyorsunuz. Köşelerinizde 'artık yeni anayasanın, sistem değişikliğinin önünde engel kalmadı' yazıyorsunuz. Oysa bu başlıklar, bu yazılar sizin temenninizin ötesinde bir şey değil. Bu başlıklar gösteriyor ki siz Davutoğlu'nu başkanlık sisteminin gerçekleşmemesi için en büyük umudunuz bellemişsiniz. Oysa Başbakan Davutoğlu'nun, 'Başkanlık için kapı kapı dolaşacağız', 'Yeni Anayasa ve Başkanlık sistemi ilk ve en önemli icraatımız olacak' dediğini en iyi siz biliyorsunuz. Ektiğiniz nifak tohumlarının zaman zaman uç verdiğini zannettiğiniz anda yüklendiniz. O zehri bünyesine alanlara ekranlarınızı açtınız, manşetlerinizi önüne serdiniz. Yeter ki Ak Parti bölünsün, Erdoğan zayıflasın istediniz. Bu vaadinize kanan Ak Parti'liler oldu ama cirmi kadar yer bile yakamadılar. En büyük umudunuz Davutoğlu'ydu. Sandınız ki destek verir, arkalarsak, kucak açarsak Ak Parti içinde bir güç bölüşümü sağlar, bir ayrışmada 'derin çatlaklar' oluştururuz. Davutoğlu'nun Salı günü grupta yaptığı konuşmadan bu umudunuzu canlandırdınız, heyecanlandınız. Rıdvanvari 'gol geliyor' dediniz. Haksız da sayılmazdınız. O gelen gol oldu ama rakibinizin kalesine değil kendi kalenize. Dün Başbakan Davutoğlu kürsüye çıktı. Sizin değil ama ülkenin geri kalanının tahmin ettiği konuşmayı yaptı. 'Ak Parti'nin neferiyim, ülkemin geleceği için çabalayacağım' dedi. Oysa siz başka bir şey duymayı hedefliyordunuz. Davutoğlu'ndan ikinci Arınç çıkışı umdunuz. Hayalkırıklığınız, ağzınızın açık kalmasının belki de bir nedeni buydu. 14 yıldır deniyorsunuz. Çatlak, yarık, yarılma, kaos, kavga çıkarmak için çabalıyorsunuz. Sizi gören Ak Parti uzmanı, hadi geçtim Ak Parti'yi, politika uzmanı sanır. 14 yıl boyunca tüm öngörüleriniz boşa çıktı. Çünkü bilgi sahibi değilsiniz. İçi boş lafları fikir diye yutturmaya çalışıyorsunuz. Oysa Ak Parti'yi biraz bilebilseniz, biraz araştırma zahmetine girseniz anlayacaktınız. Ak Parti'den bir ANAP, bir DYP olmayacağını, CHP'ye, HDP'ye ya da MHP'ye benzemediğini fark ederdiniz. Ak Parti'nin doğal bir lideri olduğunu ısrarla görmek istemediniz. Ak Parti kadrolarının sadece partinin değil, ülkenin neferi olduğunu kabullenemediniz. Kasetlerle dizayn edilebilecek, montajlarla korkutulacak bir parti sandınız. En büyük hatanız ise Ak Parti'yi sadece bir siyasi parti sanmanızdı. Oysa Ak Parti demek bu zamana kadar yok saydığınız, görmezden geldiğiniz 'sessizlerin sesi' demekti. Ak Parti demek Recep Tayyip Erdoğan demekti ve Ak Parti demek aslında Türkiye demekti. Tüm bu gerçeklere kör olunca artık saymaktan vazgeçtiğimiz hayal kırıklıklarınıza, tükenmişliğinize bir yenisini daha eklediniz. Bu kafayı değiştirmediğiniz sürece tedavi olmanız bile mümkün değil. Murat Çiçek/Star