6 Mayıs 1972… Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idama dimdik yürüdükleri gün… Aradan tam 42 yıl geçmiş olsa da arkalarında bıraktıkları toplumsal yara, daha dünkü kadar derin. Gencecik üç delikanlının infaz edildikleri gün yaşananları en iyi anlatan ve hafızlara kazıyan ise usta kalem Erdal Öz'dür kuşkusuz. İşte 1986 yılında kaleme aldığı Gülünün Solduğu Akşam'dan alıntı ile, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın son anları… Deniz, kalktı, dimdik yürüdü iki gardiyanın arasında. Dışarının ışıklarıyla aydınlanıyordu. Deniz, gardiyanların yardımıyla masaya çıktı. Masa yemek masası yüksekliğindeydi; hele kolları bağlı biri için tek başına, yardımsız çıkmak kolay değildi. Deniz'in kolları bağlıydı arkasından, beyaz ölüm gömleğinin içinde; topuklarına kadar sarkan beyaz gömleğin eteği de daracıktı. Basıkça bir tabureydi. Tepeden sarkan ilmiğe boynunu kendi geçirmek istedi. Ancak, sarkan urgan nedense iki kattı; altta ilmik de iki kattı. Çift ilmik vardı Deniz'in boğazında. Üçünün içinde sesi en gür olan Deniz'di. duruşmalarda da öyleydi. İşte o anda Deniz son sözlerini söyledi: Dört adım ötemdeydi. Bir infaz olayının tanığı gibi değildim, devrimci bir eylemi izliyor gibiydim. Tepkim olağandı. Çok dikkatliydim: Tabure masadan düştü yere. Deniz'in ayakları masaya değdi, tabanlarıyla basamadı ama uçları değdi masaya. Anlaşılan, Deniz'in uzun boylu oluşunu hesaplayamamışlardı. Bu durum, görevlilerde bir şaşkınlık yaratmıştı. İnfaz savcısı, 'masayı çekin altından!' diye bağırdı. Masayı çektiler. Gitmişti Deniz. Masa ayaklarının altından çekilince, urganın ucunda dönmeye başladı. Tam 360 derece döndü havada, sonra ağır ağır 180 derece daha döndü ve durdu. Ve bedeninde kasılmalar başladı. Sanki kollarını çözmek, kelepçeden kurtulmak ister gibiydi. Kollar, omuzlarda kasılıyor, ayaklarda bir titreşim görülüyordu. Saat tam 01.25'ti. İlmik boğazına oturduktan sonra bunlar 4-5 saniye içinde olup bitti. Baktım: orada bulunan, olayı merakla izleyenlerden Deniz'leri ölüme mahkum eden mahkemenin başkanı Ali Elverdi'nin dudaklarında sigara vardı; ellerini arkasında kavuşturmuştu. İnfaz savcısı, yanındakilere küçük şakalar yapmaya çalışıyordu. Ama yaptığı şakalara yine kendi gülüyordu nedense. Gülmesi garip seslerle beliren biriydi. Birden bir çırpınış sesi, kalabalıkta şaşkınlık yarattı. Başlar hızla sesin geldiği yöne döndü. Yüzlerden bir ürperti geçti. Duvarın çıkıntısında düşmemek için kanat çırpan bir güvercindi bu. Bir güvercindi çırpınan. Sonra yüzler yine eski katı görünümüne döndü. Doktorlar yanımızdaydı. Halit bey, birine döndü: -Bilinç, ne kadar zamanda kaybolur? diye sordu.-Yaftayı asın boynuna, dedi infaz savcısı. Bir dosya kağıdı boyutlarındaki kartonun üzerinde büyük harflerle karar yazılmıştı. Kartonun iki ucuna bağlı bir ip vardı. Yafta asıldı Deniz'in boynuna. Savcı, doktorlara, ölüyü muayene etmelerini söyledi. Bunu bir emir biçiminde söylemişti. İki doktor yanaşıp Deniz'in gömleğini sıyırdılar yukarı doğru. gömleğin altında kalan kollar çıktı ortaya. Nabzını dinlediler. 'Nabız atıyor,' dediler. oysa infaz gerçekleşeli on dakika olmuştu. Bunun nedeni, çift kat ilmik kullanılması, Deniz'in dik yakalı kazak giymiş olması, bir de güçlü bir beden yapısına sahip olmasıymış. Savcı, cellatlara, 'kelepçeyi çözün!' dedi. Kelepçe açıldı. Kollar beyaz gömleğin içinde sarktı.Nabız atışları hala dinmemiş. Ve 02.15'te doktorlar ölüyü son bir kez daha gözden geçirdikten sonra başlarını salladılar. Tamamdı. İlk öldürüleni, boynundaki urganla. Başgardiyan odasına döndük.Şoke olmuş gibiydi. İmam da o anda koridora geldi. Ağlamak üzereydi. Başgardiyan odasında Deniz'in oturduğu sandalyede Yusuf oturuyordu şimdi. Deniz asılırken Yusuf'u alıp o odaya getirmişler. 'Duydum Deniz'in sesini,' dedi, bize dönerek. Bunu derken, Deniz'in son sözlerini onayladığını; darağacında arkadaşının gösterdiği soğukkanlılıktan son derece kıvanç duyduğunu; umduğu, beklediği yiğitçe davranışı yaşamaktan mutlu olduğunu anlatmak ister gibiydi. -Veririz, veririz. Merak etme sen, dedi savcı. Ve infaz savcısı, sözünde durmadı: Yusuf'un yazdığı iki mektuptan birini, köylülerine, akrabalarına yazdığı ikinci mektubu yerine iletmedi. -Yusuf'u prangalarıyla götürdüler. Orada bulunan bir albay,Son sigarasını içerken, birden, odadaki kalabalığın içinde birini tanıyıverdi. Tam karşısındaydı adam. Sivil biriydi. Pencerenin yanında duruyordu. -İşkenceler nasıl gidiyor? dedi Yusuf. Adam beklemiyordu böyle bir soruyu. Telaşlandı.Sonradan öğrendik: Adam, Ankara emniyet müdürüymüş. -Yok. Savcı, o her zamanki çirkin sesiyle, 'Yusuf'u bekletmeyelim,' dedi.-Usul böyle, dedi savcı. Ayaklarındaki prangaları çözdüler. Hiç olmazsa olağanüstü durumlarda bacakları titrer insanın. Baktım da, üçü de o kadar olağan yürüyüp gittiler ki ölüme. sinirli bile değillerdi. Yürüdü sehpaya Yusuf. Yusuf, masaya, oradan da tabureye çıktı. Geçirdiler ilmiği boynuna. Bu kez tek kattı ilmik. Yusuf da gür, yürekli bir sesle son sözlerini söyledi:'Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu uğrunda şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika'nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler. Kahrolsun faş---izm.' O da sözünün sonunu, faşizm'in 'izm'ini tamamlayamadı; yine aynı çatlak sesin 'çek! çek!' diye bağırmasıyla, eliyle koluyla sehpanın başındaki cellata verdiği işaretlerle ve celladın tabureyi hızla itivermesiyle sallanıverdi boşlukta, urganın ucunda. Yarım dönüş yaptı Yusuf havada ve arkasını döndü kalabalığa; öylece kaldı. Saat 02.25'ti. Beş dakika bekledikten sonra kelepçesini çözdüler.Kolları iki yana sarktı. Yaftayı boynundan geçirip göğsüne astılar. Deniz'de gördüğümüz kasılmalar onda da oldu. Doktorlar yaklaşıp yokladılar. Biraz daha bekleyelim, dediler. Saat 02.50'ye kadar beklediler. Yine döndük başgardiyan odasına. Hüseyin getirilmemişti daha. Ankara emniyet müdürü olduğunu öğrendiğimiz adam yine odadaydı. Yine yanımıza düşmüştü.-Yusuf'u çok hırçın biri olarak anlatmışlardı. Hiç de öyle değilmiş, dedi. Bunun üzerine odada bulunan, kapı yanındaki masanın önünde oturan bir albay söze karıştı: -Bu çocukların günahı yok, dedi. Böylece ilk olağan tepkisini hafifletip unutturmuş, düzeltmiş oldu albay. Üzerinde kazak vardı. Hüseyin'in ailesinde alevi dedesi vardır. Arkadaşları bu yüzden onu 'dede' diye çağırırlar. Dede'nin ayaklarındaki prangalar çözüldü. savcı doktorları çağırdı. Aynı soruyu sordu. 'Bekletmeyelim Hüseyin'i,' dedi savcı. Ayağa kaldırdılar. Ceplerini boşalttılar. Onun üzerinden de 21.95 lira çıktı. Sonra kağıda sarılı üçüncü paketi açtılar ve üçüncü beyaz ölüm gömleğini de hüseyin'e giydirdiler. -Hadi Hüseyin, dedi savcı.Yürüdü. Biz de ardından yürüdük. Avluya çıktık. sehpaya doğru ilerledi. Masanın üzerine çıktı. Durdu. 'Tabureye çık!' diye bağırdı savcı. Hüseyin, savcıya döndü, tükürür gibi, 'sabırlı ol, çıkacağım,' dedi.Yaşasın devrimciler. Kahrolsun faşizm!' Tabureye çıktı. Geçirdiler boynuna ilmiği. Vurdu tekmeyi Hüseyin tabureye. Saat 03.25'te urganı kestiler, indirdiler, götürdüler Hüseyin'i de.