Türkiye'nin bir Latin Amerika, Kuzey Afrika, Batı Avrupa ülkesi olmadığını dile getiren Davutoğlu, "Bu topraklar, bu toprakların şehirleri, sokakları, devletleri, siyasi yapıları, sosyo kültürel bağları, en yakın zamana gittiğinde, 2-3 bin yıllık geçmişe dayanır. Bizde, bir bin yılı devirmemiş şehir neredeyse yoktur. Zaten şehirlerin şehir olması, bin yıllık bir sınavdan geçmesiyle irtibatlandırılır. Dolayısıyla bu topraklarda herhangi bir şehir, tek bir mezheple, tek bir dinle, tek bir etnik grupla adlandıralamayacak kadar farklı tarihi tecrübeler yaşamıştır. 'Şu şehirler Kürt şehridir, bu şehirler Arap şehridir, bu şehirler Türk şehridir' dediğinizde, tanımladığınızda geriye doğru 100 sene öncesine baktığınızda o şehirlerin çok daha heterojen, çok daha birbiriyle bütünleşik bir şekilde yaşamış şehirler olduğunu görürsünüz, şu anda da bu özellikleri taşıdığını görürsünüz" diye konuştu.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, "Çözüm süreci millidir, yerlidir, özgündür. 12 yıl içinde biz, ister buna Kürt sorunu deyin, ister terör sorunu deyin, hangi siyasi yaklaşımı benimserseniz benimseyin, bu meseleyi çözüme kavuşturabilmek için her yöntemi denedik" dedi.
Davutoğlu, Başbakanlık Dolmabahçe Ofisi'nde Akil İnsanlar Heyetiyle yaptığı toplantıdaki konuşmasında çözüm sürecinin hemen öncesinde iki sene önce bir röportajda, "Türkiye Sykes Picot'un bekçisi değildir" dediğini anımsatarak, "Kastettiğim şey bu topraklardaki kadim birlikteliğin ve bugünkü siyasal birlikteliğin ancak ve ancak bize biçilmiş deli gömleklerini aştığımız zaman, tabularını yıktığım zaman gerçekleşeceğine dair olan inancımdır" diye konuştu.
Çevrenin, jeopolitik ortamın zeminine de değinen Davutoğlu, şunları kaydetti:
"Bunu, uzun dönemli tarihi serüvenin hepimiz üzerinde durduğumuzda göreceğimiz şey, arızi bir parantez içinde yaşıyoruz hala. Son olaylar gösterdi ki Tel Abyad'ı Akçakale'den, Suruç'u Kobani'den Nusaybin'i Kamışlı'dan, Yayladağ'ı Bayırbucak'tan ayırmak mümkün değil. Yapamıyorsunuz. Dış politikayla ilgili ilk anda zikrettiğimde birçok kişi yanlış anladı. Sanki yayılmacı bir yaklaşımın izleri gibi. Hayır. Kastettiğimiz tek şey, bu Balkanlar için de geçerli, Kafkaslar için de ya bu sınırlar barışçıl yöntemlerle anlamsızlaştırılacak ve bütün o akraba topraklar birbiriyle kaynaştırılacaklar ya da çatışmacı acılar yaşanacak. Biz bunu gördüğümüz için şimdi geriye dönüp herkesin muhasebe etmesini istiyorum."
Davutoğlu, Arap Baharı'ndan çok önce ortak hükümet toplantılarıyla, Suriye ve Irak'la barışçıl yollarla bunu nasıl yaparız diye büyük bir çaba içine girdiklerini ifade ederek, vizeleri kaldırdıklarını ve Türkiye, Suriye, Ürdün, Lübnan havzasında ortak ticaret havzası kurduklarını dile getirdi.
"Eğer bu gerçekleşmiş olsaydı bugün yine Tel Abyad'la Akçakale arasındaki Sünni Araplarla, Türkiye'deki Araplar, Suriye'deki Araplarla Türkiye'deki Araplar, Türkiye'deki Türkmenlerle Suriye'deki Türkmenler, Türkiye'deki Kürtlerle Suriye'deki Kürtler o şehirler üzerinden vizesiz her türlü alışverişi yapıyor hale geleceklerdi" diyen Başbakan Davutoğlu, konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Mülteci göçleri halinde değil de ticaret göçleri halinde, insani ilişkilerin getirdiği göçler halinde seyrüsefer halinde olacaklardı. Bizim vizyonumuz buydu ve gelecekte de ya bu vizyon egemen olacak ya Sykes Picot'tan daha kötü, daha beter parçalanmalar yaşayacağız. Siyasi iradeyi elinde tutanların imtihanı burada. Biz YDSK konseyleriyle, kültürel anlaşmalarla, üst düzey siyasi diyaloglarla aslında yapmak istediğimiz şey IŞİD'in bugün yıktığı, yıkma iddiasında bulunduğu o Sykes Picot düzenini ya da rejiminin bombalarla korumaya çalıştığı Sykes Picot düzenine karşı biz aslında barışçıl, ekonomik, siyasal, kültürel ağırlıklı bir bütünleşme stratejisi getirdik. Bizim savunduğumuz tek siyaset bu oldu."
Davutoğlu, o dönem Esed'le de Maliki ile de konuştuklarını belirterek, sonra ihtilaf ettikleri şeyin onların takip ettiği yöntemin çatışmaya yöneldiği anda başladığını söyledi.
Çatışmaya yönelip de Halep'i havadan bombaladığında, Humus'u açlık hapishanesi haline getirip, insanları zulme teşvik ettiğinde, Maliki'nin Sünni ve diğer kesimleri dışladığında demokrasiyi teşvik ederek, aynı anlayışı korumaya çalıştıklarını dile getiren Davutoğlu, şöyle devam etti:
"Ancak olmadı, bugünkü çatışmacı ortam doğdu. Yine önümüzde iki alternatif var. Ya barışçıl, karşılıklı saygıya dayalı esaslarla birleştirici bir yol seçeceğiz, ki bizim tercihimiz hep budur, ya da yayılmacı, sekter ve modern görünümlü ama aslında gayet arkaik, aşiretçi, baas ideolojisiyle veya benzeri ideolojilerle, marksizmle bezenmiş görüntü itibariyle ama gerçekte arkaik ideolojilerle çoğulcu yapılara karşı savaş ilan eden ya da bazen dini görünümlü, İslami görünümlü arkaik yapılarla çoğulcu yapılara savaş ilan eden terör ve radikal grupların tesiri altında kalacağız."
İşte tam da Akil İnsanlar Heyetinin misyonunun burada özel bir önem taşıdığını dile getiren Davutoğlu, "Bizim açımızdan bu sivil inisiyatif, Türkiye'de eğer bu çizgiyi gerçekleştirebilirsek, aslında çözüm sürecinin başarısı bütün bu sosyokültürel, sosyopolitik ve etraftaki jeopolitik çatışmaları engelleyecek yegane yoldur" diye konuştu.
Çözüm sürecinin üç karakterine dikkat çekmek istediğine işaret eden Davutoğlu, şunları kaydetti:
"Birincisi çözüm süreci millidir, yerlidir, özgündür. 12 yıl içinde biz, ister buna Kürt sorunu deyin, ister terör sorunu deyin, hangi siyasi yaklaşımı benimserseniz benimseyin, bu meseleyi çözüme kavuşturabilmek için her yöntemi denedik. Sayın Cumhurbaşkanımızın 2005'te Diyarbakır'da yaptığı devrimci konuşmayı herkes hatırlar. O andan itiaren bir taraftan toplumu demokratikleştirerek, herkese ayrımsız ve eşit vatandaşlık hakkını tanımak, başörtü özgürlüğünden Alevi vatandaşlarımızın haklarına kadar her kesime yayarak bunu insan haklarına dayalı demokratikleşme, sivilleşme süreçlerini hayata geçirmek çabası içinde olduk. Diğer taraftan da en doğru yöntem nedir diye sürekli zihin yorduk."
Bakan arkadaşlarının her birinin bu süreçlerin değişik kademelerinde görevler aldıklarını dile getiren Davutoğlu, şöyle konuştu:
"Oslo sürecini denedik, acaba Avrupa'da, Türkiye'de o zaman çatışma şartları olduğu için onun dışında bir yerde daha soğukkanlı görüşmeler yapabilir miyiz diye. Bir komployla bütün o süreç dumura uğratıldı. Hatırlayacaksınız 2009 yılında Habur'dan girişleri sağlayacak noktaya geldik. Yine son derece gereksiz bazı adımlarla o süreç de akamete uğratıldı. Bütün o tecrübelerden sonra şu sonuca ulaştık. Ne olacaksa bu topraklarda, bu toprakların insanları arasında olacak. Oturacağız, konuşacağız. Konuşulacak, müzakere, istişare edilecek ve hep beraber yerli, milli ve tamamiyle bu toprakların kaderine sahip çıkma hakkına sahip insanlar ve aydınlar, siyasiler arasında olacak."
Davutoğlu, 5 sene önce imkansız görülen süreçleri bütün siyasi riskleri alarak devreye soktuklarının altını çizerek, "İmralı'yla görüşmelerden tutun da HDP heyetlerini yaptığı görüşmelere kadar şimdi herkes bir vicdani olarak sorsun. Hep dönüp, hükümetten ve devletten bir şeyler bekleyenler hangi tabuları nasıl yıktığımızı ve nasıl her türlü şeyi tartışarak demokratik ortamda bir netice elde etmeye çalıştığımızı görsünler" diye konuştu.
Akil İnsanlar Heyeti'nin kompozisyonun dahi çözüm sürecinin milli, yerli, belli bir tek tipçi anlayışla değil, özgün Türkiye'ye ait olduğunun işareti olduğunu vurgulayan Davutoğlu, "Beraber yaşıyoruz bu süreçleri, şimdi beraber zorluklarla karşılaşıyoruz. Kimse bu süreçte topu karşı taraflara bir yerlere atmaya kalkmamalı, sizleri kastetmiyorum zinhar. Bu yol, bu topraklarda hakkı bulunan, bu toprakların çocuklarının elele yürüyeceği bir yoldur" dedi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, "Hiçbir toplum, hiçbir vatandaşı konuştuğu anadil, sahip olduğu kültürel geçmiş, aidiyet hissettiği herhangi bir şekilde aidiyet hissettiği kültürel bilinç anlamında tahkir edilemez, dışlanamaz; hiç kimse kendisine doğuştan verilmiş olan ve kendi iradesi dışında olan dil, kültür özellikleri dolayısıyla herhangi bir baskı altında tutulamaz" dedi.
Başbakan Davutoğlu, Dolmabahçe'deki Başbakanlık Çalışma Ofisi'nde "Akil İnsanlar Heyeti" ve ilgili bakanların katılımıyla düzenlenen toplantıda yaptığı konuşmada, "tarihdaşlık bilincini kaybetmiş" ve "kadim geçmişten bağını koparmış" ulusalcı ideolojilerin, bir müddet sonra dışlayıcı bir kültüre dönüştüklerini kaydetti.
Modernite görünümü içinde üzeri süslü ve çarpıcı kelimelerle örtülse de, her gün barış ve demokrasi dese de bir ideolojinin, tek bir ırka, tek bir mezhebe, siyasi yaklaşıma hitap etmeye başlamışsa ve devleti sadece şu veya bu mezhebin, şu veya bu etnik grubun malı gibi görmeye başlamışsa bir müddet sonra tıkanıp, donuklaşıp anlamını kaybedeceğini dile getiren Davutoğlu, şöyle devam etti:
"Zaten çevre ülkelerde yaşanan krizlere baktığınızda ister Suriye, ister Irak, ister Ukrayna ister diğer bölgelerde, tarihi kültürel fay hatlarının, bugün modernite görünümü altındaki ulusalcı ideolojilerle karşıtlık ilişkisine dayalı olarak bölündüklerini görüyorsunuz. Ben Irak'a ilk seyahatimi yaptığımda hem Bağdat'a hem Musul'a hem Basra'ya hem Erbil'e gitmiştim. Orada bunu yakından fark ettim. Bir toplumun şehirleri, 'şu şehir etnik gruba, şu şehir şu etnik gruba aittir' denmeye başlamışsa o toplumu bir arada tutmak güçleşiyor. Peki bu nereden çıkıyor? Modernitenin kimlik algısının yanlış yorumlanmasından. Belki, başka ülkelerde olumsuz sonuç doğurmayacak bir ayrım, kadimi yoğun yaşamış bizim gibi toplumlarda etle tırnağın kopması gibi ülkeleri, toplumları birbirinden kopardı. Biz bunu çok derinlemesine yaşadık tarihi tecrübemizde. Balkan Muhaceretini biliyoruz. Mübadele dediğimiz, şimdi baktığımızda veri olarak görünen nüfus değiş tokuşunun nasıl insani trajedilere yol açtığını biliyoruz. Hala Anadolu'dan göç etmiş, Yunanistan'daki Rumlarla, Yunanistan'dan, Balkanlar'dan göç etmiş Türklerin nasıl hüzünle o geçmiş çok kültürlü ortamı özlediklerini hepimiz biliyoruz.
Bu yaşanması gereken tecrübeydi belki, belli aşamalarda, zorunluluk içinde savaşların getirdiği bir tecrübeydi ama şimdi artık 1. Dünya Savaşı'nın 100. yılını idrak eden insanlar olarak hepimiz bir kere şunu keşfetmek zorundayız. Tekçi yapılar, kadim kültürlerin olduğu yerlerde hangi etnik ve mezhebi grup adına olursa olsun acı getiriyor, hüzün getiriyor. Bu sadece bizde değil. Pakistan-Hindistan bölünmesinden de yaşanan acıları hatırlayınız."
"Kadim" kavramına "geri kalmış", "feodal bir kimlik" gibi değil, "bize kadar intikal eden bir kültürel çoğulculuğu barındıran, korunması gereken bir tarihdaşlık" olarak bakmak gerektiğini anlatan Davutoğlu, hiçbir İskandinav ya da Latin Amerika ülkesinin bu kadar yoğun bir harmanlamanın içinden geçip gelmediğine işaret etti.
Kadimi muhafaza edip, o tarihdaşlığı güçlü evrensel hukuka ve insan haklarına özgürlüklere dayalı bir vatandaşlık kimliğini kurabilen toplumların yükseleceğine inandığını ifade eden Davutoğlu, şöyle konuştu:
"Vatandaşlık kimliği, o tarihdaşlık kimliği ile desteklenmek durumunda. Bu, şu demektir; hiçbir toplum, hiçbir vatandaşı konuştuğu anadil, sahip olduğu kültürel geçmiş, aidiyet hissettiği herhangi bir şekilde aidiyet hissettiği kültürel bilinç anlamında tahkir edilemez, dışlanamaz; hiç kimse kendisine doğuştan verilmiş olan ve kendi iradesi dışında olan dil, kültür özellikleri dolayısıyla herhangi bir baskı altında tutulamaz. İşte, kadimle modernitenin en doğru sentezi burada. Bunu yapamayan toplumlar, Suriye'de olduğu gibi, Irak'ta olduğu gibi tek bir ideoloji, Baas ideolojiyle tek bir toplum çıkarayım dediklerinde o kadimin birikimini yok ediyorlar, evrensel hukuka, insan haklarına dayalı bir toplum da inşa edemiyorlar.
Biz AK Parti iktidarları döneminde bütün çabamız, bir taraftan reformcu ve devrimci niteliğimizle bütün bu baskı ve tekçi ideolojilere karşı reformu harekete geçirirken diğer taraftan reformcu, devrimci, evrenselci bir dille hareket ederken diğer taraftan da bize kadim kültürümüzden gelen unsurları da pekiştiren bir dil kullanmaya özen gösterdik. Bu tarihi zemin üzerinde Türkiye'nin farkı şudur. Çözüm sürecinin dayandığı, sosyokültürel zemin de budur. Biz yerleşik, bütünleşik ve iç içe geçmiş, her şeye rağmen iç içe geçmiş, sosyo kültürel yapılar içinde bulunuyoruz. "
Davutoğlu, "Irak'ın birliğini en fazla kim tehdit etmiştir" denildiğinde, buna Saddam zulmü, sömürgeci geçmiş gibi birçok şey söylenebileceğini ama kendisine sorduklarında, "Irak'ın birliğine bugün değen tehditi yapanlar Basra'yı bir Şii bir şehir, Musul'u bir Sünni şehir, Erbil'i bir Kürt şehri diye tanımlayanlardır." cevabını vereceğini belirtti.
O andan itibaren artık sosyokültürel bütünleşik yapının doğmayacağını dile getiren Davutoğlu, "Şehir devletten önce gelir. Şehirden önce gelen de insanlık bilincidir. Eğer bölgeler siyasi pratiklik açısından değil de etnik ve mezhebi kimlikler açısından dağıtılmışsa, o andan itibaren o sosyokültürel bütünlüğü sağlamak çok zor. Bizim farkımız ne burada? Oradan farklı olarak veya diğer ülkelerden, biz Kürt, ve Türk diğer unsurlar olarak her yerde iç içe ve birlikte yaşıyoruz. Balkanlar'ın her milleti, Kafkas ve Orta Asya'nın her milleti, Mezopotamya ve Ortadoğu'nun her kimliği Anadolu'da var. Hele hele İstanbul'da artık sokaklarda, aynı apartmanda var. Bir Arnavut ile bir Azeri'nin, bir Kürt ile bir Boşnak'ın aynı apartmanda olduğu tek yer İstanbul'dur" dile konuştu.
Tek parti döneminde yaşananlara en açık dille eleştiri getirenlerin kendileri olduğunu söyleyen Davutoğlu, şunları kaydetti:
"Bizim yapmamız gereken bu sosyokültürel zemini tahkim etmek, güçlendirmek. Sosyopolitik bir zemin var. Geçen bir soru üzerine uluslararası bir kanalda da zikrettiğim bir husus var. 'Kürtlerin devleti yok, Kürtlerin bir devlet arayışı var.' O zaman söyleyeyim; Kürtlerin devleti Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir. Neden? Değişik vesilelerle zikrettiğim şey, sadece bir devlete devleti ululama sakın görülmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti nevzuhur bir devlet değildir. Bizim şehirlerimiz nevzuhur kimlikler üzerine doğmadı. Yani Sykes Picot'nun ya da 2. Dünya Savaşı sonrası sömürgeci yapıların dağılması sonrasında ortaya çıkan ulus devletler arasında değildir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, İstiklal Harbi'ni omuz omuza, bütün o Mezopotamya, Kafkas ve Balkan kavimlerinin çocukları omuz omuza, bir arada verdiler. O bir arada vermiş olan Çanakkale Savaşı da dahil olmak üzere ortak çabanın ürünü olarak doğdu ve sosyo politik süreklilik hep devam etti bu topraklarda. İstanbul Meclisi, Ankara Meclisi... Ankara Meclisi'nin kompozisyonuna bakın. Dün Amasya'daydım, Amasya Tamimi'ne bakın, oradaki millet kavramına bakın, 1. Meclis'teki konuşmalara bakın, bu hepimizin devleti ama Suriye, diğer devletler kesinlikle hafife almak kastıyla söylemiyorum, diğer devletlere baktığınızda sosyo politik süreklilik bir öncesini redde dayalı olduğu için neredeyse yok. Kendilerini meşrulaştırmak için ta eski çağlara kadar gitmek zorundalar. O zaman bizim bu zemini mutlaka muhafaza etme durumumuz var."