T.S. Eliot,
Ulysses'i okuduktan sonra James Joyce hakkında şöyle diyor Virginia Woolf'a: "19. yüzyılı bitiren adam."
Joyce ilginç bir adam... Cevval bir zeka... Henüz 18 yaşında...
Dönemin meşhur yazarlarından Henrik Ibsen'in
Biz Ölüler Uyanınca adlı oyunu hakkında parlak bir eleştiri kaleme alıyor.
The Forthnightly Review'de yayımlanan yazı üzerine Ibsen şöyle diyor:
"Yüce gönüllü James Joyce'a, keşke dilbilgim yeterli olsaydı, uygun bir dille teşekkür etmek isterdim. Eleştirisini okudum, daha doğrusu heceleyebildim..."
***
Joyce 1882'de İrlanda'nın başkenti Dublin'de doğdu. İrlanda'nın çeşitli şehirlerinde, en çok da Dublin'de yaşadıktan sonra, Avrupa'ya taşındı; daha doğrusu kaçtı. Yaşamının kalan otuz küsur yılını Trieste, Paris, Zürih gibi kentlerde geçirdi.
Kalemini elinden hiç bırakmayan biriydi.
Gençliğinden itibaren yazı işleriyle iştigal etti. Gittiği her yerde kendine bir sanatçı muhit edindi. Buna rağmen geride yalnızca üç roman, bir hikaye ve bir oyun kitabı bıraktı.
Mektuplarını saymazsak...
***
Artık, mektuplarını da saymaya başlayabiliriz.
Dedalus Yayınları ve çevirmen Pelin Arda sağ olsun. Bu mektupların bir kısmını yayımladılar.
Bu arada, "Joyce'un karısına yazdığı akıl almaz mektuplara burada yer vermiyoruz, özel hayatına karışmıyoruz" denmiş arka kapakta.
Keşke verseymişsiniz, keşke karışsaymışsınız efendim. Çünkü bu haliyle mektuplar bir muhasebe defterini andırıyor.
Kitabın adı:
Bırak Seni Seveyim. Her zamanki şüpheciliğim giriyor devreye. İlk mektupları okurken başlığın okuru kandırmak üzere atıldığını anlıyorum. Bu kanaatim pekişmiş olarak ve yer yer atlayarak bitiriyorum kitabı.
***
Bendeniz, bir Joyce uzmanı sayılmam. Bütün kitaplarını okuduğum doğrudur ama kitapları çevirenler de dahil olmak üzere bir Joyce uzmanı ile tanışmadım.
Modern toplum ve sanatta modernlik meselelerini, makine çağı efsanelerini filan da artık ciddiye almıyorum açık söylemek gerekirse. Bu yüzden, Joyce'u kendi duygu dünyamda iki meseleye indirgedim: din ve vatan.
Karısını da ekleyerek bunlara "Joyce'un üç sevgilisi" diyorum. Ve sevgisi korkutuyor yazarın.
***
Joyce'un Sanatçının
Bir Genç Adam Olarak Portresi'nde çizdiği manastır tasvirleri çok acımasız, gerçekçi ve kasvetliydi. Bu yüzden anlayamadık; eleştirinin odağında bir bütün olarak din ya da kilise mi vardı; yoksa Cizvitlerin Katolik toplumunu yukardan aşağıya doğru düzenlemeye çalışan, bireyi önemsizleştiren, baskıcı ve çağdışı eğitim kurumları mı?
Aynı şey İrlanda için de geçerli. Joyce eserlerinde ve özellikle Dublinliler hakkında anlattığı hikayelerde aşağılık kompleksiyle kirlenmiş İrlanda ahlakından alayla söz etti. İrlanda milliyetçiliğini acımasızca yerdi. Memleketini çok genç bir yaşında terk etti ve bir daha dönemedi.
Memleketini terk etmeden önce sevgilisine yazdığı bir mektupta "İrlanda'daki her şeyden tiksindiğini" söyledi.
***
Okudukça anlıyorum; Joyce içindeki Dublin'den kaçamamış.
Arthur Power'ın söylediği gibi "Hayal gücü her zaman Dublin'e odaklanıyordu." Bir ziyaret için memlekete giden çocuklarının trende kurşunlar altında yolculuk yapması da bu durumu değiştirmedi.
Joyce Dublin'den kaçamazdı. Ölümünden bir süre önce Ernest Lester'a söylediği gibi: "Tıpkı bir bebeğin göbek bağıyla annesine bağlanması gibi bağlıyım ben de gece gündüz memleketime."
Aynı Lester, Joyce için şunları söylüyor: "Dublin'den 30 yıl önce ayrılmış olmasına rağmen ona bakan hiç kimse nereli olduğu ya da aksanı konusunda tereddüt etmezdi."
Evet, belki de bu hepimiz için bir kaderdir.
***
O halde İrlanda'nın bağımsızlık savaşını önemsememiş gibi görünen Joyce'un derdi neydi?
Sanırım İrlanda ruhuydu.
Joyce'un hayatı ve eserleri, İrlanda'nın kültürel bağımsızlığı uğrunda verilmiş bir mücadeleydi.
Kullandığı dili ve önerdiği ahlak sistemini tam da bu amaca hizmet edecek şekilde tasarladı.
Joyce'a göre İrlanda'nın özgürleştirilmesi gereken uzvu; ruhuydu. Kendini, "Ahlak tarihini yazmakla ülkemin ruhsal özgürlüğüne ilk adımı attım," diyerek savunması bu yüzden.
***
Joyce kendisini anlaşılmaz ve çarpık bularak eleştirenlere: "Sözlerimi karanlık buluyorsunuz.
Karanlık bizim ruhumuzda çünkü," dedi...
Hayatı boyunca, o manastırda geçen ilk gençlik yıllarında olduğu gibi, karanlık ve sonu gelmez dehlizler arasında el yordamıyla ilerlemeye çalıştı.
Anlattığı hikayelerde aslında aşk, estetik, sanat, dil, din ve ulus hakkındaki görüşlerini açıkladı. Aralara serpiştirdiği dualarla, şarkılarla, Latince deyişlerle kitapları, bir müzik ırmağı gibi aktı. Anlayamayanlar ya da fikirlerinden rahatsız olanlar bile dinlemekten zevk aldılar.
Joyce'un edebiyat tarihinde kendine özgü bir yeri olması, bence, bundan.
***
Mektupları için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Daha sıradan, daha yüzeysel... Daha güncel...
Ama bir yazarı anlamak için onun günlüklerine ve mektuplarına bakmak her zaman işe yarar.
Bu mektuplar akrabalarına, dönemin ünlü yazar, şair ve sanatçılarına, politikacılara yazılmışsa, sadece yazar değil, muhatapları ve dönemin atmosferi hakkında da bir fikir verir.
Her şeye rağmen, en nihayetinde, bunlar da birer izlenimdir. Seçilmiş ve sansürlenmiştir.
***
Yazıyı Joyce'un yayıncı Robert McAlmon'a yazdığı mektuptan bir cümle ile bitirelim: "Tehdit ettiğin gibi
Ulysses'i pencereden aşağı atma. Pyrrhus, Argos'ta böyle öldürüldü. Hem aşağıdan Sokrat geçiyor olabilir."
BIRAK SENİ SEVEYİM MEKTUPLAR
James Joyce Çeviren: Pelin Arda Dedalus Yayınevi 158 s., 15 Lira