Son 15 yıldır sinemacılarımızla edebiyatçılarımız arasında adeta görünmez bir duvar var. Atılım yapan, yenileşen, dinamikleşen sinemamız, beklenildiği ölçüde edebiyat eserlerinden yararlanmıyor. Zaten 15 yıl içerisinde beyazperdeye taşınan edebiyat uyarlamalarının sayısının 15-20'yi geçmemesi de bunun göstergesi. Ama sanki sinemacılarımız son birkaç yıldır bu eğilimden vazgeçme niyetinde. Ümit Ünal'ın Hasan Ali Toptaş'ın Gölgesizler, Zeki Demirkubuz'un Nahid Sırrı Örik'in Kıskanmak romanlarını beyazperdeye taşımalarının ardından bu sezon da iki edebiyat uyarlaması ile karşı karşıyayız. Orhan Kemal'ın 72. Koğuş ve Barış Bıçakçı'nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz.
EDEBİYAT DİLİ, SİNEMA GÖRÜNTÜYÜ KULLANIR
Malum sinema ve edebiyat ilişkisi oldukça çetrefillidir. Bir roman ile ondan uyarlanan filmin, okura/seyirciye aynı tadı vermediği de aşikar. Bunun sebebi temelde ikisinin ayrı sanat disiplinleri olması. Edebiyatın hammaddesi dil iken malum sinemanınki görüntü. Kendi doğalarından kaynaklanan bu farklılık edebiyat uyarlamalarının hep problemli gibi algılanmasına neden olur. Bir yazar dili kullanırken, okurun sonsuz hayalgücüne seslenir ve uzunluk olarak kendini sınırlamaz. Bir karakteri dilediği kadar anlatabilir. Ama sinemacı görüntülerle derdini anlatmak zorunda olduğu için öncelikle kitapta okurun hayalgücüne bırakılan ne varsa bunu kamerayla sınırlamak zorunda. Ayrıca yönetmen karakter yaratma ve olayları anlatma konusunda sınırlı bir zaman içerisinde hareket etmek durumunda. Bu nedenle birebir uyarlama yapmak teknik olarak mümkün olamıyor. Sinemacı romanda anlatılan olay örgüsünden, temadan ya da karakterden yola çıkarak edebiyat uyarlaması yapmak durumunda. Dolayısıyla, edebiyat uyarlamalarını bir yorumlama olarak düşünmek gerek. Sadece sinemacıdan eserin ruhunu anlaması ve o ölçüde yeniden iyi bir yorum getirmesi beklenebilir. Ama edebiyatçıların bu duruma fazla açık olduğu da söylenemez. Onların genel eğilimi ise eserlerinin biçim, üslup ve olay örgüsünü, karakter zenginliğini filmde görmek istemeleri.
HOLLYWOOD'DA İŞLER İYİ
Bu çatışmalı duruma rağmen sinema ve edebiyatın birer anlatı sanatı olması onları birbirine yaklaştırmanın ötesinde işbirliği yapmalarına da vesile olur. Bu işbirliği sayesinde birçok edebiyat eseri beyazperdeye uyarlandı. Mesela Hollywood'un çekilen filmlerin yüzde 60'ı edebiyat uyarlamalarıdır. Ya da Avrupa sineması, Rus sineması edebiyattan yararlanma konusunda oldukça heveslidir. Türk sineması da ortaya çıktığı ilk günden bu yana Türk edebiyatı ile yakın temas kurmaya çalıştı. Birçok ünlü yazarımızın eserleri bu temas sonucu beyazperdeye taşındı. Ama bu yakın temasa rağmen köklü ve sağlıklı bir ilişki kurulduğunu söylemek de pek mümkün değil. Dönem dönem ilişki yoğunlaşsa da şimdiye kadar çekilen yaklaşık 7 bin civarındaki Türk filminin içerisinde edebiyat uyarlamarının oranı yüzde 10'a bile denk düşmüyor.
İLK UYARLAMA MÜREBBİYE
Türk sinemasıyla edebiyatının ilk teması 1919'da Ahmet Fehim'in, Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Mürebbiye romanını aynı adla sinemaya uyarlamasıyla başlar. Ama asıl olarak 1940'lardan başlayarak yoğunlaşır. Halide Edip, Nâzım Hikmet gibi kimi edebiyatçıların eserleri sinemaya uyarlansa da özellikle Kerime Nadir, Esat Mahmut Karakurt ve Muazzez Tahsin Berkant'ın kitapları sinemacıların gözdesi olur. Popüler kitaplar yazan bu yazarların hikayelerinin tercih edilmesinin sebebi biraz ticari kaygılar, ki yapımcılar çoksatan kitapların filmlerinin de çok iş yapacağına inanır, biraz da romanlarının sinemada kolay işlenebilir olmalarından kaynaklanır.