Siz, kısa tatilinizi yapıp dönüyorsunuz. "Ay ne şeker yer" deyip fotoğraf stüdyosu kıvamındaki sokaklarında pozlar verip gidiyorsunuz.
Peki, burası aslında ne menem bir yer hiç mi merak etmiyorsunuz?
İşte ben de size arada bir Alaçatı ve Çeşme'nin 'dışı sizi içi bizi yakan' özelliklerinden bahsetmek istiyorum. Beldemizi tanıyalım bâbında...
ÜZERİNE TÜY DİKTİLER
Türk insanı ne çalışkandır, ne zeki... Tembel ve cin fikirlidir sadece.
Bunun sağlamasını bir yıldır yaşamakta olduğum Alaçatı'da bir kez daha yapmış bulunmaktayım.
Daha önce de bir Yalıkavak maceram olmuştu.
O zaman da kasabanın yerlileriyle iş için muhatap oldukça saçımı başımı yolma aşamasına gelmiş ve sonunda pes edip İzmir'e geri dönmüştüm.
Ama inanın Alaçatılılar üzerine tüy dikti.
Hani kendilerini yerermiş gibi yapıp övenler vardır; "Ay ben saflık derecesinde iyi niyetli bir insanım" falan derler.
İşte ben hiç öyle kıvırmadan söylüyorum:
"Ben gerçek bir şapşalım, hatta salağım!" Bunun hiç öyle sevimli, şeker, afacan bir alt metni de yok.
Daha doğrusu salakmışım...
Bu yaştan sonra beni bana tanıtan Alaçatı ahalisine teşekkürü bir borç bilmem.
Herkese inanan, güvenen, iyi niyetli yaklaşımlarla tüm sorunları çözeceğini zanneden bir ahmak hatta!
ESNAFIN ŞIMARIKLIĞI
Bir yıldır evle ilgili bütün tadilat, eşya alışverişi ve benzeri işleri de "Yeni kasabalı hemşehrilerim kazansın" mantığıyla İzmir'den bir çöp bile almadım.
Ve aman "İşler bir an önce halledilsin, kimse mağdur olmasın, ağzımızın tadı kaçmasın" diye de herkesin parasını peşin peşin verdim.
İyi halt ettim.
Dert sahibi oldum dert!
Size şöyle söyleyeyim; geçen gün marangozu elceğizlerimle paralamamak için kendimi o kadar zor tuttum ki tansiyon fırlamasından gidiyordum.
Dilaltı hapı falan, ciddi ciddi imamın kayığına tersten biniyordum yani.
"Memlekette iş yok, işsizlik çok" diyenler gelsin de buradaki esnafın şımarıklığını görsün.
Adama "Musluk bozuldu, gelip bakar mısın?" diyorsun, "Haftaya gelirim! diyor.
Niye? Çok yoğun çünkü!
Kahvede pişpirikten başını kaldıramıyor.
Bir genişlik, bir rahatlık, bir atmasyonculuk...
41 GÜNLER GEÇMİŞ...
Size minik bir örnek vereyim:
Şu benim ecelim olacak marangoza Nisan ayında masa sandalye siparişi vermişim...
O da bana "Ablacım, 10 gün sonra elinde. 11'inci günü bulmaz merak etme" demiş.
Sonra aradan ne 11 günler, ne 41 günler geçmiş ve marangoz, ben her aradığımda "Ablacım cilaya verdim anca kuruyorlar" gibi laflar etmiş.
Sanki Gepetto'ya bir manga Pinokyo sipariş etmişim!
Ve gelmişiz Haziran sonuna...
Ben artık sinirden Tazmanya canavarına dönmüşüm ve adamın atölyesini basmışım.
Ne görmüşüm dersiniz?
Ne cilası? Ortada daha o aşamaya gelmiş iş bile yok!
İKİ AY DA UYUMAYIVER
Tamam; biz Egeliler bir parça dünya ve minare ikilisini pek kafaya takmayan insanlarızdır ama benim şu son bir yılda, yerel halkla yaşadıklarım insanın ruh sağlığını tehdit eder boyutta.
Haa, bir de İzmirliler ve İstanbullular'dan hep bir şikayet, hep bir aşağılama...
Gelmişiz de, kasabalarının huzurunu kaçırmışız da...
Yazın gürültüden kalabalıktan uyuyamıyorlarmış da...
10 ay yan gelip yatıyorsun işte! Ha, iki ay da uyumayıver.
Yıkılmak üzere olan ahırlarını milyon dolarlara sattılar ve yazın topu topu iki ay gelecek kalabalıklara katlanamıyorlar.
Böyle de bir nankörlük içindeler. Kıbrıslılar da anakaradan gelenlerden nefret eder ya... Burada da o hesap işte!
Offf, çok doluyum çok...
Daha neler var da artık sonra anlatırım.
Bak yine başladı tık tık...