'Babam ve Oğlum', neden bu kadar rüzgâr yaratmıştı, hiç düşündünüz mü? İyi bir senaryo, aklımızı çalan, bizi oralarda yaşamaya meylettiren pastoral sahneler, güçlü oyuncular… Evet, bunların hepsi ve daha fazlası vardı filmde. Ama benim için 'Babam ve Oğlum'u son dönemlerin en iyi yerli filmlerinden biri yapan; bir babanın, oğluna sarılma sahnesidir. Anneye, arkadaşa, sevgiliye… Hepsinin ayrı önemi vardır; ama en duygusal sarılma, bir babanın, oğluna sarılmasıdır. Niye anlattım bunu? Ara sıra da olsa, babayla oturup konuşmak, dertleşmek iyidir. Sonu sarılmayla bitmese bile; yaşadığımız dünyayı algılamaya ilişkin nefis çıkarımlar yapmanızı sağlıyor; tavsiye ederim. Geçen gün oturuyoruz babamla... Farklı şehirlerde, farklı hayatlar sürdüğümüzden; "Hadi!" deyince, iki lafın belini kırma şansımız olmuyor. Bu yüzden, fırsatını bulduğumuzda, dertleşmeyi seviyoruz. Aramızda 40 yaş var, farklı yerlerde, farklı şartlarda büyümüş, farklı eğitimler almış, dünyayı farklı algılamış, farklı yaşamış iki insanız. Muhabbetlerde ortak payda bulma zorluğu çektiğimiz aşikâr. Ama benim hayatı anlamama yardımcı olan da bu farklı bakış açısı zaten. "Çok çalışıyorsunuz. Sabahtan akşama kadar; toplantılar, koşuşturmalar… Üstelik sabah- akşam iki doz trafik stresini de ekle. Kendinize vakit ayırmıyorsunuz" dedi babam... Kulağa çok hoş gelen bir cümle. Üstelik lirik bir anlatımı da var; kendine zaman ayırmak. Ama modern hayat, 15 gün sonrası için plan yapmayı bile mümkün kılmıyor maalesef. Bu yüzden seyahat şirketleri, tüm cesaretiyle, iki ay öncesinden rezervasyon yaptırabilenlere, bedavaya yakın tatil imkânları sunuyor. Tatilleri planlarken bile 'ama'lar geçiyor aklımızdan. Üstelik fırsatını bulup da kaçınca şehirden, teknolojinin sunduğu tüm iletişim araçlarını da yanımızda götürüyoruz; gelişmelerden mahrum kalmayalım diye… "Bizim zamanımızda böyle hırslar yoktu. Amacımız mümkün olan her şeye değil; o günümüzü mutlu yaşamamıza sebep olacak şeylere sahip olmaktı. Bilgisayarlarımız, cep telefonlarımız, otomobillerimiz yoktu ama kıpkırmızı domateslerimiz vardı; üstelik biz onları market raflarında değil, salkımlarında görürdük. Her şey dâhil tatillerimiz yoktu belki ama her yılın aynı günü, aynı inci kumsala çadırımızı kurabiliyor, aynı yaylalara tırmanabiliyorduk. Üstelik bunların hepsini öyle günlerce süren mesajlaşmalarla da planlamıyorduk" dedi. Geçenlerde, evden çıkarken cep telefonumu unutmuştum. Arayanlar bana ulaşamayacaktı, eve döndüğümde onlarca cevapsız çağrıyla karşılaşacaktım, hiçbir işim yürümeyecekti ve büyük ihtimalle o günümü yaşanmamış sayacaktım. Evet, arayanların büyük bir çoğunluğu bana ulaşamadı ama dünya da yıkılmadı. Üstelik ilk gençlik yıllarını da cep telefonuyla geçirmemiş bir nesilden geliyorum; söz verilen saatte sinema önünde buluşmaları bilenlerdenim… "Bu kadar iletişim imkânına rağmen; misal, yıllardır görmediğin bir çocukluk arkadaşını en son ne zaman aradın?" diye, sordu. Çoğuyla sanal dünya üzerinden iletişimim var. Ne yapıyorlar, ne ediyorlar; her detaydan haberdarım ama ne yalan söyleyeyim, çoğunu sokakta görsem tanımam. Yaşamlarını, sanal dünyadaki arkadaş listemde sürdürüyorlar… "Yarın, 45 yıldır görmediğim asker arkadaşımla buluşacağım. Elimde bir adresi vardı, geçen ay mektup yazmıştım; bakalım konuşacak ne konular çıkacak?" dedi babam. Modern dünyanın sunduğu kimi imkânların, aslında bizi biraz daha yalnızlaştırdığını vurdu yüzüme… Şimdi düşünüyorum da karşımdaki ak saçlı adam mı daha mutlu bir gençlik yaşadı, ben mi? Bilemiyorum… Acaba imkân diye gördüğümüz çoğu şey bizi aslında yavaş yavaş öldürüyor mu? Bildiğim tek şey var; babayla konuşmak iyidir… Mevzu biterse, futbol konuşursunuz. Üstelik Dünya Kupası da başlıyor… Bırakın size, Pele'yi, Garrincha'yı, Eusebio'yu, Cruyff'u anlatsın…