Geçen akşam bo boş televizyona bakarken, bir annenin feryadına şahit oldum. Eminim ekranlardaki milyonların da yüreğinden bir şeyler kaydırmıştır o güzel yüzlü annenin ağzından dökülen şu sözler: "Belki bugün başkaları için bayram; ama benim için ölüm günü!" Bundan tam 13 ay önce, Beşiktaş'ta kaldırımda yürürken, yayalara ayrılmış alana son sürat dalan bir minibüsün altında can verdi Elbruz Bilge. Galatasaray Üniveristesi öğrencisiydi; parlak bir öğrenciydi. Eminim, annesini çok seviyordu; kendimden biliyorum, ben annemi çok seviyorum. Eminim annesi, Elbruz'la gururlanıyordu; kendimden biliyorum, ben o üniversiteye kayıt yaptırdığım gün, annem bir başka ağlamıştı. Anneler sevilmez miydi hiç, cennet onların ayakları altındaydı. En azından bize öyle öğretilmişti. Ama o akşam, ekranlarda gözyaşı döken annenin başında cennet rüzgarları esmiyordu.
ANNE BİR DAHA YIKILDI
Canı kadar sevdiği oğlunu kaybetmiş, kadere olan inancı sarsılmıştı. Aradan 13 ay geçti, oğlunun canını alan adam, elini kolunu sallayarak çıktı hapishaneden. Çünkü hukuk sistemimize göre, pırlanta gibi bir çocuğun canının karşılığı 13 aydı. Bu sefer de devletine olan inancı sarsıldı. Katil, belki de hapishaneden çıkıp doğruca annesinin elini öpmeye gitmişti. Belki de tüm aile, akşam yemeğinde buluştu, gelecek planları yaptı. O sırada Elbruz Bilge'nin annesi, muhtemelen oğlunun resimleriyle döşediği odasında, başını öne eğmiş, sessiz sessiz ağlıyordu. Resim bile olsa, oğlunun yüzüne bakamıyordu. Elinden bir şey gelmiyordu çünkü. Devletine güvenmiş, devleti de nice emeklerle büyüttüğü evladını elinden alan adamı, 13 ayda tahliye etmişti; yeni canlar alsın, durağa beş dakika önce gidebilmek için nice başka hayatları tehlikeye atsın diye. Benim ekranda gördüğüm annenin yüzünde, oğlunu kaybetmenin acısından daha büyük bir acı vardı. Her acının, sabrıyla beraber geldiği söylenir. O anne acısını elbet er ya da geç küllendirecekti. Hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı ama… Oğlunun resmini basacaktı yüreğine… Odasına girip konuşacaktı onunla… Yastıklarını yıkamayacak yıllar boyunca koklayacaktı… Ana yüreği, elbet bir yolunu bulacak, oğluyla yaşamaya devam edecekti. Ama benim gördüğüm annenin bunları yapacak gücü kalmamıştı; çünkü yüzünde, devletine güvenmiş olmanın hayal kırıklığı vardı. Ve bir ülkede devlete güven kalmamışsa, orada nice anneler, her güne zaten gözü yaşlı uyanır. İnsanoğlunun ilk ihtiyacıdır, kendini güvende hissetmek. Mucize kurtuluş hikayelerinin kahramanlarına sorduğunuz zaman, en önemli moral kaynağının, kendini güvende hissetmek olduğunu söyler. Bu yüzden doğada mahsur kalanlara, ilk olarak ateş yakmaları önerilir. Çünkü ateş yakmak, güvenlik hissini arttırır, güvende olduğunu hisseden insan da daha mantıklı hareket eder.
DEVLETE GÜVEN KALMADI MI?
Bir ülkeyi ayakta tutan da, vatandaşlarının devlete duyduğu güvendir. Modern dünyayı ifade eden ne kadar tanım varsa; kişi başı gelir, okuma-yazma oranı, üretim rakamları, enflasyon… Hepsi, o güvenin tesis edildiği yerlerde anlam kazanır. Tek suçu, kaldırımda yürümek olan insanların yaşadığı ülkelerde, gelişmişlik hiçbir anlam ifade etmez. Ben sabah evden çıktığımda, geri dönüp dönemeyeceğimi bilemiyorsam… Kimin belinde silah, kimde bıçak var kestiremiyorsam… Trafikte üstüme üstüme süren katillere sesimi çıkaramıyorsam… Üstelik varlık sebebi, tüm bunları benim adıma yapmak olan devlet, hiç oralı olmuyorsa; ben çizilen hiçbir pembe tabloya inanmam. Çünkü benim için, bir ülkenin gelişmişlik seviyesi, çaresizce ağlayan anaların sayısıyla ters orantılıdır. Cennet anaların ayakları altındadır derler. Ben öyle zannediyordum, eminim Elbruz Bilge de öyle zannediyordu. Oysa bu ülkede anaların ayaklarının altında cennet yok. Cennet tam anlamıyla bir yanılsama. Bu ülkede bazı anaların ayaklarının altında cehennem var. Her saniye adımlarını ateşe basıyorlar maalesef. Elbruz Bilge'nin annesinin feryadı gözümün önünden gitmiyor. Kim bilir her sabah, kaç yeni yanıkla uyanıyordur, cehenneme basan ayakları… Ve oğlunun katili elini kolunu sallayarak gezdikçe, hangi güç söndürebilecek, o sonsuz yangını…