Hafta sonu Çeşme'de bir arkadaşımız, ayak serçe parmağını sehpaya çarptı ve kırdı.
Her çarpanın parmağı kırılmasa da, hemen hepimizin başına gelen o ev kazası işte. Nasıl da pistir acısı; adamı havaya zıplatır.
Hele bir de parmağı kıracak kadar şiddetli çarptığınızı ve o küçük serçeciğin havalanıp ayaktan ve diğer parmak kardeşlerden bağımsız takılmaya karar verdiğini düşünün...
Manzara gerçekten pek kötüydü. Aldık kızcağızı el mahkum, Alper Çizgenakat Devlet Hastanesi'ne götürdük.
Artık sadece yapılmış olsun diye yapıldığını düşündüğüm ve içinde "Benim burada ne işim var? Aslında Cerrahpaşa'da başhekim olacak insandım da, elektrikler kesikti, çalışamadım" der gibi dolaşan doktorların bulunduğu devlet hastanesi yani! "
HOŞT" DER GİBİ!
Her hastaya babasının oğluymuş, üstelik azarlanması gereken oğluymuş gibi sert bir tonda "Sen" diye hitap eden, tüm dünyanın yükü ve memleketin tüm hastaları üzerine yığılmış gibi bir bezginlik ve ilgisizlikle görev ifa eden bir kadrosu var bu hastanenin.
Gerçi, bu tüm devlet hastanelerinin ortak sıkıntısı...
Tabii ki, aralarında tenzih edilesi, eli öpülesi doktorlarımız vardır ama azınlıkta olduklarını onlar da çok iyi biliyor olmalılar.
Devlet hastanelerinde doktorlar, zaten o sırada en savunmasız, en acınası halde bulunan hastaları aşağıladıkça aşağlar; azarladıkça azarlar ve asla saygı duymadıkları için de "Hoşt" der gibi "Sen" diye hitap ederler.
Evet, çok ama çok yoğun çalışıyorlar, evet çok az maaş alıyorlar, evet çalışma süreleri insan haklarına aykırı, bunları biliyoruz ve onlar adına üzülüyoruz.
Ama tüm bu kangren olmuş sağlık sisteminin sorumlusu biz hastalar değiliz ki!
Git, sebep olanları azarla.
Sıkıyorsa bir bakan geldiğinde ona "Neyiniz var?" değil de o kaba saba tonlamayla, tiksinir gibi yüzüne bakıp "Neyin var?" de!
Neyse, işte bizim kızın olayının olduğu gece kırılan parmağına müdahale eden doktor; pazartesi tekrar gelmesi gerektiğini söyleyince, kalktık ikinci kez yine bu hastanenin yolunu tuttuk.
Bu kez işin uzmanı, yani bir ortopedist bakacak kırılan serçeye.
Baktı da! Şöyle daha gözünün ucunu değdirdi ve "Git, tekrar röntgen çektir, gel" dedi.
Dediğini yaptık; sıra falan da yoktu, işimiz 10 dakika sürmedi.
Doktorun odasına geri döndüğümüzde ise bu sürenin bizim için kısa, doktor içinse çoook uzun olduğunu gördük.
Sıkılmış herhalde ki; çekmiş kapısını gitmiş çünkü!
Biz şaşkınlık içinde hemşireye "Doktor şimdi buradaydı, nereye gitti?" deyince 'doktor bey' arandı ve "Hastanız elinde röntgeni ile sizi bekliyor" denilince şu cevabı verdi: "Benim işim var çıktım, yarın bir daha geliversin."
"SEN" DEĞİL "SİZ"
Önce bir sinirlendik, başhekimi görmek istedik; kabul etmedi bizi. Sonra hasta haklarıyla ilgili büroya gittik. Bize bel bel bakıp bir şey yapamayacaklarını söylediler. Ve artık işi makaraya bağladık, düştüğümüz ezik duruma pek güldük.
Bu rezillik, bu mesleki ayıp, bu izansızlık öfkelenmeye bile değmez çünkü.
Çeşme'nin çok ama çok acil gerçek bir hastaneye ve hastalara çöp muamelesi yapmayan, işini gerçekten severek yapan doktorlara ihtiyacı var. (Haa bir de ilk kez karşılaşılan insanlara 'sen' değil, 'siz' diye hitap edilmesi gerektiğini bilenlere...)
Hem giderek artan kış nüfusu, hem tatile gelenler, hem de insan hakları adına bu elzem bir ihtiyaç burada.
Ya da vurun kapısına kilidi, olsun bitsin. Böyle hastane mi olur be kardeşim?!