"En iyi tekne, arkadaşımın teknesi!" Bu sözü kimbilir kaç kişiden duydum.
Doğruluğunu test etme imkanına ise ilk kez nail oldum.
Evet, sonunda hayallerim gerçek oldu ve en eski, en sevdiğim, en yakın dostlarımdan ikisi, ki tanıdığım en şahane çifttir kendileri, birkaç hafta önce karınca kararınca bir tekne sahibi oldular.
Hey gidi günler heyyyy...
15-20 yıl önce, iki lokmayı paylaştığımız günlerden şimdi 'o kamara benim, bu kamara senin' günlerine...
Eh içimizden birileri çalıştı çabaladı, adam oldu en azından. Çok mutluyum çok.
Hem onlar, hem kendi adıma!
AK-KARA BELLİ OLUR
Denizin üzerinde yüzen bir barakada yaşayabilirim çünkü ben.
Karaların köşkleri, sarayları sizin olsun; bana denizleri verin.
Tabii 'Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim' durumundan, yakın arkadaşlarım da tıpkı benim gibi.
Tekneyi bırak, koy bizi bir sala; salınıp gideriz bir o, bir bu sularda.
Gerçi tekne yaşamının ve yolculuklarının şöyle bir handikapı da vardır:
O birkaç metrekare yerde yedi-sekiz kişi; sabahı akşamı, bütün zamanı paylaşınca, eğer mayalar tutmuyorsa, işte orada ak-kara belli olur.
İlk birkaç gün çocuklar gibi şen geçer de üçüncü günden sonra herkes birbirine
"Neden senin gözünün üstünde kaşın var birader?" demeye başlayabilir.
SORUNU UZATMAYIZ
Ama biz yaşamımızın çeşitli dönemlerinde zaten, su üzerinde olmasa da karada kıç kıça yaşamaya alışkın olduğumuzdan idmanlıyız.
Arada birbirimize gıcık olsak da bunu dert etmez, sorunu çok uzatmayız.
Eski ve derin dostluklar, bir nevi karı-kocalık gibidir zaten.
Bu kayık macerasının, bismillah, daha siftahında da öyle bir didişme halimiz oldu ama her zamanki gibi çabuk atlatıldı.
Böyle olduğunda, sonrasında halimize çok gülüyoruz zaten.
Macera dediysem aldık başımızı mavi yolculuklara çıktık sanmayın.
Çeşme'nin iki koyunda iki gün geçirdik o kadar.
Kimin ne derdi varsa, kısa süreliğine karada bıraktı. Yine çok güldük, yine çok yedik-içtik, biz yine her zamanki bizdik.
Yıllardır hiç değişmeyen bir şey varsa, o da yemekte bile yemek konuşmamız zaten.
Her birimiz; sen de Vedat Milor, ben diyeyim Ümit Usta.
Üç beş metrekarede dön dolaş birbirimizi ite kaka, "Az öteye kay, ayağını burnumdan çek, ıslak havlunu buraya bırakma, bütün kolaları sen içtin, biraz ağzını tut, köfteleri kim bitirdi daha ben yemedim!" melodileri eşliğinde mutlu mesut 'yayarken'
hoop nazar değdi, jeneratör bozuldu.
Kaldık karanlıkta el el üstüne, baş baş üstünde.
"Eh yapacak bir şey yok" deyip pır pır motorlu botumuzla iki partide karaya çıktık.
Kara dediğim Ayayorgi Koyu'ndaki Marrakech... Saat de tam milletin şıkır şıkır giyinip bistrolara yerleşme saati.
AVİZE KÜPELİ MÜŞTERİ
Biz dolapta bozulmasın diye köfteleri, dolmaları poşetlere yüklenip ağzı, burnu kaymış tişört-şıpıdık terlik kombinasyonuyla çoluk çocuk girdik Marrakech'e.
Sen de "Düseldorf'tan abim geldi", ben diyeyim mülteci kayığı karaya yanaştı.
Tam kimselere görünmeden tırıs tırıs otoparka ulaşalım dedik ki, Marakech'in her zamanki misafirperverliğiyle karşılaştık.
Bizi, "Ne bu kılık kıyafet ve de naylon poşetler, dolmalar köfteler?" demeden, avize küpeli müşteri muamelesiyle buyur ettiler.
Bunu özellikle söylüyorum çünkü bilenler bilir; o koyda bazı işletmelerin bu şekilde ne kapısından ne bacasından giremezsiniz.
Girmeye çalışsanız da sopayla kovalanırsınız. Öyle bir kibir, öyle bir aşağılama...
Neyse biz yine de bu zarif 'Ne olursan ol gel' tavrını tadında bırakıp ortamı görüntümüzle daha fazla bozmadan kenardan kenardan uzadık; damağımızda iyotun, huzurun, derdi kederi birkaç saatliğine unutmanın, ötelemenin ama en önemlisi sadece eski dostluklara has o lezzetine doyulmaz tadın sarhoşluğuyla...