Baharın resmi olarak gelmesine şurada kalmış bir hafta...
Benim gelen bahar aylarıyla birlikte gönül yaylarım, titreşime girmeye başlamış bile...
Canım ne çatlak profesörün söylediklerini ciddiye almak istiyor, ne de "Ne olacak bu memleketin hali?" diye düşünmek... Çeşme-Alaçatı'da, yeşilin ve mavinin ortasındayım. Beynim istesem de siyahı, griyi görmüyor.
GALİBA HİPPİ OLDUM BEN!
68'lere geri döndüm...
Ben galiba bildiğin hippi oldum!
Sonra birileri gelip bana soruyor: "Bu yaşta sahil kasabasına yerleşmek, senin için çok erken değil miydi?" "Eee senin emeklilik hayalin ne peki?" diye soruyorum, "Bir sahil kasabasına yerleşmek" diyor. "Hah işte! Ben senin ancak yaşlanınca gelebileceğin yerde, gençliğin tadını çıkarıyorum" diyorum. Ne demek istediğimi pek anlamıyor. Ben de sırtını şöyle bir pış pışlayıp, gülümseyip geçiyorum.
Bu zihniyet yüzünden zaten, dünyanın başka bir ülkesinde olsa, 12 ayı cıvıl cıvıl geçirecek kıyı şeridimiz, yılın sadece iki ayı yaşayıp, diğer on ay, ıssız Teksas kasabalarına dönüyor ya...
Burada yaz-kış yaşamaya başlayınca, bu 'ziyanı' insanın kafası iyice almıyor.
Şimdi düşünsenize...
Gündüz; giysiydi, kitaptı, ıvır zıvırdı alışverişimi Çeşme Marina'da yapıyorum, o güzelim teknelere, denize nazır... Sonra oradan çıkıyorum, yok "Evde yoğurt bitti", yok "Cacık'ın kuru maması kalmadı" deyip hooop market alışverişine; Yıldızburnu'na. Yine deniz kokusunu ciğerime çeke çeke.
Sonra "Yaz geliyor, kilo vermek lazım" diyorum, çıkıyorum, yürüyüş için Ilıca'ya o uzuuun beyaz kumsala.
Ardından gece arkadaşlarla iki lokma yiyip içmeye Alaçatı Marina'ya veya Dalyanköy'e, yine teknelerin doyulmaz seyrinde, denizin kenarına.
Bahçeyi desen, bu sene meyve sepetine çevirdim. Nar, erik, mandalina, armut, portakal ağaçları diktik, ilk pıtırcıklarının açmasını heyecanla bekliyoruz.
Bu yazıyı yazdığım cuma günü, an itibariyle, hava 20 derece ve biz biraz sonra Yıldızburnu'nda denizin içinden fışkıran sıcak suya bünyeyi bir batırıp çıkarmaya gideceğiz. Denize gireceğiz yani...
HIRSLARINIZDAN ARININ
Akşama da yine benim tekkede toplanacağız.
Türkiye'nin en önemli ressamlarından ve de geçen yıl İstanbul'dan kaçıp Alaçatılı olan Ertuğrul Ateş, bu kez bize mutfaktaki marifetlerini gösterecek. Dün akşamdan söz verdi, soğan yatağında defne yapraklı levrek pişirecekmiş!
Bak bak bak!
Bunu da dün onlarda toplanmış, eşi Buket'in yaptığı Adana usulü yoğurtlu köfteyi götürürken kararlaştırdık.
Evet evet, biz aynı zamanda, sofrada bile yemekten söz eden, amatör gurme bir topluluğuz.
Neyse lafı uzatmanın, sizin de sinirlerinizi zıplatmanın manası yok.
Kızacağınıza, siz de hayatınızı basitleştirmenin yollarını arayın. Büyük şehirde şan, şöhret, kariyer ve de çok para kazanmak uğruna un gibi öğütülmek mi, sıcacık bir kumsalda "Azıcık aşım, kaygısız başım" deyip sokak iti gibi yuvarlanmak mı?
Ben ikincisinden pek memnunum doğrusu da, 'it' dedim aklıma geldi.
Gidip benim sokağın soysuzlar çetesini doyurmam lazım. Bu yazı burada biter ve Öncel son sözünü söyler: "Nazar etmeyin ne olur, hırslarınızdan arının, sizin de olur!"