Gazetecilikte kaçırılmış fırsatlardan pek azı Pakistan'ın o zamanki adıyla Kuzeybatı Sınır Vilayeti'nde bir bahar günü benim kaçırdığım kadar büyük olabilir. Yıl: 1989. Yer: Arap militanlarının Peşaver dışındaki döküntü bir kampında tıklım tıkış bir oda. Sınır şehri Peşaver'i kısaca açıklamak gerekirse, birkaç ay önce Sovyet ordularını Afganistan'dan çekilmeye zorlayan mücahitlerin toplanma bölgesiydi. Arkada 30'larının başında uzun boylu, dağınık sakallı, sessiz bir adam oturuyordu. Gergin yüzüne ve beden diline bakılırsa yabancı bir muhabirin orada olmasına fena halde sinirlenmişti. Pakistan'ın askeri istihbarat servisi ISI'den bir yetkilinin daha sonra bana aktardığına göre, adı Üsame bin Ladin'di. Vahşi terör eylemleriyle (ve tarihin en büyük insan avından bu kadar uzun bir süre boyunca başarıyla kaçmasıyla) çağımızın öyküsünü yeniden yazacak olan bu adamı doğrudan görmüş, ama onunla hiç konuşmamıştım. Yalnızca izini süren Amerikalı komandoların değil, birçok yabancı muhabir ve benim için de bin Ladin bir takıntı, bir tür aranan hazine haline gelecekti. Onunla karşılaştığım o günden sonra yalnızca birkaç muhabir onunla röportaj yapabilmeyi başardı. Öte yandan, 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra kimse el altından dolaşan video kayıtlarıyla vaazlar veren (onlar artık birer mezar kitabesi) bu adamla görüşemedi. Fakat ne kadar ortaya çıkmasa da, bin Ladin'in peşinde olanlar onu ve davasını türlü yollardan takip edebiliyordu. Benim de Ağustos 2001'de, Yemen'in başkenti Sana'nın eski çarşısında yaşadığım öyle heyecanlı bir an vardır. Cihat içerikli çoksatarlarda uzmanlaşan bir videocu, bin Ladin'in Afganistan'daki El Kaidecilere hitabını içeren ve saatler süren taptaze kasetleri, tabii el altından, bana gösterdi. Londra'da Arapça bilen bir uzmanla kasetleri günler boyu inceledikten sonra 2001'in başlarına ait bir sahneye geldim. Eski peygamberler gibi dökümlü beyaz cüppesiyle masmavi bir göğe karşı duran El Kaide lideri, intihar bombacılığına aday gibi görünen bir topluluğa hitap ediyor, Amerika'nın başına geleceklere dair bir tablo çiziyordu. 11 Eylül'den birkaç gün önceki bir yazımda, ki o zaman henüz bunun önemi bilinmiyordu, bu anekdottan söz ettim. Makale 11 Eylül'den önce New York Times'ın dış haberler bekleme listesindeydi. 11 Eylül'den sonra da yayınlanmadı. Bin Ladin'in ölümünden sonraki kafa kurcalayıcı soruysa onun El Kaide ve ortakları için yol göstermeyi sürdürüp sürdürmeyeceği. Yoksa liderliğinin sona ermesi ve Arap Baharı'na ilham olan demokrasi akımıyla bin Ladin'in hareketi önemini yitirecek mi? Amerika radikal militanlığı yenmeye uğraşırken Pakistanlı birçok lider daha uzun dönemli düşünmeleri gerektiğine inanıyor. Sovyetlerin geri çekilmesinden sonra Amerika'nın Afganistan'ı nasıl yalnız bıraktığını hatırlıyor, Kâbil ve Kandahar'da en nihayet kimin galip geleceğini kestirmeye çalışarak çıkar hesabı yapıyorlar. Amerika'nın Pakistan'la olan ilişkileri, Afganistan'daki savaş ve El Kaide'yle olan mücadele çerçevesinde belki daha önemli olan soru şu: ISI, bin Ladin'in Abbodabad şehrinde, yani Pakistan'ın önde gelen askeri garnizonlarından birinin dibinde "göz göre göre saklandığını" (üstelik yaralı olan Yemenli karısının Pakistanlı sorgucularına söylediğinin iddia edildiği gibi beş yıl boyunca) başından beri biliyor muydu? Üst düzey Pakistanlı yetkililerin sunduğu karmakarışık açıklamalardan bir anlam çıkarmak mümkün değil. Kimilerine göre bin Ladin'in Abbodabad'da olması ülkenin güvenlik kurumlarında tam bir şaşkınlık yarattı. En az iki eski ISI başkanı dâhil olmak üzere birçoğu da Pakistan istihbarat servisinin bundan habersiz olması imkânsızdı. Yine bazıları var ki, bin Ladin'in Pakistan'ın göbeğindeki bir şehirde başarıyla saklanmış olmasını, Pakistanlıların hatalarının bir sonucu olarak görüyor veya tam tersine, bunu Abbodabad'ın tespitine götüren istihbaratın Pakistan'la paylaşılmaması konusundaki Amerika'nın tercihine bağlıyorlar. Pakistan'ın ikili oynadığına inanmamak zor. Ülke 11 Eylül'den beri Amerika ve Batı'dan 20 milyar doları aşkın yardım alarak kırılgan ekonomisine destek sağladı. Fakat öbür yandan da, İngiltere Başbakanı David Cameron'un sözleriyle, kendi topraklarına ve Afganistan'a yayılan terörizme "çift taraflı bakıyor". Bizzat sahadan gelen askeri raporları açıklayan WikiLeaks, ISI'nin Taliban grupları ve El Kaide'ye hamilik yaptığının kanıtlarını sunuyor. Gerçi Pakistan'ın müttefik olarak güvenilirliği Washington'da uzun süredir sorgulanıyor, ama kimse de ihanetin bin Ladin'i saklamaya kadar varacağını tahmin etmiyordu. Pakistan'ın yaklaşımı Batı'da sık sık kendine zararı olan, yanılgı içindeki bir yaklaşım olarak değerlendiriliyor. Fakat burada, Amerika'nın Soğuk Savaş sürecinde cihatçılık şeytanıyla ortaklığa girişmesine benzer bir durum var. Washington için Afganistan'da Sovyetleri yenmek hem bir ölüm kalım meselesi, hem de bir takıntıydı. Pakistan'ın militanlarla kendi ilişkisi de birçok bakıma aynı kefeye konabilir. Arap Dünyası'ndaki vitrinlerde artık bin Ladin posterlerine daha az rastlanıyor. Demek ki son 20 yıldır ona besledikleri duygular artık o kadar yoğun değil. Tabii bunda Arap Baharı'nın ve bu hareketle gelen yol haritasının payı büyük. Fakat eğer Batı, bin Ladin'in tüm Müslüman liderlerden daha güçlü ve şiddetli bir şekilde kullandığı öfkeyi gidermenin çarelerini aramazsa onun efsanesi belki de sürecek ve yalnızca yoksullarla sınırlı kalmayacak. Bana göre bunun bir ölçüsü, 11 Eylül'den kısa bir süre sonra İslamabat'ta katıldığım yemekli bir partide tanık olduğum bir olay. Partinin birçok konuğu muzavvaf veya emekli generallerdi. Viskiler su gibi aktıkça diller çözülmüş ve rahatsız edici fikirler dile getirilmişti. Bir subay 11 Eylül'ün "Amerikalılara bir ders verdiğini" söyleyince karısı da, onaylayan bir mırıltıyla, "Amerikalılar bunu hak etti" diyerek ona katılmıştı. Ortada böyle bir tavır varken bin Ladin'in son sığınak olarak garnizon şehri Abbodabad'ı seçmesi çok mu tuhaf? Çünkü belki de Pakistanlı yetkililerin onu görmemek için ellerinden geleni yapmaya hazır olduğunu biliyordu.
JOHN F. BURNS