ŞEHİR LOKANTALARINI YOKLAYALIM: Denize tahta sandalye indirmece, çimende piknik yapmaca da bir yere kadar. İstanbul, eski şehir dokusuna, tarihi duvara, köhnemiş saraysı eve, komik sokak tabelasına hakim şehir lokantalarını da özletir. Yaz sıcağında da hep doluydu ama şimdi başka lezzette olur: Karaköy Lokantası. Aman diyeyim, Karaköy Balıkçısı değil! Evet, mavi fayanslı olan! Bütün yemekler iyi, ne yeseniz bir dahaki gelişe gene ısmarlayabileceğiniz düşüncesiyle yutuyorsunuz, ki standardın tek bir tabakta toplanmayıp umuma yayılması o kadar da sık rastlanan bir hal değil.
PALAMUT MEVSİMİ, KOŞ!: Sırf bunun için ilelebet İstanbul'da yaşanır! Palamut, ağustos ortası gibi çingene palamudu olaraktan boy gösteriyor ama esas bolluk eylülde kestane palamuduyla ve de takoz formatında! Yarım kiloya kadar olanlarına gaco veya çingene palamudu denirmiş, sonrasında da kestane palamudu, zindandelen, torik, altıparmak diye boy sırasına dizilip, yedi kilonun üstüne çıktığında peçuta adını alırmış (Biz 'deve' de diyebiliriz halk arasında!), eski bir denizcilik-yatçılık dergisi var elimde, oradan öğreniyorum. "Palamutlar pek hızlı ve çevik balıklardır, avcılığı da pek zevkli olur bu yüzden. Saatte 10-12 mil hıza ulaşabilir, ralli otomobili gibi sert ve keskin dönüşler, ani frenler yapabilir, ama tornistanı yoktur bu acar ve yakışıklı balığın" diye yazmış Osman Günay. Bir de pilaki tarifi vermiş, minicik bir fiske de tarçın diyor.
SAYFİYENİN HASI BURADA: Adalar'da bir ılık huzur, Uzunya'da en alasından tatil kasabası hissiyatı. Anadolu Kavağı, Anadolu Feneri, tekneyle Poyrazköy seferi derken, bir kuytuda denize önce ayak sonra gözü karartıp komple beden sokmak an meselesi. Ya da daha büyük ölçekli programların yanında, yakın diye kaybedenler denenebilir: Kavaklı'daki Çakırkeyif'te çimende hamağa serilip Hikmet Hanım'ın değme restoranlarla yarışacak Ege ve Rumeli esintili yemekleri tadılabilir. Kağıt inceliğindeki kabak kızartmasını hiçbir yer bu nefasette yapamıyor, telefonla sipariş durumunda oğlak tandır gibi hedef büyütülüyor.
HEMEN İSTANBUL'DAN KAÇMALI, ÇÜNKÜ...
BIRAKALIM ŞEHİR YERLEŞSİN: Bayram tatilinden eve dönerken kıtlıktan çıkmış gibi market talanına girişen kadınlar doysun. Okullar açılırken birer tımarhaneye dönüşen, asla kullanılmayacak boy boy defterler, 40'ından sonra kokulu silgiler aldıran kırtasiyeciler durulsun. Sonbaharın siftah yağmurunda eli ayağı dolanıp öndeki arabayla öpüşenler telaşını atsın. Şehir yeni mevsime adapte olsun. Bekleyin hayat normalleşsin.
BAŞKA BİR EGE KEŞFİ MÜMKÜN: Alaçatı'nın kaç yıldır ayarlarıyla oynanırken, iki adım ilerisindeki Foça'nın Rumlardan kalma olağanüstü güzellikteki taş evlerinden nasıl hiç bahsedilmez? Ya da aman hiç bahsedilmesin! Foça ne tatlı bir yermiş, ne kadar sempatik ve ev fiyatlarını sorduracak kadar davetkar! Ufacık, sakin, fakat insanın ihtiyacı olan her şey var burada: Deniz, bir yanda kayıklar bir yanda balık lokantalarıyla Urla'yı çağrıştıran mütevazı bir piyasa yolu ve günün her saati önünde kuyruk olan harika bir dondurmacı! Lola 38, 120 yıllık şahane bir bina. Denizin önünde. Eskiden varlıklı bir Rum armatörün eviymiş, çok itinalı bir restorasyonla artık minnacık bir pasta otel. Renk cümbüşü, insanı şımartan abiye tarzı, sabah kahvaltıları unutulur gibi değil.
SAİT'TEN MİMOZA'YA BODRUM RÖVANŞI ALINIR: Bayramı Bodrum'da geçirenlerdenseniz, insan zehirlenmesinden bitap düşmüş, rezervasyon derdine bolca terslenmiş olacağınız için, sakin bir tatili en çok siz hak ettiniz! İşte şimdi Bodrum'dan öcünüzü alabilirsiniz. Eylül demek, Sait'te, Hasan'da, Mimoza'da onar kişilik masaların arasında ezilme faslı geçti demek. Limon'da, Havva'da, Bağarası'nda yer bulamayıp acılara gark olmak bitti demek. İşletmelerin, garsonların bulutlardan zemine inmesi, yerli yersiz kullanmaya o pek bayıldıkları 'misafir'den çoktan geçtik, size böcek değil basbayağı müşteri gibi davranmaları demek. Helalleşme için ideal günler.
MARAKEŞ'TE SANAT CİLASI YAPILIR: İstanbul'da bienali açtınız, kesmedi. Paralel etkinlikleri, sergileri gezdiniz, yetmedi. Bu takdirde istikamet ay sonunda Fas olmalı. Bu yıl Türkiye'nin de özel misafir olarak katılacağı Marakeş Sanat Fuarı'nda Afrika ve Ortadoğu çağdaş sanatından ilginç işler var. 30 Eylül-3 Ekim'de Palace Es Saadi'de New York'tan, Paris'ten, Dubai'den, Moskova'dan galeriler, bizden de... Siz niye gitmeyesiniz?
YILMAZ ÖZDİL BİENALİ NE ZANNEDİYOR?
Evvelki hafta Yılmaz Özdil, Somali Bienali başlıklı çok enteresan bir yazı yazdı (21 Ağustos, 2011). Her zamanki benzersiz listeleme tekniğiyle sayıyor: "Müjdat Gezen.
Usta... Sapına kadar Atatürkçü, altı okka yurtsever, doğru bildiğini gözünü budaktan sakınmadan söyleyen, adam gibi adam..." Diğer elemanları sıralıyor: Ayşe Kulin. Bilkent Senfoni Orkestrası.
Ferhan-Ferzan Önder. Gülsin Onay. Nilüfer.
Türkan Şoray.
Yıldız Kenter.
UNICEF elçilerimiz.
Örnek insanlar.
Sonra da diyor ki, bu isimler varken, Türkiye'den nasıl olur da Nihat Doğan, Ajda Pekkan götürülür Somali'ye...
Kadroya mana veremeyen çok oldu, olabilir, tartışılır, ama zaten mevzu bu değil, Özdil'in başlığı.
Somali Bienali diyerek, Nihat Doğan'lı bu Somali ziyaretini aklı sıra küçümsüyor Özdil.
Burada 'bienal'den kastı 'panayır' filan olsa gerek. Aslında 'sirk' demek istiyor! Somali Sirki! Ama 'sirk' yerine, 'panayır' yerine, herhalde içinde 'sanat' barındırdığı için, 'bienal' diyor. Ha o, ha bu! Üç aşağı beş yukarı aynı! Al birini, vur ötekine!
Bienalin iki senede bir tertip edildiği gibi detaylaraysa hiç girmeyelim!
Yazının sonuna da her zamanki gibi bir "Vayyy..." bağlama çekmiş: "Bir millet, aç kalabilir, bir başka millet yardım eder.
Bir ülke, susuz kalabilir, bir başka ülke yardım eder.
Bir toplum bu hale geldiyse, dünyada hiç kimsenin yapabileceği bir şey yoktur."
Bir yazar bu hale geldiyse peki? 'Büyük yazar?' 'Cesur kalem?' O zaman ne yapacağız?