Dodo,
Xuma, Bodrum'daki o beach'lerin çok popüler olduğu yıllar vardı. Sonra geçti. Neredeyse 10 yıl. Kim gidiyor artık oralara derken, Kıvanç Tatlıtuğ! Ailesiyle, ablasıyla, çocuklarla Xuma'ya gitmiş, onu görenler hafiften etrafına üşüşmüş, o da rahatsız olup kalkmış. Sonra muhtelif baklava haberleri geldi: Zayıflıyordu, vücut çalışıyordu, kas yapıyordu, bu baklavaları bizimle paylaşmasına az kalmıştı. İrili ufaklı malumat alıyorduk ve onu sevmemize sebep duygulardan biri pekişiyordu: Halk arasında 'ütü' tabir edilen bilmem kaç metrelik motor-yatıyla falanca Yunan adasından girip filancasından çıkmıyordu. Çeşme'de piyasada değildi. Hep böyle hafif low profile bir hali vardı. Demode yerlere gidenlerin başka bir efendiliği, hatırnazlığı, kadirşinaslığı, böyle garip bir inceliği, insanlığı vardır. Zaten bir sürü özelliğinden önce: Efendi çocuk. İyi aile çocuğu. Temiz. Düzgün. Öyle görünüyor. Biraz teyzeliğin zararı olmaz: Mühim şeyler bunlar! Bu kadar şan şöhret gelince şirazeden çıkmamak için lazım gelen şeyler. Tam da bu özellikleriyle, ona buna sataşmamasıyla, Tarkanvari bir kredisi epeydir vardı. Magazincilerle dalaşmıyordu, twitter'dan racon kesmiyordu, hiç ağız ishali olmamıştı. Hep tatlı bir mesafesi vardı. Edep adap biliyordu. Yumurtasıyla limonunu iyi çırpmış annesi, malzemeden çalmamış, hep iyiydi terbiyesinin kıvamı. Bir de tabii güzel oğlandı. Bazıları için biraz fazla ak pak, pembe beyaz, sarı mavi ama Barbie'nin Ken'i gibi.
Aşk-ı Memnu'daki o bazen patatesimsi hallerinin bile hastası çoktu. Oradaki vasat oyunculuğu, kendini fazlaca tekrar eden ifadeleri kimseye batmıyordu. Yerli dizi seyircisi de bu piyasanın tedrisinden geçti neticede, İngiliz dizileriyle büyümedi, kalender olmayı öğrendi, azla yetinmeyi bilirdi. Velhasıl böyle bir şeyi kimse beklemiyordu. Çok daha azına razıydı herkes, daha fazlasını talep etmek akla gelmezdi. O yüzden
Kuzey Güney'deki Kıvanç Tatlıtuğ bir anda bütün hasbıhallerin baş tacı oldu. Bir kere çok yakışıklı, çok güzel olmuş. Heykel gibi olmuş. Hem de bebek gibi. İnsanın baktıkça bakası geliyor. Küçük bir kız olsan, odanın tavanını resimleriyle süslersin, öyle bir şey olmuş. Fakat esas acayip olan, "Vay anasını," dedirten, oyunculuğunu bu kadar ilerletmiş olması. Çok çalıştığı söyleniyor, çok disiplinli hazırlandığı... İpek Bilgin koçluk yapmış Kıvanç'a, asıl onunla konuşmak lazım belki ya da dizinin yönetmeniyle, senaristleriyle... Başka bir eda gelmiş, başka ve çeşitli surat ifadeleri. O Recep İvedik taklitleri de şahane, kabadayı halleri de. İçinde bir kamera yaratığı varmış ve onu çıkarmışlar nasıl yaptılarsa. Basbayağı iyi oynuyor. Bizim Brad Pitt'imiz diyenlere dudak büküyorduk geçen sene. Halihazırda tek eksiği damardan oluşan bir kadınla bir deste çocuk gibi görünüyor. Kıvanç Tatlıtuğ, bu hafta itibarıyla başka bir sınıfa yükseldi. Bir üst lige çıktı. Rüştünü ispat etti. Bu tatlı, yakışıklı, edepli, efendi çocuk, gözlerimizi kamaştıracak kadar güzelleşmekle kalmadı, bal gibi yetenekli de olduğunu gösterdi. Yetenek başka bir şey, beraberinde saygı getirir. Ve bu paket totalde bir lokma dokunulmazlık getirir. Kıvanç, bir nevi Tarkan bundan böyle. Artık sonsuz kredisi var.
CUNDA'DA BİR GÜN, ÜÇ ADRES...
Herhalde en tatlı mevsimi. Hava yakmaz, su üşütmezken, eylülden bir tane gün çalınır, zaten tatil olan bir tanesine eklenir ve Ayvalık Cunda'ya gidilir. Zaten ufacık yer, bu üçüne de bakılır:
1. ÜZÜM REÇELİNDEN PATRİCİA'YA: Merkeze, sahile çok yakın, otoparka yarım, dondurmacılara dakika mesafede eski bir taş ev. Mavi panjurlarıyla Alaçatı'daki Taş Ev'i hatırlatan, çok doğru düzgün tazelenip tasarlanmış bir butik otel: Sobe. İçeride, taşa resmedilmiş kapı numaralarından çatıdan misinayla bağlanmış cam kuşlara kadar cebinize atıp götürmek isteyeceğiniz nefis detaylarla, çok ince bir beğeniyle dekore edilmiş yedi tane oda var. Ağaçlarla çevrili ufacık da bir bahçe. Bu bahçede üzümden kumkuata envaiçeşit ev reçelinden özel olarak yaptırılan manda yoğurduna, olağanüstü çıtırlıkta otlu böreklerden pekmezli pancake'lere muhteşem bir kahvaltı veriyorlar. Bir çay, bir çay daha, one more cup of coffee for the road, one more cup of coffee 'fore I go, diye diye akşamı edebilirsiniz. Ama Bob Dylan'ın aşağıdaki vadisi değil, arabayla 20 dakika mesafedeki Patricia köyü sizi bekler. Burada Sobe'nin ancak cennetle kıyaslanabilecek sakin plajı var. Konforlu şezlonglar, tahta masasandalyeler, güzel bir mutfak ve suyunu içtiğiniz sürahiden doldurmuşsunuz hissi veren ekstra berraklıkta bir deniz. Tek tehlike var; şimdi okullar da açıldıktan sonra insan huzurdan ölebilir burada.
2. KARABAŞ OTU LİKÖRÜ: Cunda'nın ara sokaklarında yürürken Vino diye küçük bir yere rastlıyorsunuz. Sokağa attığı ekose örtülü küçük masalarıyla ve penceresine dizdiği şaraplarıyla pek mıknatıslı, giriyorsunuz. İstanbul'da denk gelemediğimiz kadar iyi bir fava, Girit usulü bir şeyler, bir İspanyol şarabı üstüne komşu bağlardan şaşırtıcı kalitede bir sofra şarabı derken, esas sürpriz karatahtadan göz kırpıyor: Daha önce adını bile duymadığımız çeşitlilikte ev yapımı likörler var burada. Sakız mı diyorsunuz, ben size ıtır likörü diyorum. Vişne mi diyorsunuz, ben size karabaş otu likörü diyorum! Müthişler.
3. HÜNKAR AHTAPOT BEĞENDİ: Cunda'nın sırayla dizilmiş balık lokantalarının içinde Bay Nihat'ı tek geçerim. Karanfilli keçi peyniri ve tarçınlı kelle peyniriyle başlayan tören, bulunmaz lezzette balık mezeleriyle devam eder. Kidonyalar hap gibi atılır, akuadisin safranlı, viskili, maydanozlu suyuyla boğulmak ister insan. Bay Nihat'ın bu sezonki icatlarından biri ise tam manasıyla başyapıt.
BU BEDENDE BU KAFA!
The New York Times'ın Style dergisine bakıyordum, görmemezlik edemedim:
1. Fırın makarna yünlerden diş diş, moherden gevşek ajurlu, babaanne örüp verse giymek için yanında bir han üç hamam talep edilecek sakillikte kazaklardan ne çok var ve ne az insana yakışıyor.
2. "Uyar mı?" sorusunun tamamen tedavülden kalktığının resmidir. Her desen her desene, her renk her renge gidiyor, her parça birbiriyle kombinlenebiliyor sanki. Vardır mutlaka ince bir hesabı, ama bazı fotoğraflar fazla türevintegral bilgisi istiyor.
3. Prestijli üniversitelerde okuyan, siyasete, hukuka, sosyolojiye, sanat tarihine kafa yoran yeni sürüm mankenleri tanıtmışlar. Chanel için çalışıyor, Vogue'a kapak oluyor, bir yandan da Harvard'da/Princeton'da/ Columbia'da okuyorsun. Bizde niye hâlâ bacaktan veren Allah ille de beyinden alıyor?
4. Banana Republic'in Mad Men serisi bir kere daha şüphe bırakmıyor: Dünya dizi tarihinde kostümleriyle bu kadar sükse yapan başka dizi olmadı, olmaz.
5. Alexis Bittar reklamındaki Lauren Hutton, tüm kırışıklarına rağmen (ya da sayesinde mi demeli) ne müthiş duruyor.
6. Hayat bazen duruyor sanki. Christian Louboutin'den leopar bot, tabii ki kırmızı tabanlı, kaçıncı kere?
7. İğne, leylek, çıtkırıldım topuklar. Hâlâ. Bir kış daha. Islak parke taşlarına karşı.
8. Amy Winehouse kendini tüketti, biz bir çift gözün tek seferlik boyası için bir göz kaleminin tamamını harcamışız çok mu...