HİÇ
kimse, hiçbir şey vazgeçilmez değil. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) olmasa da yaşardık. Serdar Ortaç/Kenan Doğulu konserlerine gider, Eurovision'un hâlâ daha bu kadar patırtı koparabildiğine bakılırsa, bir numaralı dünya yıldızı olarak Sertab Erener'i beller sevinirdik. Mis gibi Türk sineması var, böyle kolları kıvrık ev hırkalarıyla birbirimizi ağırlar, vizyona giren Amerikan filmleriyle coşardık. İstanbul'da yaşayıp Boğaz'ı tek bir kere görmeden ölenler var; bir İran filmi, bir İsveç filmi izlemeden de hayat geçerdi. Sanattan kastımız, emekli teyzelerin yaptığı çiçek resimleri, darbeci dedelerin boyadığı atlar, bilemedin hamam kızları olurdu. 'Bienal' kelimesini, aynen 'büyük yazar/cesur kalem' Yılmaz Özdil gibi biz de 'panayır/sirk' manasında, aşağılama niyetine kullanır ('Somali Bienali', 21 Ağustos 2011,
Hürriyet), bundan da göğsümüzü kabartırdık. İnsan bilmediği, tanımadığı, yaşamadığı şeyin eksikliğini de hissetmez. Biz de böyle gül gibi, ot gibi geçer giderdik. Ama tarihlerimizde bunca derin yer etmiş İKSV'yi şimdi çıkar at oradan, hayatlarımız resmen küçülür gibi geliyor. Olduğumuz şey olmayız. Eksik kalırız, kadük kalırız. Şakir Eczacıbaşı vefat ettiğinde yazmıştım, yıllardır seyrettiğimiz en iz bırakan filmlerde, dinlediğimiz en iyi konserlerde onun eli var. Büyümemizde, görüp öğrendikçe belki başka türlü de düşünmemizde rolü var. Üstümüzde, neredeyse okuduğumuz okullar, denk gediğimiz iyi hocalar kadar payı var. Sadece rahmetli Şakir Bey'in değil elbette, vakfın esas kurucusu rahmetli Nejat Eczacıbaşı'nın, şu anki yönetim kurulu başkanı Bülent Eczacıbaşı'nın, Legion D'honneur sahibi tevazu abidesi genel müdür Görgün Taner'in ve Deniz Palas gibi olağanüstü bir işyerinde mesai yaptıkları için gıptakıskançlık arası hisler beslediğimiz bütün vakıf çalışanlarının... Bizde ciddi emeği var. Hayatlarımızı değiştirdiler. Bize bu şehirde yaşadığımız için şükrettirdiler. 40. yıl için yaptıkları mini filmi izlerken hakikaten bunu düşündüm. Kimler, kimler; insan kendi şahsi tarihini, dönemlerini de görüyor hepsinde. Onca konser, onca film, onca efsane bir yana, İKSV yol yordam da öğretti bize. Aya İrini'ye ince topukla gidilmemesi icap ettiğini gele gide bizzat çözdük mesela! Seyrettiğimiz yüzlerce filmde (İstanbul Film Festivali'nde şimdiye kadar 109 ülkeden 2 bin 514 yönetmenden 3 bin 767 film gösterilmiş! 109 ülke ne demek bir kere, bu şehre 109 ayrı ülkeden sinema gelmesi ne demek, insan
Vizontele oluyor!) kim bilir ne farklı bakış açıları görmüşüzdür, ama hepsi bir yana; filme geç girilmeyeceğini, filmde ara verilmeyeceğini, filmde haşır huşur mısır yenmeyeceğini de bu festivalle öğrendi vatandaş (Mısır hususunda 'Kuzey' Kıvanç Tatlıtuğ'un da hakkını yemeyelim)! Caz Festivali'nde Leonard Cohen'i canlı seyretmenin hazzı ayrı, ama mesela Fener'le Balat arasındaki Sveti Stefan Bulgar Kilisesi'ne de ilk defa İstanbul Müzik Festivali'ndeki bir konser vesilesiyle gidip vuruldum ben. Böyle bir şehir kültürü de aşıladılar. 1973'teki 1. İstanbul Festivali 25 gün sürmüş. Bienal'den Tiyatro Festivali'ne, İKSV'nin 2011'de düzenlediği etkinlikler ise yılın 207 gününe yayılmış! Evet, Meltem Cumbul Golden Globe'la büyüdüğünü söyledi, biz de İKSV'yle büyüdüğümüzü iddia edebiliriz. Sahiden de kırkımız beraber çıktı! Sağ olsun, var olsun.