Dünyanın
kahir ekseriyetinin coşkulu kutlamalarla karşıladığı yeni yılın ilk ayı Ocak, 'yarı-astrolog' bazı araştırmacılar tarafından (Misal Dr. Cliff Arnall) senenin en stresli ayı olarak kabul ediliyor. Bunun tek sebebi Ocak'ın, biz kuzey yarımküreliler için zemheri soğuğuyla özdeşleşmiş olması değil. Yılın ilk ayı, tıpkı haftanın ilk günü gibi sendrom yaratma potansiyeli yüksek bir ay ve belki de bu yüzden zor geçiyor. Girizgâh, okuru yanıltmasın. Amacımız bir tür 'Ocak mistisizm'i yaratmak değil. Sadece geçmişte Ocak ayında yaşanmış bazı gelişmeler ışığında bugünün ve yakın geleceğin üç boyutlu analizini yapmak istiyoruz. Türkiye, yakın tarihinde dönüm noktası olarak kabul edilebilecek üç önemli olayı, 7'şer sene arayla 1993, 2000 ve 2007'nin Ocak aylarında yaşadı. 1993 yılının 24 Ocak'ında Türkiye tarihinin en büyük suikastlarından biri gerçekleşti. Araştırmacı gazeteciliğin idolü Uğur Mumcu bombalı bir suikast sonucu öldürüldü. Yedi yıl sonra, 2000 senesinin 17 Ocak'ında Hizbullah örgütünün lideri Hüseyin Velioğlu, Beykoz'da bir villaya yapılan operasyonda öldürüldü. Aradan yedi yıl geçtikten sonra, 19 Ocak 2007'de Ermeni kökenli Türk gazeteci Hrant Dink bir suikasta kurban gitti. (Failinin Hizbullah olduğu öne sürülen Gaffar Okkan suikastının da 24 Ocak 2001'de gerçekleştirildiğini anımsatalım.) Her üçü de bir dönemi kapatan ve yeni bir dönemin habercisi olan bu olaylardan ikisinin benzerliği daha fazla. Mumcu'nun öldürülmesi, kimi yorumlara göre bir derin darbenin yaşandığı 1993 yılındaki olayların ateşleyicisi oldu. O yıl Cem Ersever, Bahtiyar Aydın, Mehmet Sincar öldürüldü, yeni Türkiye'nin umut vadeden yöneticileri olan Turgut Özal, Adnan Kahveci ve Eşref Bitlis şüpheli bir biçimde öldü. Sivas'ta 37 sanatçı ve aydın yakılarak öldürüldü. Dink'in öldürülmesi de bir dönemin kapandığı 2007 yılının ilk önemli gelişmesiydi. Tıpkı 1993'te olduğu gibi 2007'de de önemli gelişmeler yaşandı. Genelkurmay, 27 Nisan'da e-muhtıra yayınladı. Bu muhtıranın da etkisiyle iki parti TBMM'deki Cumhurbaşkanlığı oylamasına katılmadı. 12 Haziran'da Ergenekon operasyonu başladı. Aradan beş yıl geçti ve Türkiye, 2012'nin Ocak ayına da -şükür ki bir suikastla değil ama- can sıkıcı gelişmelerle girdi. Geçtiğimiz yılın son günlerinde 34 köylünün hayatını kaybettiği Uludere olayından sonra 17 Ocak'ta İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, "Hrant Dink suikastında örgüt yok," cümlesiyle özetlenebilecek tartışmalı bir karar aldı. Not edilmesi gereken nokta, kamu vicdanını yaralayacağı ve toplumun bir kesiminde infial yaratacağı aşikâr olan bu kararın, sanki ayarlanmış gibi Dink'in öldürülmesine iki gün kala verilmiş olmasıydı. Mahkemenin Dink davasını sonuçlandırdığı gün Hizbullah, bir manifesto yayınladı ve âdeta "Yeni Türkiye'de ben de varım," dedi. Önce bu ilginç çıkışın ne anlama geldiğini tartışalım.
HİZBULLAH, NEDEN ŞİMDİ?
Hizbullah'ın manifestosundaki en dikkat çekici nokta, 1990'lı yılların JİTEM'le irtibatlı terör örgütünün artık 'yepyeni' bir dil kullanmaya başlamış olması. Hizbullah, bu manifestoda belki de tarihinde ilk defa kendisine 'cemaat' diyor. Ben Hizbullahçıların kendilerinden söz ederken 'cemaat' dediklerini hiç hatırlamıyorum, örgütü tanıyan arkadaşlarıma da danıştım, onlar da hatırlamıyorlar. Birleşme anlamında 'cemaatleşme' kavramı kullanılıyordu ama örgütün kendine 'cemaat' dediği görülmemişti. Hizbullah, manifestosunda diğer cemaatlerle ilişki kurmaktan imtina etmeyeceğini de deklare ediyor. Ancak bunu bir şarta bağlıyor: "Hizbullah Cemaati; İslam'ın hâkimiyeti için hizmet eden, itikadi ve ameli konularda İslam'ın temel naslarıyla çelişmeyen, yerel ve uluslararası gayri İslami güçlerin hegemonyasına girmemiş, İslami kesimlere dost, zulüm rejimlerine düşman olan her grup ve cemaati kardeş olarak bilmektedir." 'Yerel ve uluslararası gayri İslami güçlerin hegemonyasına girmemiş cemaatler' sözüyle tam olarak neyin kast edildiğini bilmiyoruz. Ama bu cümleyi "Gayri İslami olmayan, yani İslami olan uluslararası güçlerin hegemonyasına girmekte bir beis yok," diye tefsir etmek de mümkün. Bu uluslararası güç, acaba İran olabilir mi? Malum, İran rejimi, kurulduğu 1979 yılından beri (Hizbullah'ın da aynı sene kurulmuş olması bir tesadüf değil elbette) 'Türk radikal İslamcılığının ideali' olageldi. Şimdilerde İran'a ABD öncülüğünde Batı ambargosu, hatta İsrail'in kışkırtmalarıyla askeri müdahale seçenekleri tartışılırken Hizbullah'ın Türkiye'de yeniden sahneye çıkması manidar. Hizbullah manifestosunun 11. maddesi, eski adıyla 'örgüt', yeni adıyla 'cemaat'in İran'a bakışını anlamak açısından önemli: "Hizbullah Cemaati; Şii-Sünni ihtilafını kullanarak ümmeti birbirine düşürmeye çalışan küfür güçlerine karşı durur." Yani -radikaller de dâhil- Türkiye'de pek çok İslamcı grup, cemaat ve tarikat Şia'dan pek hazzetmezken bir tek Hizbullah "Şia ile çalışırım," diyor. Yanlış anlaşılmasın, Hizbullah'ın yeniden sahneye çıkışını Türkiye ile İran'ın arasını bozmak isteyen güçlere yeni bir malzeme olarak sunma gayretinde değilim. İran'la aramızın bozulmasını, ülkemiz ve bölge açısından son derece sakıncalı buluyorum. Hizbullah'ın, İran'a sempatik yaklaşan bir örgüt olması, Türkiye karşıtı bir operasyonun işareti olarak yorumlanmamalı. Ancak yine de mevcut gelişmeleri ve olası sonuçları iyi analiz etmeliyiz. Türkiye'nin, özellikle birbirine düşman iki ülkenin İran ile İsrail'in örtülü savaş arenasına çevrilmesine izin verilmemeli. Geçtiğimiz yılın Ocak ayında (yine Ocak!) tartışmalı bir yargı içtihadı sonrasında Edip Gümüş ve Cemal Tutar'ın da salıverildiği göz önüne alınırsa Hizbullah dikkatle izlenmeli. Bu arada Hizbullah sanıklarıyla ilgili son tahliye kararını Dink davasını karara bağlayan meşhur 14. Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiğini yeri gelmişken hatırlatalım. Mahkeme, 18 Ekim 2011'de, aralarında Hacı İnan'ın da bulunduğu 6 Hizbullahçı'nın tahliyesine karar verdi, böylece tutuklu Hizbullah sanığı kalmadı. Aynı mahkeme, Dink suikastı sanığı Yasin Hayal'i ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı, ama sanıkların örgüt olmadığına hükmetti. Böylece Dink cinayetinin perde arkasını aydınlatma ihtimali neredeyse tamamen ortadan kalktı. Hukuk, siyasetten bağımsızdır denir, ama bu tür kararların hep bir siyasi ve toplumsal sonucu olur. Binlerce kişinin Agos'a yürümesi, kararın toplumsal sonucuydu. Adalet Bakanı'nın açıkladığı yeni yargı paketinin gölgede kalması da siyasi sonuçtu. Tabii Dink'le ilgili karar, mahkemelerin her tasarrufuna alkış tutanlar da dâhil herkesin, 'yargı'nın, 'adalet' demek olmadığını anlamasına vesile oldu. 'Postmodern yargı vesayeti'nin 'demokrasi'yle eşdeğer olmadığını da... Üç gün önce Hrant Dink'i andık, iki gün sonra da Uğur Mumcu'yu anacağız. Tıpkı Mumcu'nun öldürüldüğü 1993 ve Dink'in öldürüldüğü 2007 gibi bir Ocak sendromu ile başlayan 2012 önemli gelişmelere gebe. Ocak kelimesinin olumlu eş anlamlarını düşünüp iyimser olmaya çalışacağız. Ocak, halk arasında kuşaktan kuşağa el verme yöntemiyle şifa dağıtan kişi manasına geliyor. Bakalım yeni 'ocak'lar, sancılı geçmeye aday yakın geleceğin dertlerine derman olabilecek mi?
SUİKASTIN GİZLİ SANIĞI!
Hrant Dink 15 Eylül 1954'te Malatya'da doğdu, 19 Ocak 2007'de Ogün Samast adlı bir tetikçi tarafından İstanbul'da öldürüldü. Dink, 'Toprağı bol olsun' denilecek gayrimüslimlerdendi. Tehcir ve kıyımla, maddi varlığı, kültürü âdeta 'resetlenen' atalarının yerine de çalışması gerektiği için çocukluğundan itibaren hep çalıştı. Gazeteciliğe kitap eleştirileri yazarak başladı. 1996'da Agos'u kurdu. 2004'te bir makalesinde yer verdiği "Türk'ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni'nin Ermenistan'la kuracağı asil damarında mevcuttur," cümlesindeki acı alay anlaşılamadığı için TCK'nın 301. maddesine muhalefetten, yani 'Türklüğe hakaretten' yargılandı. Bu yargılama, onu hedef haline getirdi. Dink suikastı derin devletin, Ergenekon'un son büyük eylemi olarak kabul ediliyor. Eğer öyle ise Ergenekon'u neredeyse bütün hücrelerine kadar ortaya çıkaran yeni güvenlik bürokrasisi, neden örgütün son eyleminin DNA'sını da çözüp kamu vicdanını rahatlatmıyor. Olaya adı karışan Albay Ali Öz ve Yüzbaşı Metin Yıldız sadece 6 ay hapis cezası aldı. Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek ve diğer ilgililer hakkında hiçbir işlem yapılmadı. Dink'i tehdit ettiği ileri sürülen MİT görevlisi Ö. Y. ile ilgili soruşturma ise zamanaşımından düştü. Sonuç olarak her soruşturmada bir gizli tanıkla Ergenekon'un kalbine giren yeni yargı, nedense Dink davasındaki 'derin aklı', 'gizli sanığı' bulamadı. Ve yargının aldığı karar, o kararın altına imza atan hâkim de dahil kimseyi tatmin etmedi. Dink, 5. ölüm yıldönümüne iki gün kala verilen kararla bir kez daha öldü dense yeridir. Maktulün ayakkabısının deliğinden hâlâ kan sızıyor.