Birbirinden geceyle gündüz kadar farklı iki kadın. 1990'lar ağzıyla söylersek, biri peri kızı, prenses Julia Roberts ekolünden, diğeri takıntılı, arıza Meg Ryan okulundan. İlki sahnede rüyalarının gerçekleştiğini söyleyerek birkaç damla gözyaşı döküyor. Diğeri, içinde bir türlü rahat edemediği elbisesiyle konuşma yapmak üzere çıktığı sahnenin basamaklarını tırmanmayı başaramadan eteğine takılıp yere kapaklanıyor. Pazar gecesi Oscar'ların en iyi yardımcı kadın oyuncusu Anne Hathaway ile en iyi kadını Jennifer Lawrence arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi fark etmemek zordu. Birbirinin antitezi gibi duruyorlardı. Bu hafta gösterime giren Sefiller'de kısa ve çok yoğun bir rolü olan Hathaway, klasik Hollywood'un yıldızlarından biri gibi dikilmişti karşımıza. Vaktiyle Audrey Hepburn'le mukayese edilmiş biri olarak, Oscar'ını da ölüm döşeğindeki müzikal türünde bir filmle almıştı zaten. Sefiller'in tasvir ettiği duygular ne kadar gümbürtülü, patlamalı ve iddialıysa, Lawrence'a ödül getiren Umut Işığım'ın dünyası da bir o kadar ufak, kişisel ve mütevazıydı. Karşı tarafa gece elbisesini çıkarıp eşofman giymek gibi bir his, bir samimiyet duygusu iletiyordu. Onu hayatımıza sokan film Gerçeğin Parçaları'ydı. Kardeşlerine ve hasta annesine bakan 17 yaşındaki Ree'nin aileyi bir arada tutma ve babalarını bulma mücadelesinde en çarpıcı şey Lawrence'ın sebatı ve ayakları yere basan hali tavrıydı. Hathaway'i ise 15 yaşındayken sıradan bir genç kız değil, bir asilzade olduğunu öğrenip Avrupa'daki krallığının yolunu tutan Mia rolüyle tanıdık ilk defa. Akıllarda kalan özellikleri şirinliği, uysallığı ve ciciliği oldu hep. Oscar Wilde, hayatta ne yaparsak yapalım, en son yaptığımızla hatırlanırız demiş ama galiba Hollywood'da ilk rollerin izi kadar baskını yok.
İKİ AYRI DÜNYA
Lawrence benim için buz gibi soğuk havada yol kenarında büyük bir ateş yakan, avladığı tavşanı pişirip yanındaki aç çocuklara yediren, sonra bütün gece nöbet tutan ve bir an bile şikayet etmeyen biri. Hathaway ise biraz yukarıdaki bir evde oturmuş karın yağışını izliyor. Bundan sonra kendini adayacağı hayır işini seçmeye çalışıyor, elindeki senaryolardan hangisini kabul ederse kariyeri için daha iyi olacağını hesaplıyor. Kötü bir şey de değil bu, yanlış anlaşılmasın. Onun 12 yılda bir oyuncu olarak aldığı yolu, her tarafından yetenek akan Lawrence kat etmeyi başarırsa, bugün 23 yaşındaki haline baktığımız kızın sinemada kalıcı olacağına hiç şüphem yok.
JENNIFER LAWRENCE: 23 YAŞINDAKİ UMUT IŞIĞI
New York'ta değil, Kentucky'de doğduğunu öğrenince başka bir hikayeyle karşı karşıya olduğumuzu hemen anlıyoruz. Eğer Hathaway Nişantaşı'nda, Bağdat Caddesi'nde pamuklara sarılarak büyütülmüş biriyse, Jennifer Lawrence İç Anadolu'dan İstanbul'a gelip büyük şehri fethetmiş bir kıza benziyor daha çok. Oyunculuğa erken yaşta başlamış, 14 yaşında ailesini kendisini New York'a götürüp menajer bulmaya ikna etmiş, burada oyuncu seçmelerine katılmış. Onu dinleyen oyuncu menajeri, annesine Lawrence'ın o yazı New York'ta geçirmesine izin vermesi için yalvarmış. Başlardaki ufak tefek rollerden sonra asıl oyunculuk kariyeri annesini ve gizlice birlikte olduğu adamı yakarak öldüren Marianna'yı canlandırdığı 2008 tarihli The Burning Plain'le başlamış. Gerçeğin Parçaları'ndaki rolüne hazırlanırken sincap derisi yüzmeyi, odun kesmeyi ve kavga etmeyi öğrenmiş. Filmi izleyen Rolling Stone yazarı Peter Travers, Lawrence'ın performansını yaklaşmakta olan bir fırtınaya benzetmiş. Akademi de böyle düşünmüş olmalı ki 2011'de en iyi kadın oyuncu dalında Oscar'a aday gösterilmiş. Lawrence'ın sert kız imajı ona daha sonra Açlık Oyunları filminin başrolünü kazandırdı. Ancak bu rolü hemen kabul etmediği, üç gün düşünme süresi istediği, 2015'e kadar sürecek böylesi büyük bir projeyle ilgili çekinceleri olduğu biliniyor. 14 yaşındayken aldığı modellik tekliflerini reddedip "Ben aslında oyuncu olmak istiyorum," diyebilmiş olmaktan gayet mutlu görünüyor. Gitar çaldığını, doğal sarışın olduğunu bildiğimiz Lawrence'ınki de aslında Hathaway'inki gibi bir kararlılık hikayesi. Özel hayatı konusunda çok ketum... Umut Işığım'ın arıza kadınında cila da yok, hesapçılık da. Bunlar, onun sefil hayatımızda bir umut ışığı olması için yeter de artar bile.
ANNE HATHAWAY: KÜL KEDİSİNDEN KEDİ KADINA
Amerikalılar kelimelerle oynamayı, icat yapmayı sever: Şimdi de "Hathahater" diye bir laf bulmuşlar, Anne Hathaway'den nefret edenleri tarif ederken kullanılıyor bu ifade. Bu kadar tatlı bir kıza bu kadar uyuz olunmasını anlamak güç. Ancak Hathaway'in hikayesine başından itibaren bakınca, asıl uyuz olunan şeyin kızın mükemmelliği olduğundan şüpheniz kalmıyor. 1982, Brooklyn doğumlu Hathaway'in annesi Kate bir oyuncu. Sefiller müzikalinde genç hayat kadını Fantine'i canlandırmış, turneye çıkıp Amerika'yı karış karış gezmiş. Kate ve avukat kocası başlarda kızlarını gösteri dünyasına sokmaya pek de niyetli değilmiş. Buna rağmen 2001'de Acemi Prenses filminde 500 aday arasından sıyrılıp rolü kaptığında ona engel olmamışlar. Anne, filmdeki rolüyle kısa sürede bir rol modeline dönüşmüş. Anneler kızlarına onun gibi giyinmelerini, onun gibi kibar olmalarını, onun gibi bakmalarını söyler olmuş. Ta ki 2006'ya dek. Brokeback Dağı'nda Jake Gyllenhaal'ın zengin, rodeocu karısı Lureen rolünde Hathaway seyircileri ters köşeye yatırmayı başarmış. Oyunculuk kariyerindeki bu beklenmedik dönemecin ardından Şeytan Marka Giyer'de dünyada en çok hayran olduğu oyuncunun, Meryl Streep'in yanında rol aldığında, karşımızda naz yapan değil, başkalarının nazını çekmeyi öğrenen bir kız vardı artık: Yeni bir Hathaway doğmuştu. Aşkın Kitabı filminde Elizabeth'in trajik bir figür olan yazarı Jane Austen'ı canlandırmıştı. Rol modelinden karakter oyuncusuna geçişi, Kara Şövalye Yükseliyor'daki kedi kadın rolüyle de devam etmiş.
BAŞARMAYI BAŞARAN KADIN
Sefiller hikayesine girmeyelim, sinemada izleyin ve kararı siz verin. Bu kadar mükemmel işler çıkardığı gerekçesiyle ona uyuz olanları, kayık ağzından, büyük dişlerinden nefret ettiklerini söyleyenleri, 2011'de James Franco'yla sundukları Oscar töreninden rahatsızlıklarını dile getirenleri boşverip yola devam edelim. Kendini aylarca Fantine kadar sefil hale getirmeye çalışan Hathaway'in filmin 28. dakikasında başlayan ve 4 dakika süren şarkısını dinleyince insan her şeyi unutuyor ne de olsa. "Bir zamanlar dünya güzel bir yerdi, heyecanlı bir şarkıydı." Onunkisi başarmayı isteyenlerin ve başarmayı başaranların hikayesi.