DEVEKUŞU, AT, HAMSİ VE YUNUS SOFRALARDA
Yıllardır kazı alanında çalışan bilim insanlarından biri olan İstanbul Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Vedat Onar'a, "Eskiler ne yiyip içerdi?" diye sorduğumuzda balık tüketiminin birinci sırada olduğunu öğrendik. Yenikapı'daki batıklardan birinden çıkan amforaların içinde tuzlanmış hamsi balıklarına rastlanmış.
Hamsi en çok tüketilen balıkmış ama bunun yanında palamut, orfoz, orkinos, kılıç ve kedi balığı ve istavrit gibi türlerin de kılçık ve kemikleri açığa çıkmış. Bizim eski jenerasyon, yunus balığının etini sofraya taşımış, yağını da kandillere doldurup aydınlanmada kullanmış.
Bölgeden çıkan büyük ve küçükbaş hayvan kemiklerinden et tüketiminin yüksek olduğu fikri oluşmuş.
Beni en çok şaşırtan ise devekuşu butları oldu.
Prof. Dr.
Onar, bunların sayısının bir hayli fazla olduğunu, Mısır'dan gelen gemilerle Afrika içlerinden İstanbul'a devekuşu eti taşındığını anlattı. Kemikler üzerine yapılan çalışmada bu butların tütsülenmiş ya da kurutulmuş olarak İstanbul'a geldiği belirlenmiş. Onar, kazı alanından tam 55 tür hayvanın iskeletlerinin çıktığını söyledi. Aslan, kaplan ve panter dışında her tür hayvanın kalıntıları günışığına çıkmış.
Yarımburgaz Mağarası'nda yapılan araştırma sonuçları bize İstanbul ormanlarında bir zamanlar aslanların ve kaplanların yaşadığını da gösteriyor.
Bir de fil iskeletine ulaşılmış.
Bu hayvanın buraya kervanlarla geldiği ya da hipodromda kullanıldığı sanılıyor.
Yenikapı kazılarını ilk günden bu yana takip eden yazar ve arkeolog Emine Çaykara, meyve, sebze ve ekmek tüketimi üzerine şu bilgileri verdi: "Botanik buluntularına bakılırsa en çok incir, üzüm, vişne, kiraz ve kavun yemiş eski İstanbullular.
Çitlembik, kızılcık, fındık, şeftali, erik, kabuklu arpa tohumları, kişniş, çam fıstığı kozalakları, yemek kültürlerinin işaretlerini veriyor. Kan damlası, kaz ayağı, yoğurt otu ve düğün çiçeği gibi yabani bitkileri ne yaptıklarını bilmiyoruz.
Ama çok eski zamanlardan beri kişnişi yemişler. Bir de ilginçtir, gemilerle taşırken içi şarap ya da zeytinyağı dolu amforaların ağzını kuru incirle kapatmışlar. Araştırmacıların bulduğu organik malzemeler arasında kabuklu arpa, dört-beş çeşit ekmeklik ya da durum buğdayı gibi bugün unuttuğumuz ya da belki kıyıda köşede kalmış tahıllar var. O dönemde de ekmek en çok tüketilen besin, yani değişen bir şey yok.
KADINLAR ÇOK BAKIMLI
Kazı alanında geçmişi 6 bin yıl öncesine kadar uzanan incik boncuklar bulunmuş, kolyeler, broşlar, bilezikler ortaya çıkmış. İlk gerdanlıklar geyik boynuzlarından ve kemiklerden yapılmış, doğadaki renkli taşlardan da yararlanılmış. Sonraki dönemlerde altın girmiş devreye ve bütün diğer malzemelerin pabucunu dama atmış. Biraz daha zaman geçtiğinde, altın gerdanlıkların üzerine yakut, zümrüt, yeşim gibi kıymetli taşlar işlenmeye başlanmış. Kazı alanında kadın bakım aletleri içinde en fazla tarağa rastlanmış. Şimşir, kemik ve boynuzlardan yapılmış olan bu tarakların büyük bir bölümü çift yanlı imal edilmiş. Bir yanında ince dişler, diğerinde ise kalın. Özellikle ahşap olan tarakların üstünde işlemeler ve süslemeler bulunuyor. Bir tarağın orta yerinde, "Ey Tanrı, yardım et!" yazıyor. Tarağın sahibinin bu yakarışından, ne kadar derin acılar içinde olduğu anlaşılıyor. Ama hikayenin sırrı asla çözülemiyor. Yenikapı buluntuları arasında 6. yüzyıldan kalma zarif bir kadın sandaleti de var. Sandaletin tabanı kuş ve çiçek figürleriyle süslenmiş. Üstünde de şöyle bir yazı var: "Sağlıkta kullanın hanımefendi, güzellikte ve mutlulukta giyin bunu..." Bu ifadeden, yuvarlak topuklu, sivri burunlu bu sandaletin sahibine onu seven bir erkek tarafından hediye edildiği anlaşılıyor.