O dönemde İstanbul'un nüfusu 1 milyon 400 bin civarındaydı ve bu nüfusun 120 bini Rumlar'dan oluşuyordu. Yani neredeyse her on kişiden biri Rum'du. 13 bin kişi Yunan tebaalı oldukları gerekçesiyle sınır dışı edildi. Fakat bu insanların çoğunun bir ailesi vardı. Baba gönderiliyor, anne Türk vatandaşı diye bırakılıyordu. Çocuklar da öyle. Aile dağılıyor, ocaklar sönüyordu. Tabii böylesine aşağılayıcı, onur kırıcı davranışlar karşısında kalpleri kırılan insanlar, sevdiklerinin peşinden birer ikişer ülkeyi terk edip gitti. İki sene içinde Türkiye'yi terk edenlerin sayısı 50 bine çıktı.
Diyanisis Angelopoulos: Şubede dişlerimize baktılar, altın diş var mı diye
"İstanbul'da doğdum. Babam ve annem Yunan tebaalıydılar. İkamet tezkeresi vardı bende. Ama 1964 senesinde hudut dışı listede adım çıktı ve 23 Temmuz'da İstanbul'dan ayrıldım. O gün 4. Şube'ye gitmiştik. Kağıtlar imzalattılar. Parmak izi alındı. Boyumuzu ölçtüler, altın diş var mı diye dişlerimize baktılar. 23 Temmuz'da İstanbul'dan ayrıldım. Bir sandık, bir valiz bir şeyler alabiliyorduk yanımıza. O sandığı yaptık ve Sirkeci'ye gittik. Kargoyla Yunanistan'a gidecekti. Onun içinde birkaç eşya, birkaç tabak ve ufak bir halı vardı. Açtılar, darmadağın ettiler eşyaları. Halıyı dışarıda bıraktılar. Onu çantama koydum. Havaalanında görevli de halıyı götüremeyeceğimi söyledi. Ben de 'Nerede kalacağım belli değil. Belki bu halıyı yere koyup yatarım' dedim. Adam çok üzüldü benim halime. Kontrolden sonra halıyı valizin içine koydu ve bana 'Hadi güle güle' dedi."
Salih Erturan: Yakın tarih bildiğiniz gibi değil
Rıdvan Akar ve Hülya Demir 1994'te İstanbul'un Son Sürgünleri adlı bir kitap yazmıştı. Kitapta çok sayıda sürgünle görüşülmüş, o döneme tanıklık edenlerle söyleşiler yapılmıştı. Ahmet Tanrıverdi de Atina'daki Büyükada kitabında bu konuyu işledi. 20 Dolar 20 Kilo sergisi ise bu konuyu yeniden gündeme taşıdı. Bağımsız Araştırma Bilgi ve İletişim Derneği (Babil Derneği) tarafından hazırlanan sergiye İstanbulllu Rumların Evrensel Federasyonu, Açık Toplum Vakfı ve Anadolu Kültür Vakfı destek verdi. Bu proje, Salih Erturan'ın başında olduğu bir ekip tarafından hazırlanıp hayata geçirildi. Proje sırasında ortaya çıkan bilgiler, yapılan sözlü tarih çalışması yakında bir kitap olarak okuyucuyla da buluşacak. Salih Erturan, hem sergi hem de 1964 hakkında bize şunları söyledi: "Derdimiz ve niyetimiz yakın tarihle yüzleşmek. Bu sergi ile 1964'teki trajediyi toplumun gündemine yeniden sunmayı hedefliyoruz. Son yıllarda nispeten artan yakın tarihle yüzleşme çabaları düşünüldüğünde, üzerinde az sayıda çalışma dışında, pek durulmayan, görmezden gelinen konulardan birisi 1964 yılında Rumlara uygulanan sürgün kararı ve bunun yarattığı sonuçlar. 1964 Rum Tehciri ağır sonuçları olmasına rağmen çok az bilinen bir felaket. Birçok insan daha son yüzyılda başımıza gelen felaketleri konuşup okumaya üstünde çalışmaya başladı. Ermeni Soykırımı, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları ve 1964 Rum Tehciri bunlardan bazıları. Farklı olana tahammülü olmayan toplum anlayışının tarihsel olarak yarattığı farklı mağduriyetleri yaşayan gruplar, bugün daha fazla seslerini yükseltmeye eşit vatandaşlar olarak haklarını talep etmeye başladılar. Proje böyle bir konjonktürde farklılıklara saygılı, hoşgörü temelinde çokkültürlü, çokkimlikli, eşit haklara sahip bireylere dayalı bir toplumun gelişmesine katkıda bulunmak amacıyla geliştirildi."
Eleni Mavriyano: Şubenin kapısında "Burada Allah yoktur" yazıyordu
"Biz İmrozluyuz. Ama İstanbul'daydık. Beyimle beraber restoran çalıştırıyorduk. Restorana İmroz'dan biri telefon ediyor. Benim iki abimin İstanbul'a geleceğini ve oradan da sürgün edileceğini söylüyor. Ben de gelecekler diye sevindim. Hazırlık yaptım. Geldiler ve bana bir şey söylemeden çıkıp gittiler. Saat 12.00'de beyim yalnız geldi. 'Abilerim nerede?' dedim. '4. Şube'de' dedi. Yanlarına gideceğimi söyledim. Komşumuz Tahsin 'Madam Eleni nereye gidiyorsunuz? O şubenin kapısının önünde ne yazdığını biliyor musun?' dedi. 'Biliyorum.' dedim. 'Burada Allah yok' yazıyor. O da bizimle geldi. Görevliye abimleri görmek için geldiğimi söyledim. İzin verdi, gördüm. Hiçbir şey yememişlerdi. Ertesi gün bir sivil polisle beraber abilerimi evime yolladı adam. Hep beraber oturduk yemek yedik. Polis bey diyor ki; 'Şimdi gitmemiz lazım. Yunan hududuna teslim edeceğiz.' Polisin yanında Tahsin Bey ve beyim de gitti. Hudutta abilerimi Yunan yetkililere teslim ettiler. Günlerce ağladım.
Annemi parayla evlendirdik
Annem de Yunan tebaalıydı. 60'tan fazla idi. Erkek kardeşlerim gitti. Annem ne yapacak? Anneme dedim ki; seni evlendireceğiz, Türk tebaasına geçeceksin. 'Bu yaştan sonra evlenilir mi?' diyordu. Tanıdığımız biri vardı. Hanımı vefat etmişti. Onunla evlendirelim dedik. Annem durumu anlamıyor, 'Yok evlenmem' diyordu. 'Eğer yapmazsan seni de yollayacaklar' dedik. Sonunda ikna oldu evlendiler, birkaç gün sonra da ayrıldılar. Tabii bu iş için adama para verdik."
Margarita Ludaru: Babam 55 yaşında çıraklık yapmaya başladı...
"İstanbul'da 1937'de doğdum. Annem, babam Rum'dur. Beyoğlu'nda Kumbaracı Yokuşu'nda oturuyorduk. Küçükken Galata İlkokulu'na gittim. Ondan sonra Saint Benoit'ya. Babam cenaze levazımatçısıydı. Yazları Burgaz adaya gidiyorduk. O yaz da Burgaz adada idik. Babam iskeleye gitti gazete aldı. Dönünce elini salladı. 'Nereye?' diye sordum. 'Hudut dışına' dedi. Sakindi. Çünkü herkesin ismi yayınlanmaya başlamıştı gazetelerde. Demek ki sıra babama gelmişti. Onun Yunan pasaportu vardı. Biz burada kalabiliyorduk ama babam gidecekti. Sekiz gün süre vermişlerdi. O gün geldi çattı. Annem, 'Benim kalbim dayanmaz' dedi. Gelmedi. Onları içeri aldılar. Biz allahaısmarladık deyip dışarıda kaldık. Camekanlardan görüyordum babamı. İnsanlar üst üste tayyareyi bekliyordu. Babamı öyle görünce çok üzüldüm. Saatlerce susuz beklettiler, tuvalete göndermediler. Yalnız biz pencereden selam veriyorduk, orada babam bana öpücük veriyordu. O gün çok çok çok feci bir gündü. Neyse gitti tayyare. Anladım ki bize de hayat yok burada. Gitmeye karar verdik. Zaten birkaç gün sonra kapımıza bir polis gelip 'Bayan Martha sizi 4. Şube'den istiyorlar' dedi. Yanımızda paramız kalmamıştı. Annem para çekmek için bankaya gitti. Biraz para alacak. Ama paramız bloke edilmişti. Hiçbir kuruş alamadık. Biz de gittik. Babam sokaklarda dolaşıp iş arıyordu. Bir marangozluk işi buldu. Sabretti hep. Annem de terzilik yapmaya başladı. Ben de bir şirkette iş buldum. Babam 85 yaşına kadar çalıştı. Çalışırken öldü. Ben de emekli oldum. İki kere gittim İstanbul'a. Ölmeden önce bir daha gitmek istiyorum. Artık saçlarım beyazladı. Hatıralar, çocukluğum, İstanbul çok uzaklarda kaldı."
Barba Yorgo: Sokakta bir çocuk annesiyle Rumca konuşamazdı
"1958'de lise için İmroz'dan İstanbul'a gittim. Kıbrıs'taki 1963 Kanlı Noel olayları olunca olay önce İstanbullular'ın başına patladı. Sürgünlerden biri de benim rahmetli eniştemdi. Yanyalıydı. Dayısının yanında kasaplığı öğrenmiş, büyümüş, benim ablamla evlenmiş. Adam saat 04.30'da kalkıyor ve işine gidiyor. Akşam saat 10.00'da geliyor. Devamlı işinde. Bir baktık bir gün bir polis geliyor, 'Manu Liangos sen misin?' diyor. 'İşi bırak, sekiz saat içinde sınır dışı olacaksın' diyor. Enişte ağlıyor. Eşi var, üç çocuğu var, hepsi de küçük. Ne olacak şimdi? Çaresi yok, hiçbir şey alamaz. 'Bir valiz alacaksın, kendi elbiselerini alacaksın. Başka bir şey alamazsın.' diyorlar. Eve geldiler her şeyi kayıt altına aldılar. Bir küçük çanta aldı eline bir de 100 dolar cebine kalktı gitti. Nereye? O da bilmiyor. Üç çocuk, ablam tek başına. Burada patronken, kendi dükkanı varken orada usta olarak çalışmaya başladı. Sonra ablamla çocukları da çağırdı. Feriköy İlkokulu'nda 5. sınıfta okuyan babası Yunan tebaalı, annesi Türk bir çocuk vardı. Çocuk babasının tabiiyetini aldığı için onu da babasıyla beraber sürgün ettiler. Dersten çıkarıp götürdüler hem de. Şimdi şartlar değişti. Çanakkale'de bile Modern Yunan Edebiyatı diye kürsü açıldı. 'Vatandaş Türkçe' konuş diyenlerin çocukları bugün gidiyor Yunanca öğreniyor. Yunanistan'da derneklerde dersler var, Türkçe bilmeyen çocuklar Türkçe öğreniyor. Bunlar güzel şeyler, inşallah o şekilde devam eder."
'İnşallah'ı Makarios sandılar
"O zamanlarda ta ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorduk. Zaten Osmanlı'da bir şey vardı milleti hakime, milleti mahkumeydi. Buna kimse itiraz etmesin arkadaş, hakikat budur. Ama şimdi doğrusu, biz de daha değişik hissediyoruz. Ben de buranın vatandaşıyım. Benim de haklarım var. Karakola gittiğimde derdimi anlatabiliyorum. O zaman anlatamazdın. Bir ton dayak yerdin haklı olmana rağmen. O sıralarda Mecidiyeköy'den dolmuşa iki Rum bayan biner, arkaya oturur. Önde bir bayan daha var. Rumlar aralarında konuşuyorlar ve biri arada bir 'Makari, makari' diyor. Şoför hemen Bomonti karakolunun önüne geliyor. Polisi çağırıp 'Bunlar Makarios için konuşuyor,. Şahit de var burada' diyor. Ama şeytanın 40 tane ayağı var, 39'u kırılsa bir tanesi sana kötülüğünü yapar. Almışlar içeriye apar topar bizimkileri. 'Siz ne konuşuyorsunuz?' diye soruyorlar. 'Ya biz Makarios hakkında falan konuşmuyoruz, makari diyoruz' filan demişler. Polis en sonunda Türk kadına soruyor. Dedik ya şeytanın işi yok, kadın Batı Trakyalı çıkıyor. Yunancası var. 'A bre melun!' diyor şoföre, 'Makari ne demek biliyor musun? Makari inşallah anlamına gelir.'"