Kadın sessizce kilisenin kapısından içeri girer... Pedere yaklaşarak, "Kocam için dua etmeye geldim" der... Peder de içeri doğru bakar ve cevap verir: "Onlar da öyle..."
Boks tarihinin en renkli figürlerinden James Braddock 1935'te, zamanının en güçlü boksörlerinden Max Baer'in karşısına çıktığında kimseler, eski parlak günleri mazide kalmış İrlanda asıllı ABD'li eldivene şans vermiyor, hatta "Ringe çıkma ölürsün" diyordu. Ama o çıktı ve 15 raunt sonunda kimsenin beklemediğini başarıp ringden yeni ağır sıklet dünya şampiyonu olarak ayrıldı.
O gün kiliseye ürkek adımlarla giren kadın eşi Elizabeth'ten başkası değildi. İçerideki kalabalıksa maçı radyodan dinlerken bir yandan da Braddock için dua etmeye gelen, ekonomik krizin un ufak ettiği insanlar...
O unutulmaz zaferden çok değil altı sene öncesine kadar çıktığı 46 maçın 34'ünü kazanıp beşinde de berabere kalmıştı Braddock. Ama ABD'yi ve dalga dalga tüm dünyayı kasıp kavuran 1929'daki büyük buhranda her şeyini kaybetti. Evini, parasını, şöhretini, ümitlerini...
Liman işçiliği yaptı. Yevmiyesi kesilmesin diye sağ elinin sakatlandığını gizleyip soluyla çalışmaya devam etti... Böylece sol eli de en az sağı kadar güçlendi. Farkında değildi belki ama o sol yumruk kısa süre sonra tarihin en büyük geri dönüşlerinden birine imza atarken en büyük kozu olacaktı.
BRADDOCK YAPTIYSA BİZ DE YAPABİLİRİZ
Bu arada yeniden ufak tefek maçlara çıkmaya başladı. Tek derdi eline biraz para geçmesiydi. Ancak kazandıkça dikkatleri üzerine çekti, gazeteler yine Braddock'ı yazmaya başladı. Onu 1935'te ağır siklet dünya şampiyonu Baer'in karşısına çıkaransa, kendisine "kum torbası" gözüyle bakan John Henry Lewis, Art Lasky gibi devleri beklenmedik biçimde devirmesi oldu. Ve sonunda da en büyüğü, Baer'i alt ederek zirveye çıktı.
Fakat asıl mühimi, mücadelesi ve iradesiyle, kendisi gibi krizin tükettiği milyonların umut ışığı, kahramanı olmuştu Braddock. Külkedisi masalıydı onunki... Unutulanların, kaybedenlerin, ezilenlerin "Sindrella Adamı"ydı artık... Attığı her yurmukla sadece rakiplerini değil kendisi gibi yüz binler adına da kaderi, krizi, yokluğu nakavt ediyordu. Ve ona bakanlar "Biz de başarabiliriz" diyordu.
Braddock'tan yaklaşık 80 yıl sonra bir başka Sindrella masalı yazıldı. Bu kez okyanusun diğer yakasında, İspanya'da... Atletico Madrid, dörtte bir gelire sahip olduğu Real Madrid ve Barcelona gibi iki devi geçip, 18 yıl sonra uzandı şampiyonluğa. Bununla da kalmadı, devler arenasında, Şampiyonlar Ligi'nde de finale kadar yükseldi. Bitime sadece iki dakika kala yediği gol olmasa, ezeli rakibi, şehrin zengini Real Madrid'in "La Decima" (10'uncu Avrupa kupası) hayaline son verip, rüya gibi sezonu en büyük iki kupayla bitirecekti. Olmadı... Geriye ise futbol denen oyun oynandıkça hep hatırlanacak bir başarı öyküsü kaldı.
Öykünün başlangıcı ise 1903'e kadar uzanıyor. Real Madrid'in kuruluşundan sadece bir yıl sonrasına... Muhalif görüşlü üç Basklı öğrenci tarafından, kendi bölgelerinde "bir kulüpten çok daha fazlası" olan Atletic Bilbao'nun başkentteki kolu olarak kuruldu Atletico. Daha ilk günden harcına katılmıştı "isyan ruhu." Önceleri Atletico'yla da sağlam ilişkiler kuran Kral Franco rejimiyle yollarını ayırdılar zamanla. Ve Kral'la özdeşleşen Real Madrid'e karşı direnişin sembolü haline geldiler, özellikle de iç savaş sonrasında. Zenginlerin, imtiyazlıların takımına karşı işçi sınıfının Atletico'su vardı artık...
NOEL BABA'NIN ATLETİCO'YA HEDİYESİ...
Ama parasal sorunlar hiç bırakmadı peşlerini... 1996'da İspanya'da duble yapan o şaşalı takımın medyatik başkanı Jesus Gil'in karanlık işleri açığa çıkınca, kulüp yaşanan kaosta şampiyonluktan dört yıl sonra kendini ikinci ligde bulmuştu. Kendi tabirleriyle "cehennemde geçen iki yıl"da rakipleriyle aralarındaki ekonomik uçurum iyice açıldı. Büyük buhran Braddock için neyse ikinci lige düşmek de Atletico için aynı etkiyi yapmıştı. Dahası birinci lige çıktıktan sonra da gelmek bilmeyen sportif başarı ve oyuncu satarak verdikleri yaşam savaşı "uğursuzluk" damgasını da beraberinde getirdi.
2011'in aralık ayında, Noel arifesinde takımın başına geçen eski oyuncuları Simeone'yi, Noel Baba 48 yaşındaki Calderon stadının bacasından Noel hediyesi diye atmıştı sanki. En çok da Real Madrid'e senelerdir kaybeden, ekonomik olarak belini bir türlü doğrultamayan, başarıya hasret bu takımı sevmek için sebep arar hale gelen, yaşıtları arasında alay konusu olmuş çocukları düşünmüştü besbelli...
Küçüklüğünde gönül verdiği Atletico Madrid formasıyla fırtına gibi esince adı "el Nino"ya çıkan, bugünün Chelseali'si Fernando Torres gibi çocukları... Atletico taraftarı olmanın nasıl bir şey olduğunu da belki yine en iyi Torres tarif ediyordu: "Her büyük maç öncesi 'Nasılsa kaybedeceğiz' diye düşündüğünüz, diğer taraftarlar için alay malzemesi olduğunuz halde asla vazgeçmemektir."
Simeone o yıl 10'uncu sıradan aldığı takımı sezon sonunda beşinciliğe ve Avrupa Ligi'nde zafere taşıdı. Sonraki sezon üçüncülüğe, bu sezonsa 18 yıl aradan sonra zirveye... Real Madrid'e karşı 14 yıl süren kaybetme serisine son verdi. Ama daha mühimi kulübün üzerindeki laneti kaldırdı, adı "uğursuzlar"a çıkmış kulübün bilinçaltını köşe bucak temizledi Arjantinli... Kaybetmeyi kader olmaktan çıkardı. İşçi sınıfının çalışkan genlerini, kulübün isyankar ruhunu talebelerine aşıladı. Onlara, "sağ el sakatsa solla vurmayı" öğretti.
PARA YOKSA DİNLENMEK DE YOK...
Fakat yine de ekonomik olarak rakiplerine kafa tutmaktan çok uzaklar hala... Dün akşam dramatik finalde kaybettikleri Real Madrid sadece Bale'in bonservisine 100 milyon euro verirken Atletico Madrid'in toplam bonservis ederi 80 milyon euro bile değil. Yetmez gibi 500 milyon euroyu aşan borçlarla boğuşuyorlar. Nakit akışı borçların ancak yüzde 4'ünü karşılıyor. Bu oran Real Madrid'in altıda biri... Bu sezon Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finali gören sekiz takım arasında en sorunlu ekonomi onlarınki...
Mali tablo, oyuncuların adalelerine daha çok yük binmesi demek aynı zamanda... Real Madrid'de kaleci hariç ligde en çok maça çıkan 11 oyuncunun sezon ortalaması 25 maç. Barcelona'da 25'ten bile az... Atletico'da ise 27.5... Real Madrid gibi lüks, son teknoloji bir statları da yok... Öyle ki Calderon'da bazı ofislerde ısıtma sistemi bozulduğu için, çalışanlar üzerlerinde montları, elektrikli sobalarla ısınmaya uğraşıyor.
İşte bu koşullar altında iki kulvarda da son maça kadar geldiler. Birini üstelik de Barcelona'nın sahasında zirvede bitirdiler, diğerini ise uzatmada kaybettiler. Ve neredeyse tüm dünya, tıpkı geçtiğimiz yıllarda Bayern Münih'e meydan okuyan Borussia Dortmund örneğinde olduğu gibi hatta belki daha bile fazla Atletico Madrid'i konuşuyor. Bütün olumsuzluklara rağmen geldikleri noktayı ayakta alkışlıyor. Fakat sadece futbolda sürprizlerin kendine has çekiciliği değil bu sempatinin nedeni...
KUPA BÜYÜKLÜĞÜNDEN ÇOK DAHA FAZLASI
Yaklaşık altı yıldır ekonomik krizle, yüzde 25'i aşan işsizlikle boğuşan İspanyollar için, krizin silindir gibi üzerinden geçtiği Avrupa'nın pek çok yerindeki milyonlar için ya da "Nasıla başaramam" diyerek kendi hayallerini yarı yolda bırakanlar için Atletico bir ilham kaynağı... Hayatta aşılamaz engel olmadığının kanıtı. 21'inci yüzyılın James Braddock'ı, futbolun Sindrella Adam'ı...
Şartlar ne olursa olsun yılmamak, hayal kurmak ve savaşmak demek Atletico... Kaderine razı gelmemek, umutları her daim canlı tutmak demek... Tıpkı 80 yıl evvel Braddock'ın umut ve güç aşıladığı Amerikalılar gibi, Arda ve arkadaşlarında kendilerini görüyor dünyanın dört bir yanında insanlar. Çünkü onları temsil ediyor. Ve "Bir gün belki ben de kendi Sindrella masalımı yazabilirim" diyorlar...
Muhtemelen tarih tekerrür edecek... Atletico, bu altın sezonu yaşatan kadronun ağır toplarına gelecek cazip tekliflere direnemeyecek. Ama futbolun Sindrella Adamı ruhu ve mücadelesiyle, mütevazı takımlara, hayatta bir çıkış yolu arayanlara, hayallerinden umudu kesenlere ilham vermeye hep devam edecek. İlham perileri "kurşun geçirmezdir" zira. Zaman işlemez zırhlarına...
degerlibulent/twitter.com