Şanslı adamım ben. Çok güzel, daha doğrusu özel ve sıradışı takımlar izleyerek büyüdüm. Sadece çok iyi oynadıkları için değil, sempatik oldukları, gönülleri kazandıkları için çok güzel takımlardı hepsi. Şampiyon olurlar denirken garip bir maçla İspanya'ya 5-1 yenilip 1986 Dünya Kupası'na erken veda eden ama çeyrek final dahi görmediği halde hakkında kitap yazılan Danimarka'yı izledim misal. Pek çok otoriteye göre, sonradan yolu Türkiye'ye düşecek olan Piontek'in çalıştırdığı 86'daki Danimarka, zamanının ötesinde bir oyun kalitesine ve yapısına sahipti. 74'ün unutulmaz Cruyfflu Hollandası'ndan izler taşıyordu. Danimarka'nın yıldızlarından Jesper Olsen de zaten Ajax'ta Cruyff'la yan yana oynamış, hatta şu unutulmaz "penaltı verkaçı"na imza atmıştı. Altı yıl sonra, üstelik Michael Laudrup'tan mahrum ve plajdan toplanan kadrosuyla (ki aslında pek öyle bir durum söz konusu değildi, bir şehir efsanesi) 1992'de Avrupa şampiyonu olup yazdıkları peri masalıyla teselli buldum. 1982'de Boniekli Polonya'yı çok sevdim. 1990'da şanlı Kamerun İngilizlere çeyrek finalde uzatmada yenilince, üç saat yerimden kalkamadığımı bilirim. 1994'te büyük sürpriz yapıp yarı final gören İsveç'le Bulgarlara büyük saygı duydum. Bebek yüz Brolin'in her golünü, o sahada, ben ve İsveçliler de ekran başında yumruğumuzu sıkıp havada 360 derece dönerek kutladık.
YÜREĞİ METREKARESİNDEN BÜYÜK
Hepsinin ve daha nicelerinin ortak özelliği ise ezber bozmalarıydı. Savaşmaları, devlerin hegemonyasına kafa tutmaları, rakibin isminden korkmamaları, çirkinleşmeden ve çirkefleşmeden oynamalarıydı. Coşkuyla tevazuyu, hırsla rakibe saygıyı, sonuç alma becerisiyle güzel oyunu bir arada, kol kola götürebilmeleriydi. Ve dahası güleryüzlü takımlardı, sempatiklerdi. Bugün final maçıyla sona erecek Euro 2016'da da milyonlar, iki büyük hatıra attılar hafıza kartlarına: Galler ve İzlanda... Tüm dünya bu iki takımı konuşur, yazıp çizer hale geldi, bilhassa grup maçlarından sonra. Ve sadece bahis şirketlerini ters köşeye yatıran başarıları ya da futbola anlam katan sürpriz keyfini yaşattıkları için değildi bu sevgi... Alçak gönüllü olmanın erdemini, naifliğin zarafetini, toplamda, parçaların tek tek değerinden çok daha fazla verim alma becerisini bize gösterdikleri için dünya bu iki küçük ülkeyi çok sayıp sevdi. Ve onlar da aynı şekilde güler yüzlüydü, sempatikti. Galler kaptanı Williams'ın, Belçika'ya attığı golden sonra gözünden saçtığı ateşteki amatör ruh için... 350 bin nüfuslu el kadar İzlanda'nın, futbolda planlama ve vizyonun nelere kadir olduğunu gösteren aklı ve fikri için... O an orada bulunmanın tadını çıkarıp eğlenmekle, sahada kora kor mücadele etme arasında tutturdukları denge için... Hadlerini bilerek falan değil, bildiğin hadsizce rakiplere ve zorluklara meydan okudukları içindi bu sevgi, bu ilgi... Gerilimden değil sinerjiden beslendikleri için bu kadar çok sevdik onları. O yüzdendir ki İzlandalıların şimdiden bir futbol klasiği olmuş "Hu" tezahüratına avuçları patlayana kadar herkesler eşik etti. O yüzdendir ki İzlanda'nın ağlamaklı bağıran o sempatik spikeriyle beraber milyonlarca insan da gollerde sesini kaybetti. O yüzdendir ki her iki takımla da hop oturup hop kalktık. Yeri geldi kademeye girdik, yeri geldi hep beraber kontra atağa çıktık. İzlanda ve Galler, Galler'in hocası Coleman'ın dediği gibi bize hayal kurmaktan korkmamayı hatırlattı. Hayal kurmanın kariyerle, nüfusla, para pulla, yüksek perdeden nutuklarla, boyla posla çok da ilgisi olmadığını gösterdi bize, yürekleri metrekaresinden büyük bu iki ülke... Ve peri masalları koleksiyonunda nadide birer parça olarak, bundan böyle yerleri baş köşedir, hem yüreğimizde hem de beynimizde... Sizi unutursak da kalbimiz kurusun, buradan söz her ikinize de...