Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Faruk’un ‘siyah beyaz’ gölgesi

Siyah Beyaz sanat galerisinin kurucusuydu Faruk Sade. Onunla 1980’lerin silindiri üstümüzden geçtikten sonra tanışmıştık... Bazen bir insan ölür, bütün bir dünya göçer. Faruk o birleştiriciliği, o dostluğu, o heyecanıyla öyleydi. Öldü ve bir dünya göçtü

Toprak atıyoruz. İri taneli ama ışıklı, sıcak bir yağmur başladı. Temmuz-Ağustos sıcağında toprağı büsbütün kurumuş eski bir mezar açılmış. Medfunun üstüne defnedeceğiz Faruk'u. Toprak değil, sanki toz yığıyoruz üstüne Faruk'un. Toz göğe çıkıyor. Ansızın ışık hızıyla bir cümle geçiyor aklımdan, "Faruk göğe ağıyor" diyorum. Yağmur artıyor. Bu defa sapsarı Ankara bozkırı nereden bulup çıkardığı meçhul bir toprak kokusunu etrafa salıyor. Gene bir cümle: "Faruk'a yakıştı bu" diyorum. Etrafa bakıyorum. Son 30 yılımın tanığı bütün insanlar ağızlarını elleriyle kapamış, yumruklarını ısırarak, hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Bu kadar genç ölmenin 'kazancı' bu: Herkes ağlıyor.

***

Onunla 80'lerin ortasında, o cehennem gibi 1980'lerin silindiri üstümüzden geçtikten sonra tanışmıştık. Bazı tanışıklıklar öyle teşrifatı gerektirmez de gereksinmez de. Tanışırsınız, zaten başka bir alemde tanış olmuşsunuzdur, öyle yürür gidersiniz. Faruk Sade'yle tamı tamına böyle geldik ilk kez bir araya. Siyah Beyaz galeri yeni açılmıştı. Sergiler düzenleniyordu. İnsanlar yaralarını sarmakla uğraşıyordu. Böyle bir galeriler çağıydı o Ankara. Tanbay, Selanik Caddesi'ndeydi. Siyah Beyaz oldum bittim çok sevdiğim Şili Meydanı'na yakın, Kuğulu Park'ın karşısında, şimdi bulunduğu yerdeydi. Aynı yıllarda açılan Galeri Nev, Gaziosmanpaşa, Horasan Sokak'taydı. Siyah Beyaz ve Nev, ODTÜ mezunu genç insanlarca kurulmuştu. Bir şeyler deniyorlardı. Hiç öyle şimdiki anlamını taşımayan yani 'güncel' olmayan, bu iddiaya ihtiyaç duymaz bir sanatı insanlara taşımak gayretindeydiler. Ankara ansızın sanatla karşılaşmıştı. 50'lerde Bülent Ecevit'in, Erdal İnönü'nün, Turan Erol'un Helikon galerisinden sonra en etkili dönem başlamıştı. Fakat bu iki galeriye devam edenler sanattan fazlasını arıyordu. Herkes yarasını sağaltmanın peşindeydi. Özal yılları başlamıştı. İyi kötü bir özgürlük ortamı doğmuştu. Ve bu iki galerinin de barı vardı. İki galerinin de birer bahçesi vardı. Kısacası, buraları önce 'mekan', sığınak olarak kuşatmıştı bizi. Nev, bar ve bahçe işini pek zorlamadı. Oysa SB'nin barı zaten galeriyle iç içeydi. Sergiler açılır, insanlar bara otururdu. Kısa sürede bu bar Ankara'nın bir 'tapınağına' dönüştü. Kendi topluluğunu oluşturdu. Cuma ve cumartesi, güzel yaz ve soğuk kış gecelerinde o insanlar burada buluşuyordu. Neredeyse değişmez bir müzik repertuvarı vardı. Bir saatten sonra film kopuyor, Faruk, elinde bira şişesi idare ettiği müziği coşturuyor, herkes o daracık yerde dans etmeye başlıyordu. Kapalı mekanlarda sigara içilebiliyordu. Asıl dert oydu. Sigara dumanından göz gözü görmüyor ama bir süre sonra gözünüzden oluk oluk yaş geliyordu. Ne aşklar yaşandı. Ama hiç kavga edilmedi. Ne tartışmalar yaşandı. Ama hiç kimse bir başkasına küsmedi. Şimdi Faruk'u bu genç yaşında, imrendiğim ölümüyle toprağa verirken, neredeyse 20 yıl sonra baktım, herkes, elbette yorgun, elbette daha yaşlı, birbirine dayanıyor, birbirini teselli edip taşımaya gayret ediyor. Herkes Fulya'ya, Sera'ya kol kanat geriyor. Bunun da nedeni gene Faruk. SB, Ankara'da yaşarken de, kentten ayrıldıktan sonra da, hepimizin adresi idi.

***

Sinema, Faruk için çok şeydi. Nitekim zamanla, internet sonrası dünyada bu tutkusu dayanılmaz bir hal aldı. Galiba 15 bin civarında filmi vardı. Nitekim gene öyle film seyrederken gelen bir kalp kriziyle yitirdik onu. Ama SB'nin kendisi de bir sinemaydı. Duvarları siyah beyaz fotoğraflarla doluydu. Hâlâ dolu. Benim iki resmim var. Birisinde tek başınayım. Diğerinde 1990 Ocak ayında, o korkunç Ankara kışında, Bedri'yle (Baykam) birlikteyiz. Bedri soğuktan gözlerini açamıyor. Zaman geçti o fotoğraftakileri teker teker yitirmeye başladık. O zaman arkalarına ışıklı bir pano yerleştirildi. O kadar ince, o kadar zarif, o kadar duygusaldı Faruk. Ama SB bir bar olarak, aslında tiyatroydu. Hepimiz orada sahneye çıktık. İyi oyuncularımız vardı, daha az iyi olanlarımız. Dram oynayanlarımız vardı, komedi oynayanlarımız. Muhteşem finali ise Faruk yaptı!

***

Galeri ise çok önemliydi. Kuşaklar oradan geçti. Orada yetişti. Her zaman yenilikçiydi. Yenilikten yanaydı. O galeriyi ayakta tutabilmek için ailesinden kalan her şeyi sattı. Yıllar önce bana bir sezonu yapmamı önerdi. Sanatçıları seçecektim. Çalıştık birlikte. Güzel sergiler açtık. Yeni sanatçılar buldum. Ama sonra araya benim başka uğraşılarım girdi, kaldı. O zaman da anlamıştım yeni isimlere, gençlere duyduğu yakınlığı. Galerinin 30. yılı için hazırlanmış o güzel kitaba bakın. Açtığı sergileri alt alta koyunca zaten Türkiye'deki sanatın 30 yıl topografyası çıkar. Ankara ve Türkiye çok şeyi SB'den öğrendi. Cebinden paralar döktü. Fransa ile ortak programlar kurdu. Devlet bile yapmadı onun yaptığını. Bana hep güvendi. Size bir şey söyleyeyim mi, hayatta kimi sevdiğinizi bilirsiniz de, sizi kimin sevdiğini pek bilmezsiniz. Faruk beni severdi. bilirdim. Bu çok şeydir. Muhteşem bir şeydir.

***

Onu toprağa verdik. Apar topar İstanbul'a döndüm. Daha fazla kalamazdım Ankara'da. Aklım orada kaldı. O akşam çok sevgili dostum Ahmet Boyacıgil'in yaptığı, oya gibi işlenmiş, her şeyiyle çok güzel Siyah Beyaz isimli, onu, barı anlatan filmi tekrar izledim. Aşk öykülerinin birbirine geçtiği, gerçekten nefis bir film. Orada Ahmet'in bile farkında olmadığı şekilde ben varım. Barda oturan ve yazan bir adam var filmde. O benim. Yıllarca o barda aynen öyle, oturdum ve yazdım. Şimdi Faruk'un arkasından yazıyorum. Bu hayalini bile kuramayacağım bir şeydi. Bazı insanlar öyledir. Yaşarlar ve dünya onların etrafında kurulur ve döner. Faruk 35 yıl boyunca insanları bir arada tuttu. Bir mihver oldu. O filmde anlatıldığı gibi zaman zaman işi bırakmayı, barı kapamayı düşündü. Bir defasında gene öyle günlerinden birinde. Barı kapatacağını söylüyor. Osman (Dinç) anlattı. Faruklarda yemekteymişler. Ben televizyonda fırtınalar koparan o programdayım ve SB için 'ben ölene kadar açık kalsın dediğim üç yerden biridir' deyip anlatıyorum. Faruk, duyuyor, her zamanki öfkesi ve aculluğuyla, tamam diyor, vazgeçtim, SB devam edecek. Öyleydi. SB, devam ediyor. Edecek. Gene de yazayım. Afrikalılardan alınmış, Amadu Hampete Ba'nın söylediği, ama Amerikalıların benimsediği o atasözü, "Bir insan ölür, bir kütüphane yanmıştır" der. Bazen bir insan ölür, bütün bir dünya göçer. Faruk o birleştiriciliği, o dostluğu, o heyecanıyla öyleydi. Öldü ve bir dünya göçtü.

***

Mezarlıktan çıktım, havaalanına gidiyorum. Sarı bozkıra bakıyorum. İçim acıyor o kuraklığın şiirinde. Burnumda toprak kokusu. Gökyüzü bulutlarla parçalı. Onların ve ağaçların gölgesi düşüyor sapsarı toprağa: sarı denizin üstünde lekeler. İçimden, bunlar diyorum, Faruk'un gölgesi. Araba hızlanıyor, Ankara'dan kaçıyorum. Film çok renkliydi, öyle sanmıştık, ama gerçekten siyah-beyazmış. Bitti!

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA