Türkiye'nin en iyi haber sitesi
CEM SANCAR

Kumburgaz'da bir yaz gecesi rüyası

Geçen yüzyılın başıydı. Blûcinlerimiz etimize yapışmıştı. Öyle sıcaktı. Sırtımızda yorgandan uyku tulumları, kitaplar ve derme çatma çadırlar. Bıyığı yeni terlemiş çocuklardık.
Henüz miniciktik ama politikayla yıkanmıştık. Bütün güzel kızların solcu olduğuna inanılan yıllar. Hiçbir şeye aldırmadığımız yıllar. Dünyayı titrettiğimize inandığımız zamanlar.
Eksik soruların ve saf isyanın gençlik yıllarıydı...
Kumburgaz'ın baş tarafında boş bir alan bulmuştuk. Terk edilmiş bir de bostan kuyusu. Çayır çimen. Çadırı kurmak için yükü indirmiştik...
Celal; Tanrıyı, sibernetiği ve zamanın ruhunu konuştuğum arkadaşım. Body'ci olup benim gibi boyu uzasın diye yürüyüşümü "zenci gibi yürüyorsun oğlum sen, böyle parmak ucunda" diyerek taklit eden ve de böylece uzayacağına ciddi ciddi inanan güzel insan.
Dudağının üstünde bir sivilce çıktı diye oraya yanlış ilacı süren ve oluşan et benini boyayarak kıl bir bıyık bırakan, bu yüzden de adı Adolf Celal kalan kankam!
Minibüse bindiğimizde birden sertleşir, yüzüne sapık katil edaları takardı. Parayı uzatırken, adeta küfür eder gibi; "Hüşt, şunu öne uzatsana birader, hadi bakalım, haa!"...
Bu durumdan müthiş rahatsız olurdum. Yapma derdim.
"Oğlum" derdi, "sen İstanbullusun bilmiyorsun, bu heriflere lütfen falan desek, bize kötü bakarlar, yumuşak zannederler!"
Varoşta yaşıyorduk...
Vücudunu daha bir şişirmek için tuhaf ilaçlar kullanıp, üzerine iki duble de içince deliren, sokaklarda zıplayıp, ağaçlara tırmanıp sızan "değişik" biriydi o...
Genellikle bizi rezil ederdi. Her bakımdan "bilimsel solcuydu!"
80'lerin son karanlıklarına Almanya'da girecek, rivayet odur ki, kendinden yaşça büyük bir Almanla evlenecek, otelci olacak ve bir daha hiç geri dönmeyecek bir ilk gençlik yoldaşımdı. İleride, o şahane kayıp arkadaşlarımdan biri olacaktı.
Adolf'un çadırı kurar kurmaz çevreye göz gezdirip, "hüşt özüür dilerim, cennete geldik namussuzum" şeklinde gösterdiği yere bakınca...
Aman yarabbi! Patikada, bizim çadırı kurduğumuz çayırlığın önünde iki muhteşem kız avare gezinmekte. Kızıl ve esmer iki afet! Kızıl olanı, bir kuşağa darbe indiren Kim Basinger gibi bir şeydi.
Celal onun peşinde çok kul köle olacak, bir olur alamayacak, kaslarından bile nefret edecekti!
Ama esmer? İşte o tam bir mucizeydi.
Siyah saçlar, fildişi ten, yeşil gözler, büyük bir gülümseme. Ve en önemlisi kirpiklerinde zümrüt gölgeler. Güler yüzlü bir masal...
İkimiz de çırpı bacaklarımızla kızların yanına gidip "N'aber?" şeklinde tatlı bir figür olmuştuk.
Ürkek, kıkırdadı kızlar. Öyle salınarak, uzun sürmüş bir zaman kaymasında; "Ya baksanıza sigaranız var mı aceba?" diye şakımazlar mı?
Gelincik paketini çıkardım. Celal içmezdi.
Neyse işte kızlar sigaramız olmasından hoşnut güldüler. Ellerini gördük. "Bunlar ellerin senin, bunlar ayakların..." şeklinde bir Cemal Süreya heyecanı sardı içimizi...
Tam o sırada esmer olanı, "hayatta bu kız bana yüz vermez dediğim ne kadar kadın varsa hepsinin toplamı olarak!" konuştu:
"Ha bakın siz faşo filan değilsiniz di mi? Devrimci olmayanın sigarasını içmem de!"
Celal'e baktım, ukalalık edecek rüsva olacağız. Acilen araya girdim.
"Tabii ki. En sevdiğimiz roman Kızıl Kayalar!"
Hım diye güldü kız. "Ben Bir Gün Tek Başına'yı severim. Okudunuz mu?"
Adolf güneşte boyası parlayan bıyığının altından yamuk sırıttı, "onu biz beş kere okuduk!"
Çüş... Havayı dağıtmak için hayatımdaki en kötü espriyi patlattım:
"Tabii çift olsak, bir gün çift başına diye bir roman olsak daha da güzel olur, yani?"
Salaklık zamanlarıydı. Kahkahalar patladı...
Esmer mucizeye âşık oldum.
Şiirler okudum ona, mevzular anlattım. Tuttum onu...
Tuttu beni, o da...
Ama kafamda esen fırtınalar öyle güçlüydü ki, o kadar küçüktüm ki.
Genlerimin "aptallığın âlemi yok oğlum evlen bu kızla" diye fısıldayan sesine rağmen; kendime çizdiğim başka rotalar oldu.
Böyle hallerimde o hep kırık, mahzun olurdu. Sarılırdım ona. İpekten dokunmuş bir varlıktı. Hala anlayamadığım bir baharat gibi kokardı. Sarhoş ederdi beni. Ağlardık.
Hayatımdaki en asi, en umutlu, en budala olduğum yıllardı. Sonunda yaz bitti...
İstanbul'a döndük.
Bir gün "pek yüce" ideallerden kafamı kaldırıp onu aradığımda "yok" dediler. Vakit çok geç, dediler. Vakit geçti hep.
Hem kendimizi, hem de en güzel aşkları kazanamıyorduk. Olmuyordu. Hem kendimizi hem de aşkları kaybediyorduk! Bak bu sık sık oluyordu...
İzine rastlayamadım bir daha.
Şimdi ilahi bir aşka sarındığım bu olgunluk vakitlerinde ne zaman lâcivert, mutlu ve nadir bir akşamüstü bulsam, onu hatırlarım.
Onun gözlerindeki bana iki beden büyük gelen sevgiyi.
Ne zaman şehrin labirentlerinde hassas yerlerimin üzerine bassalar, insanın, bir kadını bir ömürde bir kere bulduğu gibisinden ağır, kahırlı düşünceler alır beni.
"Kapılıp gitmişim bahtımın rüzgârına" diye sızlar içim.
Sonra da caddenin ortasında deli gibi o kızın adını haykırırım.
Dönüp "beni mi çağırdın?" diye bakanlar asla o değildir...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA