"Dünyayı gezmek, yeni yerler görmek istiyorum," diye her seferinde bas bas bağırırım herkese. Sonra tatil yapabilecek bir zaman, bir imkan doğar. Otururum bilgisayarımın başına, Yeni Zelanda ormanlarından Afrika'da safariye, Arjantin tangosundan Nepal'deki tapınaklara kadar her şeyi tek tek araştırırım. Bir lokasyonda karar kıldıktan sonra, uçak biletiydi, oteldi, konserdi, yemekti her şeyi araştırıp tam karar verme aşamasına geldiğimde, içime bildik bir kurt düşer: "Ya acaba safariyi boşverip New York'a mı gitsem?" Ve o kurt her seferinde beni ikna etmeyi başarır. New York yüzünden gidemediğim ülkelerin listesini yazsam, yemin ederim İstanbul'dan Manhattan'a yol olur. New York böyle bir şehir. Yeni, taze bir ilişkiye başlayacakken, her seferinde geri döndüğüm, vazgeçemediğim eski sevgili gibi. New York her gittiğinizde değişmiş bulacağınız, tekrar tekrar keşfedeceğiniz bir şehir. Şehirde herkesi mutlu edecek bir şeyler var. Ben size beni mutlu edenleri yazayım, sizi de mutlu edeceğinizi düşünüyorsanız, öneriler benden, denemek sizden. Cipriani'de yemek yiyin, MoMa'ya gidin, tekneyle Staten Island'a geçip Özgürlük Heykeli'ne dokunun, aman 5th Avenue'dan alışveriş yapmadan dönmeyin gibi klişe tavsiyeleri herkesten alabilirsiniz. Bunları geçelim.
AYIP VE KAYIP OLMASIN
Benim için New York'un en büyük güzelliği, başka hiçbir şehirde bulamayacağınız performance arts show'ları. Hele iki tanesi var ki, New York'a gidip bunları yapmadan dönerseniz, gerçekten hem ayıp, hem de büyük kayıp. İlki, Chelsea'deki izbe görünümlü, kült McKittrick Oteli'nin içinde oynayan, Shakespear'in eseri Hamlet'ten uyarlanan interaktif tiyatro:
Sleep No More. Arkadaşlarım bana bu tecrübeyi yalnız yaşamam gerektiğini söylediler, vardır bir bildikleri dedim, tek başıma McKittrick'in yolunu tuttum. Önceden aldığım biletim elimde, hangar girişine benzeyen kapının önüne çekilmiş kordonların arasında, benim gibi sessizce kaderini bekleyen diğer yalnız kovboylar ile sıramızı bekliyoruz. İçeri insanları parti parti alıyorlar. Adımınızı attığınız andan itibaren zifiri bir karanlık var. İnsanlar birbirine tutunarak yürüyor. (Türkiye'de olsa çeşitli taciz vakaları için müthiş bir ortam). Mont ve çantaları vestiyere bırakmak zorunlu. Ayıp olmasın diye vestiyerin orada küçücük bir ışık var. Sonra karanlık koridordan bir bara giriyorsunuz. Yerler halı, ufak bir orkestra caz çalıyor, sahnede 1950'lerden kalmış bir abla. Ben de tek başımayım, kimse yok, kendime sek bir viski söylüyorum. (Amerika'da en sevdiğim şeylerden biri de bu: Barmene dönüp, "Hey man a scotch on the rocks" demek. O an adeta Türk bir John Wayne'im.) Bir tane fraklı, ilginç görünümlü adam var. Dolaşarak insanlara teker teker birer iskambil kartı dağıtıyor. Bozuntuya vermesem de içimden, "Bu ne lan şimdi?" demiyorum dersem yalan olur. İnsanları içeri iskambil kartına göre çağırıyorlarmuş meğer. "Bütün aslar, papazlar, valeler! İçeri!" Emrin olur komutanım. Geri kalanı üç saatlik müthiş bir deneyim. Beş katlı karanlık bir otel, müthiş müzikler, her odada farklı bir oyun, Hamlet'i izlemiyorsunuz, yaşıyorsunuz. Oyuncuların nefesini hissedecek kadar diplerine girebilir ya da psikopat gibi karşılarına dikilip kımıldamadan gözlerinin içine bakabilirsiniz. Çok tuhaf şeyler yapanlar oluyor ama bir süre sonra alışıyorsunuz. Her odaya girebilir, her dolabı açabilirsiniz. Daha fazla spoiler vermemek için konuyu kapatıyorum.
FARKLI DENEYİMLERİN ŞEHRİ
İkinci önerim, yine bir performans. Fakat bizimkiler gitse, "Eğer bu performanssa, bizim yaptıklarımız ne be abi?" deyip kendilerini köprüden aşağı bırakabilirler, o derece. İsmi
Fuerza Bruta. Arjantin yapımı bir produksiyon. Yaklaşık 250 TL'ye bilet aldıktan sonra, Midtown'da sergilendiği binayı ilk gördüğümde, hayal kırıklığına uğramadım desem yalan olmaz. Tipik Türk önyargısı işte. Sıradan bir apartman. Biz de okları takip ederek, biletimizi kestirip, bodrum katına iniyoruz. Alçak tavanlı bir bar, yine şovun başlamasını beklerken bir adet viski içmece. Sonunda kapıları açıyorlar ve o sıradan apartman ve dandik bardan, yaklaşık 15 metre tavan yüksekliği olan bomboş bir hangara giriyorsunuz. Yine daha fazla spoiler vermek istemem ama size hiçbir anlam ifade etmeyeceğini bildiğim için söylüyorum: Süper müzik, heyecan, dans, su, gerilim, denizkızları ve daha fazlası için,
Fuerza Bruta'yı mutlaka görün. Nisan'dan itibaren New York'ta tekrar perde açıyor.
YÜRÜYÜN VE KAYBOLUN
Farklı deneyimler ve yeni şeyler yaşamak için New York her zaman birebir olmuştur benim için. Brooklyn'de Bedford Avenue'da bulunan Maison Premiere de bu olguya ev sahipliği yapabilecek çok güzel bir mekan. 1920'li yılların Speak Easy'lerini anımsatan dekoru, aynı tarz giyinmiş barmenleri, 20'yi aşkın Absinthe çeşidi ile hep aynı şeyleri görmekten sıkılmış bünyeye ilaç gibi geliyor. Burada tabii ki mekan ikinci planda kalmaya mahkum, New York'taki pek çok yer gibi. Deneyimler, tanıştığınız insanlar, yani kısacası yaşanılan hayat her zaman ön plana çıkmayı başarıyor. Sonra döndüğünüzde, 'Ya ben bir yerlere gitmiştim, nereseydi orası?' diye düşünmek kalıyor. Hiçbir yer göründüğü gibi değil, önünden geçtiğiniz bir ufak pawn shop'un (rehineci) aslında iki katlı devasa bir bar, kulüp ve restorana giriş görevi üstlendiğini, bu dükkanın aslında tamamen paravan olduğunu gösterecek neredeyse hiçbir kanıt yok. Arkalara doğru elinde bir listeyle, bir kapının önünde bulunan kişiyi görmezseniz tabii. O kapıdan da bambaşka bir dünyaya adım atıyorsunuz. New York'a gitmiş kime sorsanız daha önce duymadığınız bir sürü yer, mutlaka gitmeniz gereken tavsiyeler sunacaktır. Fakat bana göre bu şehrin en önemli özelliği yürüyerek ve kaybolarak keşfedilecek çok yeri olması. East Village'da dolaşırken müziği hoşunuza giden bir Blues Bar'a girmek gibi, Brooklyn'de bir akşamüstü içkisi almak için girdiğiniz Fransız bistrosundan sabah 02.00'de çıkmak gibi. Sürekli yaşayan, sizi de yaşatan bir şehir New York. "Dünya küçük" lafının gerçek olduğunun kanıtını herhalde hayatımda en çok bu şehirde deneyimleme fırsatım oldu. Yaşadığım örnek de bunun kanıtıdır. Bir dükkandan çıkarken bir anda üniversitede birlikte bir süre okuduğum eski bir arkadaşıma rastladım mesela. Şaşırma ve sevinç evresini geçtikten sonra birlikte bir kahve içmek için yürümeye başladığımızda, yaklaşık 10 dakika sonra üniversitede birlikte ders aldığımız tarih hocasına denk geldik. Benim Istanbul'da, arkadaşımın New York'ta, üniversitemizin de Tokyo'da olduğunu hesaba katarsak, bu karşılaşmanın aslında ne kadar düşük bir olasılık olduğunu anlayabilirsiniz.
NEW YORK'TA NE YAPACAKSINIZ?
Dans için: Output, Brooklyn. http://outputclub. com/ İlginç kokteyller, güzel insanlar, pazartesi akşamları live jazz için: Apotheke, Chinatown.
Manken ve celebrity görmek için: Provocateur, West Village
Alışveriş için: SoHo
Koşmak için: Hudson River Bay ve Central Park
Yürümek ve fotoğraf çekmek için: Brooklyn Bridge
Şehirdeki en iyi pancake'ler için: Clinton St. Baking Co. , Lower East Side, Clinton St. Baking Company
Şehirdeki en iyi bagel'lar için: Murray's Bagels, West Village http://www.murraysbagels. com/
Şehirdeki en iyi cupcake'ler için: Magnolia Bakery, Bleeker St. http://www.magnoliabakery. com/s
Güzel müzik için: Le Bain - Standart Hotel http://standardhotels.com/high-line/fooddrink/ le-bain
Japon yemeği için: Robataya www.
robatayany. com/
İçki içerken Basquiat tablosuna bakmak için: Rose Bar, Gramercy Park Hotel