Türkiye'nin en iyi haber sitesi
BAŞYAZI MEHMET BARLAS

Kendimizden başka kimseye güvenmemek yorucudur...

Artık dikey hiyerarşilerin değil yatay iletişim ağlarının kamuoyunu yönlendirdiği bu yeni dünyada en değerli meta "Güven"dir.
Ekonomiye yön veren "Beklentiler"in temelinde ülkelere, kurumlara ve lider kişililere duyulan güven vardır.
Seçmenler güvendikleri siyasetçiye ve onun partisine oy verirler.
Bireysel ilişkilerin sağlığı "Sözü senet olan insanlar"ın varlığına bağlıdır.
Şu anda ve "genel olarak" Türkiye'nin bugününe ve yarınına en fazla güvendiğimiz dönemlerden birini yaşamaktayız.
Siyasal istikrarın yanında büyüyen ve sağlıklı bir ekonomiye sahibiz.
Ancak bu genel güven ortamında bile gündemimizdeki pek çok konuda güven bunalımları yaşamaktayız.

Güven bunalımları
Örneğin "Kürt Realitesi"ne ilişkin gelişmelerde devlete ve adalete mi yoksa KCK sözcülerinin ya da hoşgörülü demokratların açıklamalarına mı daha fazla güvenmemiz gerekiyor?
Veya Kürt sorununa ilişkin gelişmeler, daha demokratik bir Türkiye'ye mi yoksa Türkiye'nin bölünmesi girişimlerinin tırmanmasına mı dayanacak?
Örneğin Deniz Feneri davasında CHP liderinin iddiaları mı yoksa bu iddialara hedef olan Başbakan Yardımcısı'nın açıklamaları mı daha güvenilir nitelikte?
CHP Genel Başkanı daha önce Kayseri Belediyesi konusunda daha ağır iddialar seslendirmiş ve bunlar asılsız çıkmamış mıydı?
Bu çeşit güven bunalımlarında toplumlar özgür, özerk, bağımsız ve güvenilir düşünce odaklarının yorumlarına ve yargılarına kulak verir.

Taraf olmayan yok
Ne yazık ki şu anda bu imkâna da sahip değiliz.
Hemen herkes bir "Taraf" konumunda.
Bir kesimin "Ak" dediğine bir başka kesim aynı kararlılıkla "Kara" diyebilmekte.
Yargılar ve yorumlar gerçeklerden çok ideolojik veya siyasal önyargılara ve bazen de egoları pompalayan vücut salgılarına dayalı olarak seslendiriliyor.
"Kendi tarihimizle yüzleşmek" gibi çok önemli bir mesele bile mesela Ermeni Tehciri konusunda Fransa'ya "Ama siz de Cezayir'de neler yapmamıştınız" içerikli ulusalcı tepkiler gösterme çabamızın rüzgârında unutuluyor. Amerikan İttifakı'na 1947'de, NATO'ya da 1952'de girmişiz ama hâlâ "Amerika Türkiye'ye dost mu yoksa düşman mı" sorusunu derinimizde tartışmıyor muyuz?

3'üncü dünyalı mıyız?
Avrupa Konseyi'nin kurucu üyesiyiz. AİHM'nin içtihadı ve yargısı bizim de üst hukukumuzun kaynakları artık.
Avrupa Birliği'ne (veya Ortak Pazar'a) 1959'dan beri girmek istiyoruz. Ankara Antlaşması ile bu istek organik bir yapıya girmiş, Gümrük Birliği'ne dahil olmuşuz, son dönemde de tam üyelik müzakereleri başlamış.
Ama hâlâ bir 3'üncü Dünya Ülkesi'nin kuşkuları ve kompleksleri ile bakmıyor muyuz Avrupa'ya?
Kendimize bu kadar çok güvendiğimiz bir dönemde bile bu kadar çok konuda güven bunalımı yaşamak ve kendi dışımızdaki dünyaya karşı bu kadar güvensiz olmak, karmaşık toplumsal ruh haleti oluşturmakta.
Bu yıpratıcı ve yorucu duruma bir çözüm bulmamız şarttır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA