Türkiye'nin en iyi haber sitesi
MERT VİDİNLİ

Kelimeler savaşları yener

Bugüne kadar gördüğüm en iyi barış kampanyası... Bir Japon reklam ajansının geçtiğimiz yıl hazırladığı bu tasarımı şehrin her yerine yapıştırasım var. 'Kelimeler, savaşları öldürür'; ne kadar da doğru! Yani diyor ki; konuş arkadaş, duygularını gizleme, dinlemeyi öğren, sabırlı ol, kendini anlat, silahlanmana gerek yok. En büyük silah; sözlerin, aklın, fikrin... Çok sevdim ve görmenizi istedim.

Bunlar hep iletişimsizlikten


İletişimin boyut atladığı bu dönemde teknoloji, modern insanları köreltiyor. Hayatımız kolaylaşıyor ama birbirimizden kopuyoruz. O e-posta kutularımız, Instagram, twitter hesaplarımız, facebook arkadaşlarımız; aslında sanal saçma bir hayal dünyası mı? Bence öyle... Ne zaman sevgilinizle Whatsapp'ta tartışmak yerine yüz yüze geldiniz? Ne zaman patronunuza e-posta döşemek yerine, karşısına geçip hakkınızı savundunuz? Ne zaman küstüğünüz arkadaşınızı, sosyal medyada engellemek yerine 'Hop arkadaş!' deyip hesap sordunuz? Çok oldu değil mi? İşte bunlar hep o teknoloji mereti yüzünden. Kö-re-li-yo-ruz çünkü böylesi kolayımıza geliyor, basite kaçıyoruz. Duygularımızı çalıyor bu teknoloji; hepimiz birer dizüstü bilgisayara dönüştük farkında değiliz. İletişimi iyi bildiğimizi sanıyoruz ama yanılıyoruz. İletişim; empati yapabilmektir. Empati de kolay bir iş değildir; sadece karşıdakinin düşüncelerini anlamak yetmez, onun ne hissettiğini de anlamak gerekir. Bizse emoji'lerde ağlıyor, toplu mesajlarla özel anlarımızı kutluyoruz. Savaşta, barışta, ekonomide, sanatta, hayatın her alanında iletişim vardır ve bunu doğru kuramadığımız zaman insanlar birbirinden ayrılır. Şimdi komşundan, ailenden, arkadaşından, sevgilinden ayrılıp yalnızlaştığın gibi... Acıya, mutluluğa karşı köreldiğimizi kabul edelim. Eskisi kadar ağlayabiliyor veya kahkaha atabiliyor musunuz? Hayır! İşte bunlar hep iletişimsizlikten... Şu iletişim meselesini baştan masaya bir yatırın, defolarınızı çözümleyin canlarım. Sonra barış, sevgi ve huzur gelecek.

Bir TV dizisi üzerine dijital önyargılar


Madem teknoloji denen meretin esiri olduk, tam da konuya cuk oturacak bir televizyon dizisi var elimde. Yağmurun camımı tıklattığı, esen rüzgarın içimi titrettiği bir sonbahar akşamında, tüm sezonunu iki gecede bitirdiğim 'Mr. Robot' dizisi tavsiyemdir. USA Network'te yayınlanan dizi, hackleme ve siber olayları konu alıyor. Baş kahramanımız 'Eliot'; gündüzleri siber güvenlik elemanı, geceleri ise hacker olarak hayatını sürdüren, insanlarla iletişim kuramayan bir adam. Dizinin ana ögesi; bir hacker grubunun büyük şirketleri hack'leyerek dünyayı kaosa sürüklemesi ve ekonomiyi çökertmeye çalışması... 'Eliot' ile iş birliği yapan bu grubun yaşadığı bir seri şizofrenik olaya tanık oluyoruz. Senaryo ilginizi çeker mi çekmez mi bilemem ama diziyi izleyince hepimizin birer 'Eliot'a dönüştüğünü fark etmem canımı sıktı. Belki hiçbirimiz o kadar yetenekli 'hacktivist'ler değiliz ama 'Eliot' kadar önyargılıyız. 'Eliot', çevresindeki herkesi hack'lediği için onların kişisel bilgilerine fazlasıyla hakim. (İnsanların facebook hesaplarına, e-posta kutularına, banka hesaplarına, hatta laptop'larının ön kameralarından evlerine kadar girebiliyor.) Onların tüm sırlarını bilmesi, 'Eliot'ın önyargılı birine dönüşmesine ve dış dünyaya yabancılaşmasına sebep olmuş. Biz de öyle değil miyiz; tanıştığımız herkesi sosyal medya hesaplarından analiz etmiyor muyuz? O insanı; gerçek benliğini görmeden, dijital karnesi ile değerlendirmiyor muyuz? Hepsini tek tek yapıyoruz. Yani insanların iklimine değil, vitrinine göre hareket ediyoruz.

Ankara'm benim Ankara'm


Ankara; benim için hiç bu kadar gri ve sessiz değildi. Müzik sesleri yükselir, gençler eğlenir, 'Orası memur şehri' diyenlere 'Hadi oradan!' derdim. Bir gün baktım ki; tanıdığım kim varsa İstanbul'a göçmüş, Ankara terk edilmiş. Ankara, kız kardeşim ve babamdan ibaret kalmış. Kalbim orada atıyordu ama bedenim gitmiyordu işte. Bir gün kardeşimin titreyen sesiyle uyandım... Keşke sessiz kalsaydın be Ankara'm; bomba seslerine, çığlıklara uyanmasaydık. Canımızı acıtmasaydın bunca kayıpla. Benim Ankara'm böyle değildi... Benim Ankara'm; Atatürk Orman Çiftliği'nin dondurmasını kaşıklamaktı, çift katlı otobüsle Kızılay'daki dershaneye yetişmekti, kampüs hayatı sürdüğüm ODTÜ'nün çimlerine uzanmaktı, okuldan kaçıp Bilkent gençliğine karışmaktı, Tunalıhilmi Caddesi'ndeki pasajları didiklemekti, Atakule'nin en tepesine çıkıp şehri izlemekti ve tabii ki Anıtkabir'de Ata'yı ziyaret etmekti...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA