Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

İki kült arasında anayasal gelişimimiz

Osmanlı/Türk anayasal gelişmelerini bir kültten diğerine geçiş olarak tanımlamak anlamlı görülebilir. Ancak "Millî İrade" kültünden "Anayasa" kültüne geçilirken ciddî bir değişim olmadığını söylemek de yanlış olmaz. Gerçekte ise bunların her ikisini de toplumu kendi görüşleri etrafında şekillendirmek amacıyla kullanan, iktidar ellerinde olduğu sürece "millî hâkimiyet" şampiyonluğu yapan, ellerinden gittiğinde ise "millî iradenin her şey olmadığını" vurgulayan bürokratik seçkinler artık yolun sonuna gelmişlerdir.
Said Halim Paşa Osmanlı anayasa hareketini yorumlarken, 1876 Kanun-i Esasîsi'nin "hakikat- ı halde bizzat idare-i mutlaka me'murîninin hükümdarın istibdadını" dengelemek amacıyla "tertib etmiş oldukları bir tedbir" olduğunu savunmuştu. Paşa'ya göre Kanun-i Esasî fikrini ortaya atan bürokrat "müceddid"ler gerçekte var olmayan bir unsuru, "millet"i devreye sokmak istemişlerdi. "Ekâbir me'murin" milletin gerçekte iktidara ortak olamayacağını bildiklerinden, onun adına konuşarak Tanzimat'ın son yıllarında Saray karşısında kaybettikleri gücün en azından bir kısmını bu yolla geri alacaklarını düşünmüşlerdi. Yoğun pazarlıklar sonrasında bahşedilen metin vatandaşa son derece sınırlı haklar getiriyordu. Toplanma, siyasî parti kurma benzeri hürriyetlere atıfta bile bulunmayan Kanun-i Esasî, Sultan'a hükûmetin emniyetini ihlâl edenleri yurtdışına sürgün etme yetkisi dahil geniş haklar tanıyordu. Ama bürokratlar buna karşın millet adına konuşmalarını sağlayacak Kanun-i Esasî'nin ellerini güçlendireceğini düşünüyorlardı. Bu nedenle bürokratların temel tezi A.B.D'dekine benzer bir "anayasa kültü" inşaı değil arzularının "hâkimiyet-i milliye" olarak sunulmasını temin edecek bir kavramsallaştırma yaratılmasıydı.
Ancak bürokratlar umduklarını bulamadılar. Sultan bürokratların baskısıyla bahşettiği Kanuni Esasî'yi fiilen yürürlükten kaldırarak "ekâbir me'murin"in elinden millet adına konuşma silahını aldı. 1908 İhtilâli'nin beraberinde getirdiği değişim "millet" in de bürokratların arzularını meşrulaştırmanın ötesinde bir katılımı arzuladığını ortaya koyuyordu. Nitekim meclis toplandığında yaptığı ilk işlerden biri özgürlükleri genişleten bir değişiklik paketi hazırlayarak anayasayı millete yapılan bir bağışın ötesine taşımak oldu. Değişiklikler bir yandan toplanma, cemiyet kurma benzeri haklar tanır, basın özgürlüğü gibi mevcut olanları genişletirken, yürütmenin gücüne ciddî sınırlamalar getiriyordu. Bu nedenle 1909'da yeni bir anayasanın yürürlüğe girdiği dahi savunulabilinir. Ancak bu özgürlük havası kısa sürdü. Bizzat kendisi bir muhafazakâr bürokrat teşkilâtlanması olan İttihad ve Terakki kendi kontrolündeki yürütmenin, ne yapacakları kestirilemeyen meb'uslardan oluşan yasamaya karşı güçlendirilmesini tercih ederek birey haklarını ikinci plâna itti.
1913 sonrasında ülkeyi millet adına ama ona danışmadan yöneten İttihad ve Terakki de tıpkı Tanzimat bürokratları gibi gücünü sınırlayabilecek bir anayasa kültü yaratmaktan kaçındı. Buna karşın, bir yandan meclisin yetkilerini tırpanlarken, öte yandan, "hâkimiyet-i milliye" kültünü güçlendirmekten geri kalmadı. Meclis idaresinde gerçekleştirilen İstiklâl Harbi ise bunu en üst noktaya taşıdı. "Her şeyi yapmaya kâdir meclis" fikrî arka plânına dayalı hareketin yayın organlarının "İrade-i Milliye" ve "Hakimiyet-i Milliye" isimlerini alması tesadüf eseri değildi.
Meclisin bu denli ön plâna çıkarıldığı bir yapıda "Teşkilât- ı Esasiye Kanunu" olarak adlandırılan yasanın hükümleri fazla anlam taşımıyordu. Üzerinde 1923'te rejim değişikliğini de içeren ciddî tadilâtlar yapılan bu metin yerine, 1924'te yeni bir anayasa yapıldığında da durum değişmemişti. Ortada bir anayasa kültü yoktu ve "millî irade"yle onu ete kemiğe büründüren "yegâne ve hakiki mümessili" meclis, kâğıt üzerinde, her şeyin üzerindeydi.
Tek parti döneminin sonuna kadar, halka rağmen halkçılık programı uygulayan bürokrasi, meclisin kâğıt üzerinde bu denli güç kazanmasından şikâyetçi olmamıştı. Meclise böylesi yetkiler bahşeden anayasanın sorunlar yaratabileceği ise ancak ilk serbest seçimlerde iktidar değiştiğinde fark edilmişti. C.H.P ihtisas komisyonunun 1953'te hazırladığı anayasa tadilâtı raporunda "muayyen bir devrin, bir ihtilâl devrinin ihtiyaçlarına tekâbül eden bugünkü Anayasa'nın 1945 yılından beri içine girmiş bulunduğumuz çok partili hayatın asgarî ihtiyaçlarını karşılayacak halde" olmadığı belirtilerek, "Millî Hakimiyet ve Millî İrade mistiğinin zahiren demokratik görünen silahı ile... en koyu otokrasilere bile rahmet okutacak istibdat ve tahakküm idaresi"ne yol açabileceği endişesi dile getiriliyordu. İlginçtir ki 1945-1950 arasında ülkeyi bu anayasa ile "millî irade" nin sözcüsü olarak idare etmekte sakınca görmeyen eski tek parti, iktidarı kaybettiği andan itibaren bunun baskıcı bir rejim doğuracağını savunmaya başlamıştı. Bürokrasi millî irade kültünün gerçek hayata taşınmasının, "açık oy, gizli tasnif"le yapılmayacak seçimlerin, ayak takımı diktatörlüğüne yol açacağını düşünüyordu.
C.H.P. İhtisas Komisyonu'nun bir anayasa mahkemesi kurulması ve ikinci bir meclis tesisi benzeri önerileri, bir anlamda bürokrasinin bir "anayasa kültü" aracılığıyla siyaseti yeniden kontrol altına alma çabasının dile getirilmesiydi, ki egemenliğin kullanımını "yetkili organlara" bırakan 1961 Anayasası bunu gerçekleştirdi. Bu anayasanın birey haklarını genişlettiği, yeni haklar sunduğu doğrudur. Ancak bu metnin aynı zamanda bürokrasinin siyasetin alanını fazlasıyla daraltmasına neden olduğu unutulmamalıdır.
Pek çok hukukçunun "antianayasa" olarak nitelendirdiği 1982 Anayasası ise aynı kült çerçevesinde bürokratik vesayeti düşünülebilecek en üst seviyeye çıkarmıştır. Türkiye'nin bu "anti-anayasa"dan otuz senedir kurtulamaması vesayetin ne denli güçlü olduğunun göstergesidir. 1924 Anayasası benzeri meclise sınırsız haklar tanıyan bir düzenlemenin sakıncaları ortadadır. Buna dönüşün ciddî sıkıntılar yaratacağı da şüphesizdir. Ancak bunun alternatifi militer karakterli bir vesayetçi jüristokrasi olmamalıdır. Dolayısıyla bireyi ve özgürlüklerini ön plâna çıkararak siyasetin alanını genişleten bir anayasa şüphesiz Türkiye'nin çağı yakalaması için atılacak ilk adımdır.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA