Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

İki "İki Türkiye" (I): Birincisi çatışır ama bölünmez

Resmî söylemin "kaynaşmış bir kitle" sloganının uzun yıllar tekrarlattırıldığı Türkiye'de, ideokrasinin dönüşümü ve logokrasinin de etkisini kaybetmesi sonrasında toplumun ne denli "kaynaşmamış" olduğu ortaya çıkmıştır.

İki "İki Türkiye"
Bu "kaynaşmamış" toplumda "sol," "sağ," "sosyal demokrasi," "muhafazakârlık" benzeri kavramsallaştırmalar altında gerçekte "kimlik siyaseti" yapılmaktadır. "Laik insan" şeklinde kavramsallaştırılarak, yaşam tarzının ritüellerini oluşturduğu, "dinî" karakter taşıyan bir kimliğin de dahil olduğu kimlikler üzerinden gerçekleştirilen bu siyasetler iki "İki Türkiye" yaratmış durumdadır.
Dolayısıyla Charles Renouvier'nin kavramsallaştırmasından hareketle "İki Fransa" olarak adlandırılan ve 1879-1905 arasında gerçekleşene benzer bir bölünmenin yanısıra, etnik eksen etrafında şekillenen bir diğer "İki Türkiye" toplumumuzu fazlasıyla "kaynaşmamış bir kitle" durumuna sokmaktadır.
Bunları yatay biçimde kesen ve Alman Katolikleri'nin uzun süre aydınlanma, sekülarizm ve milliyetçiliği Protestanlıkla özdeşleştirmelerine benzeyen mezhep ekseni ise bölünmeyi daha çetrefil bir hale sokmaktadır.
Yekdiğerini nefret söylemi kullanarak "Ötekileştiren," farklı kutsalları, sembolleri, tarihleri, rol modelleri olan, dünyadaki ve çevresindeki gelişmelere kimlikleri üzerinden tepkiler veren, "Ötekileştirdiği"nin "kıvanç" duyduğu gelişmeden üzüntüye garkolan, onun "tasası"ndan ise mutluluk çıkaran bu yapılar toplumdaki ciddî bölünmeyi yansıtmaktadırlar.
Burada söylenmeye çalışılan, bu "İki Türkiye"nin farklılıkların ortadan kaldırılması yoluyla "Türkiye"ye dönüştürülmesinin gerekliliği değildir. Bu yaklaşım zaten söz konusu bölünmelerin yaratıcısı olduğu gibi seksen yılı aşkın toplum mühendisliği deneyimimiz de bu yolla yaratılan "Türkiye"deki "birlik"in sadece ideokratik ve logokratik söylemlerde varolabileceğini ortaya koymaktadır.
Ancak bu gerçek, toplumun ortak paydaları ve tasavvuru olmasının gerekliliğini ortadan kaldırmaz.
Diğer bir ifadeyle "Türkiye"nin tektipleştirme, farklılığı yasaklama, gerekirse zor kullanarak ortadan kaldırma benzeri yollarla yaratılmaya çalışılmasının yanlışlığı "ortak payda" ve "ortak tasavvur"un anlamsız olduğunu, "Türkiye"nin anlamsız bir proje olduğunu kanıtlamaz.
Önümüzdeki sorun bunlara demokratik ve çoğulcu yollarla ulaşmaktır.

İthal çatışma
Ulus-devlet inşa edilmesi sürecinde Fransız Üçüncü Cumhuriyeti'nin Türk kopyasının yaratılmasına çalışılması uygulamada beklenmedik gelişmeler doğurmuştur.
Kavram ithaliyle ve yukarıdan aşağıya "aydınlatma" ile gerçekleştirilebileceği sanılan bu inşa sürecinin en önemli etkisi, topluma kendisinde varolmayan bir bölünme ve çatışma algısının yerleştirmesidir.
Gambetta, Ferry ve Berthelot'nun keskin söylemini Türkiye bağlamında yeniden üreten "Türk cumhuriyetçiliği" üstünkörü biçimde yaptığı kavram ithaliyle Fransa'da gerçekte yaşanandan daha derin bir çatışmanın insanlık tarihinin motor gücü olduğu tezini savunmuş ve bunu siyasallaştırmıştır.
Fransa'da zikredilen dönemde "İki Fransa Arası Savaş"ın sahneye konulduğu, Prusya Kulturkampf'ının da ötesine giden bir kültürel çatışmanın yaşandığı doğrudur. Buna karşılık Sudhir Hazareesingh'in ufuk açıcı çalışmalarıyla ortaya koyduğu gibi Fransa'da yaşanan çatışma daha sonra cumhuriyetçi tarih yazımının yeniden inşa ettiği türde bir "siyah-beyaz" tablo içinde gerçekleşmemiştir. Bu tarihçilik "İki Fransa" çatışmasını yeniden inşa ederken, "Cumhuriyetçilik" üzerinde etkili olan "dinî ve deist" akımları ve Katolik Fransa'daki "bilimle dini bağdaştırma girişimlerini" görmezlikten gelmiştir.
Dolayısıyla Erken Cumhuriyet liderleri, yaratmayı hedefledikleri "Üçüncü Cumhuriyet'in Türk Versiyonu"nu gerçekleştirmeye çalışırlarken, Fransız Cumhuriyetçi tarihçiliği tarafından inşa edilen "Cumhuriyet-bilimlaik düşünce" / "Katoliklikhurafât- dinî kimlik" siyahbeyaz eksenindeki çatışmanın toplumsal gerçeklik ve insanlık tarihinin "sonsuzluğa kadar sürecek" mücadelesi olduğunu varsaymışlardır.
Bunun sonucunda ise ithal ettiğimiz bir çatışma algısı varolandan daha keskin bir biçimde yeniden yaratılmış, Türk Cumhuriyetçiliği ise 1922 sonrası Türkiye'yi "Cumhuriyet-bilim-laik düşünce" ve "Sünnî İslâm-hurafât-dinî kimlik" arasındaki mücadele olarak yeniden inşa etmiştir.
Bu açıdan bakıldığında, birinci "İki Türkiye" ithal yoluyla yaratılmış suni bir çatışmanın neticesidir. Ancak yapay biçimde yaratılmış olması onun ciddî bir fay hattı doğurmasını önlememiştir.
Günümüzde bu fay hattının iki tarafında kullanılan söylemler ve "Ötekileştirme" girişimleri fazlasıyla ürkütücüdür.

Çatışır ama bölünmez
Kendi ellerimizle yarattığımız, tarihî değişimin motor gücü olduğunu düşündüğümüz bu çatışmanın toplumumuzu ne denli yorduğu ve enerjisini tükettiği ortadadır. Bu eksen etrafındaki çatışma daha da tırmanabilir, kutuplaşmaya neden olarak ağır toplumsal hasar yaratabilir; ama Türkiye bu eksen etrafında bölünmez.
Üçüncü Cumhuriyet'in militan "laik fikir" taraftarları ile ultramontanist Katoliklerinin diğerini ötekileştirmekle kalmayıp "canavarlaştıran" söylemleri, "okullar savaşları"nın sonrasında Renouvier'in de belirttiği gibi aralarında tek bir ortak paydanın kalmadığı "İki Fransa" 1945 sonrasında beklenmedik bir suhûletle "Fransa"ya dönüşmüştür.
Yaşanılan çatışmanın izleri halen görülebilir, mücadeleyi sonsuza kadar sürdürmek isteyen militanların seslerini yükselttikleri dönemler görülebilir; ama "İki Fransa" artık tarihçilere ait bir konudur.
1996'da Frank Kralı Clovis'in vaftizinin bin beş yüzüncü yıldönümü nedeniyle yapılan devlet törenleri şüphesiz pek çok Fransız vatandaşına bir asır önce taraflardan birisi kesin yenilgiye uğrayıp sahneden çekilmedikçe bitmeyecek gibi görünen bir çatışmanın pek de anlamlı olmadığını düşündürtmüştür.
Benzer şekilde birinci "İki Türkiye" de ne kadar çatışırsa çatışsın neticede ortak paydalarını yeniden keşfedecek, ortak tarihini inşa edecek, eğitim benzeri konularda uzlaşmaya varacak, kutsallarını çatıştırmamayı öğrenecek ve ortak bir tasavvur etrafında birleşecektir.
Yarattığımız gerçek dışı algılarla başlattığımız ve neticede bir tarafın zaferi ile neticelenmeyecek bu on dokuzuncu asır çatışmasını yaşamak kaderimiz değildir. Laikliğin laikleştiği, devletin dindarlıkla çatışmadığı buna karşın onu "tanımlayarak" yukarıdan aşağıya topluma empoze etmeye de çalışmadığı, din-bilim çatışması ekseninde siyasetler üretmediği, yaşam tarzlarına ve atheizmin de dahil olduğu bir yelpazedeki inançlara müdahale edilmeyen, kimliklerin siyaset yapımında etkisinin asgariye indirildiği bir Türkiye tasavvuru etrafında birleşmek eninde sonunda geleceğimiz bu noktaya kan kaybetmeden ulaşmamızı sağlayacaktır.
O noktaya çatışmadan gelmenin çok daha anlamlı olduğu ortadadır; bunun tek aracı ise demokratikleşmedir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA