Mühendis olduktan sonra, ODTÜ iktisada girmiş ama ayrılıp Hacettepe İktisat Bölümünden 'bilim uzmanlığı' (master) derecesi almıştım. Adını hafıza defterimize kaydettiğimiz iktisatçılar vardı. Macar asıllı İngiliz iktisatçı Nicholas Kaldor onlardan biriydi. (Kızı Mary Kaldor da babasından aşağı kalmadı sosyal bilimler tarihinde...) Kaldor'un Türkiye'ye gelip, 1960'ların başında, bir rapor hazırlamıştı. Rapor sanayinin nasıl finanse edileceği, sermaye birikiminin nasıl sağlanacağıyla ilgiliydi.
***
Geçenlerde
Süleyman Yaşar Beyin bu konuyu dile getiren bir yazısını okudum. Yaşar,
Kaldor'un önerdiği
vergi sisteminin Türkiye'de bugünkü iktidar tarafından uygulandığını söylüyordu. İşin aslı şu: Kaldor, tarım arazisinin, elde edilecek
reel ürün değeri üstünden değil, araziden alınabilecek (ama alınmamış)
muhayyel ürün değeri üstünden vergilendirilmesi gerektiğini öne sürmüştü. Yani
tarım değil arazi vergisi uygulansın demişti. Yani 1000 TL'lik ürün elde etti çiftçi, hayır onun değil, o araziden sağlayabileceği 3000 TL'nin vergisini ödeyecekti.
Zor bir yaklaşım bu elbette. Vergiye esas teşkil eden parayı kazanmamış dolayısıyla gelirinden fazla vergi verecek köylü toprağı bırakıp
sanayi işçisi olacak, toprakta
büyük mülkiyet teşekkül edecekti.
Süleyman Yaşar Bey bu yöntemin şimdi emlak vergisi üstünde işletildiğini belirtiyor. Emlak vergisi de arazi vergisinin bir parçası. Yaşar diyor ki, artık, gayrimenkulün
mevcut değeri değil,
satıştan elde edilebilecek değeri göz önünde bulundurulup vergi ona göre salınıyor. Böylece insanlar
küçük mülkiyet çerçevesinde ellerinde tuttukları taşınmazları satıp kaçıyorlar. O binalar bu defa
büyük rezidans, AVM binalarına dönüştürülüyor. Tamam, Türkiye'de kimse
reel değer beyanıyla
alım satım vergisi ödemez, vs. ama Yaşar'ın belirttiği bu husus ayrıca önemli.
***
Önemi bu hususun çarşamba günü bu köşede yayınlanan yazımda değindiğim konu; yani, diyorum ki, AK Parti, bir yandan '
yüz yıllık parantezi' kapatırken bir yandan da
yüz yıllık geleneği sürdürüyor ve hala
küçük mülkiyet sahibine karşı büyük mülkiyet sahibini destekliyor. Bizim bitmez tükenmez
sermaye terakümü sancımız bunu zorluyor.
Her şeye rağmen
yoksul bir ülkeyiz ve iktidarlar tercihlerini büyük sermayeden yana koymayı kaçınılmaz görüyorlar. Hele bugünkü dünyada, o
gökdelenlerin, AVM'lerin, rezidans yapılarının sadece yerli sermayeyle oluşturulmadığını, küresel sermayeyi çektiğini, yani ülkeye
yabancı sermaye (doğrudan veya dolaylı) girişi sağladığı düşünülürse iktidarlar başka şansları olmadığını düşünmeye başlıyor.
Daha önce de yaşandı bunlar. 1970'te
Demirel hükümeti kendi partisinden 40 kişi tarafından düşürüldü. O hamle Demirel'in yakın durduğu
büyük sermayeye karşılık
küçük sermayenin, küçük üreticinin, küçük mülkiyet sahiplerinin hamlesiydi.
Bugün de işler 1970'te olduğu gibi mi işliyor derseniz, hayır, öyle değil. Birincisi, bugün
büyük kentlerdeki şu
gayrimenkul hareketi olsun, kırsal alandaki
tarım arazisi hareketi olsun
'eski' büyük sermayeyle ilişkili değil. Bunlar,
Anadolu sermayesinin büyük kente
büyük kapital olarak yerleşmesine dönük. Daha açıkçası, Anadolu sermayesini büyütmeye ve sermaye transferi yapmaya dönük. Oysa 1970'te
Demirel, doğrudan
İstanbul sermayesiyle ittifak halindeydi. Ona karşı çıkanlar küçük Anadolu sermayesi yanlılarıydı.
İkincisi,
küçük üretici ve mülkiyet sahibi sürekli
göç ediyor ve büyük kente yerleşiyor. Fakat AK Parti son on yılda o kesimi kapsayan
sosyal politikalar üretiyor. Daha da önemlisi o kesime siyaset üstünden
kimlik kazandırıyor. Yani, küçük mülkiyet sahibini ezmiyor, yok saymıyor. Bugüne kadarki başarısı bu iki kesimi birden memnun edebilmesinde.
Evet, böyle!