Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Yeni öykü

Öyküyü daralan zaman, yakalanan an olarak nitelendiriyorum. Bu olguyu Türkiye'de yazınsal bilincin toplumsal dönüşümden sağladığı en önemli kazanımlardan biri olarak görüyorum. Bu bir. İkincisi, öykünün anlatımıdır, dilidir. Öykü elbette romandan koparılmış bir parça olarak görülebilir. Bir 'tahkiye'dir öykü, son kertede. Fakat bu şekilde tanımlamak öyküye haksızlıktır. Giderek incelen, kendisine ait nitelikler kazanan, süzülen bir dildir öykününki

Türkiye'de edebiyatın kendisine özgü bir tarihinin olduğu malum. Yazılı olmayan bir gelenek ve kültürden geldiğimiz için yazının kendisi demek olan modern edebiyatla geç tanıştık. O tarihin gecikmeler bakımından epey üzücü yanları var. 1900 yılındaki ilk romandan sonra edebiyat, ilginçtir, romanların tarihi olarak gelişti. Ama modern edebiyatın kurucusu öykü oldu. Sait Faik ve adı hep onunla birlikte anılan Sabahattin Ali'nin kurucu emekleri üstünde ayrıca bu açıdan durmak gerekir. Diğer kurucu öge modern şiirle birlikte öykünün modern anlatıyı biçimlendirmesi herhalde öyle görmezden gelinecek bir husus değil. Gene de ne gariptir ki, bu gerçek üstünde pek az düşünülmüştür. Öykünün bizim çağdaş yazınsal bilincimizde oynadığı rol hakkında çok az şey yazıp çizdik. Sait Faik'i hiç kuşkusuz çok seviyoruz ama bize ne getirdi sorusunun yanıtını henüz veremedik. Sabahattin Ali'nin öykülerini ise okuyan olduğunu sanmıyorum. Onun da artık bir roman yazarı olarak düşünülmesi, bu geçiş, gene başka bir çetrefil soru dikiyor karşımıza.
Bu saptamalar bile öykünün Türkçenin yaşantısındaki yeri bakımından bana ilginç görünüyor. Öykü bize herhalde tanımına da uygun bir şekilde anı yakalamayı öğretti ve bunu çarpıcı bir realite olarak belirtmek gerekir. Çünkü, Ahmet Haşim'in, artık neredeyse ezberden atıfta bulunulan 1921 tarihli Müslüman Saati isimli denemesinde saptadığı 'zaman' 12 saatlik bir zamandır, söylediği gibi. Sabah ve akşam arasındaki bir bütün, uzun, geniş zaman dilimidir. Sonra Batı saati gelir. Gün 24 saate bölünür. Haşim, kendisine has 'şiddetli' ve ironik üslubuyla o zamanın getirdiği gece ve sabah 'felaketlerini' anlatır.

DARALAN ZAMAN YAKALANAN AN

Roman her şeye rağmen Müslüman saatine denk geliyordu. Zaman romanda yavaş ve ağır akıyordu. Anlatının hacmi ve temposu buna uygundu. Sonra bu zaman ansızın bitti. Nasıl zaman daha ufak birimlere bölündüyse anlatı da bölündü ve öykü romanın yerini aldı. O arada şiir de küçülmüştü. Gene dikkat çekici bir olgu. Öykü de modern hayata romanla iyi kötü denk bir vakitte girerken, yani zamanı daraltırken, şiir aynı şeyi ancak 1940'larda yapıyordu. Neticede öyküyü daralan zaman, yakalanan an olarak nitelendiriyorum. Bu olguyu Türkiye'de yazınsal bilincin toplumsal dönüşümden sağladığı en önemli kazanımlardan biri olarak görüyorum. Bu bir.
İkincisi, öykünün anlatımıdır, dilidir. Öykü elbette romandan koparılmış bir parça olarak görülebilir. Bir 'tahkiye'dir öykü, son kertede. Fakat bu şekilde tanımlamak öyküye haksızlıktır. Giderek incelen, kendisine ait nitelikler kazanan, süzülen bir dildir öykününki. Füruzan uzun, kapsamlı, unutulmaz öyküler yazdı. O öyküler romanı çok andırıyordu, yadsınamaz bir biçimde. Gene de birer öyküydüler ve öykünün diliyle yazılmışlardı. Modern edebiyatın çok güçlü isimlerinden, son isimlerinden, Selim İleri ise öykü yazmadı çok uzun bir süre. Ama romanları öykünün damıtılmış, arı, her türlü çapaktan arınmış diliyle oluşturulmuştu. Derken son öykü kitabını yayınladı. Orada Ahmet Hamdi'yi anlattığı öyküyle mesela Nahid Sırrı Örik'i anlattığı Cemil Şevket Bey isimli romanı rahatlıkla karşılaştırılabilir. Çarpıcı sonuçlar çıkacaktır. Biri romandır öyküye yakındır, diğer öyküdür roman kadar kapsamlı, derin ve çalkantılıdır.
Bu çok güçlü çıkış bize öyküyle romanın kesişmeye başladığını gösteriyor ki, modern sonrası edebiyatın kat yerinde bu gerçek duruyordu. Böylelikle de roman ve öykü değil artık anlatı (narrative/recit) ortaya çıktı. Doğaldır; koşullar bunu gerektiriyordu. Bunu da romanın yenilgisi diye görmek mümkün müdür bilemem ama öykünün başarısı, utkusu diye tanımlamakta bir sakınca yok. Thomas Bernhardt bu noktada duruyor örneğin. Veya benim için çok önemli bir öykü-romancı David Markson gene aynı noktada duruyor. Kundera ise, kuşkusuz, bir romancı. Çok büyük bir romancı. Fakat onun romancılığını da gene bir kat yeri romancılığı saymak yanlış olmasa gerektir. Son romanı tezgahlarda duruyor.
Bu anlatı dönemi de bana kalırsa artık tamamlandı. Daha önce SABAH'ta yazdığım bir yazıda belirttiğim gibi öykü artık tek satırlık bir anlatıma dönüştü. Olabildiği kadar 'minimal' bir yapı kazandı. Belki Twitter döneminin, insanın hayatını 140 karakterle anlatmasının bir sonucu. Bu yeni oluşumun bu gelişmede elbette bir etkisi vardır. Yadsımıyorsam da, bu yeni başlangıcı da gene öykünün bir başarısı, kendisine ait alanı dikkatle, özenle savunmasının bir sonucu olarak görmek gerekir kanısındayım. Öykü kendisini bir yazınsal tür olarak, bir anlatım yöntemi olarak ayrıştırabildiği kadar ayrıştırıyor. Bunu çok kayda değer buluyorum. Burada ayrıntısına girmeyeceğim ama Post Entelektüel Dönem ve Edebiyat isimli kitabımda uzun boylu anlattığım gibi romanın kendi iç sorunlarıyla boğuştuğu bir dönemde öykünün bu derecede yalınlaşması hem şaşırtıcı hem de özgül bir haldir.
Bu neyi getiriyor derseniz, ilk yanıtım şiir olur. Öyle: bugün öykü romandan ayrıştı ama git gide şiire yaklaştı. Bazı öyküler şiirleşmemiş şiir, bazı şiirler de öyküleşmemiş öykü olarak giriyor artık hayatımıza. Öykü en fazla artık şiirle ilişkili. Tek satıra, tek bir imgeye indirgenmiş öykü için de bunu doğal karşılamak gerekiyor. Kaldı ki, hayatın her aşamada 'maksimal' hale geldiği bir dönemde bu oluşumu bir tepki olarak görmek de mümkün. Bir tek anın, büsbütün indirgenmiş anların saptanması demek artık öykü; başlı başına yeni bir durum.
Bütün bu genel oluşumların Türkçe öykünün ötesinde, dışında olup bittiğini, cereyan ettiğini düşünmemek gerekir. Tersine Türkiye'de yazılan öyküde de bu oluşumlardan izler bulmak mümkün.

ANLATACAK ÇOK ŞEYİMİZ VAR
Gene de bazı izlekleri dikkatli yoklamak gerekir. Birincisi, artık çok kitap yayınlanıyor. Bu bir sosyoloji. Bu yayın hamlesi içinde öykücülük başlı başına bir yer tutuyor. Neredeyse herkes diyebileceğimiz kadar büyük bir kitle edebiyatla ilgili bugün ve kitap çıkarıyor. Bunların sahih ve sıkı bir değerlendirmeden geçip geçmediğinden emin değilim. Güvenilir, önde gelen eleştirmenlerin bir öykücülük dikkati var, bu göze çarpıyor. Yeni öykücülere eğildiklerini bu eleştirmenlerin görmek de mümkün. Fakat hassas bir değerlendirme o elekten geçenlerin hemen hemen hep aynı adlar olduğunu söyleyebilir bize. Yani aynı eleştirmenler, çok doğal bir biçimde, aynı öykücüleri irdeliyor. Geriye kalanların irdelenmesiyse zaten zor. Bir defa, refleks olarak, ilk kitabını yayınlayan öykücülerden kaçının devam edeceğini bilmiyoruz.
İkincisi, bugün neden öykü yazılır sorusunun bazı yanıtlarını yukarıda ifade ettim. Türkiye'de de aynı nedenlerle yazılıyor dedim. Ama genel bir saptamada daha bulunabilirim. Öteden beri büyük edebiyat geleneği yaratmış Fransa'da romanın küçüldüğünü belirtiyorum. Söylenenler söylendi. Geriye kalanları da artık kısa ve hızlı anlatmak gerekir. Oysa Amerika, belki hâlâ çok sert ve hızlı değişimlere açık, onları bu şekilde yaşayan bir toplum olduğu için, insanların hâlâ anlatacak çok şeyi var. Uzun ve geniş romanlar yazılıyor o ülkede. İlginçtir, Fransa'da neredeyse hiç öykü yazılmıyor. Oysa Amerika'da çok öykü yazılıyor. Biz, birçok bakımdan Fransa geleneğinden gelen ama Amerika'ya çok benzeyen bir toplumuz. Bu hususta da bir benzerliğimiz var. Çok öykü yazılıyor, uzun romanlar yazılıyor bizde de. Demektir ki, anlatacak çok şeyimiz var.
Ama öyle mi? İzlediklerime bakarak yanıtlayacaksam cevabım hayır. İtiraf edeyim ki, çok içe dönük, daha doğrusu kendisine dönük, kapalı bir öykü yazılıyor Türkiye'de. Bu öykünün bazen hayli minimal bir çizgiye yaklaştığını söyleyebiliriz ama, genel olarak anlatımcı bir tutum içinde gelişiyor bu öyküler. Fakat anlattıkları o kadar ilginç değil. İçe kapanıklık öyküyü git gide bir dil meselesi haline getirmiş bulunuyor. Gizemli, zaman zaman tarihsel, hayli bireysel bir öykü öne çıkıyor. Semih Gümüş'ün de belirttiği gibi bu öykünün neredeyse diyaloğu hiç yok. Ben ona olay örgüsü, kurgu da yok diye bir katkıda bulunayım. O koşullar altında da öykü tıkızlaşmıyor belki ama soluyor, solgun bir hale geliyor. Ya da fazla kırılganlaşıyor. Git gide bir yakınmaya dönüşüyor. Fazla duygusal. Gerçekten de Türk öykücülüğünün bugün en ciddi gerçeği, sorunu da denebilir, gereğinden fazla duygusal (sentimental) oluşu.
Bir dilin ve edebiyatın öyküde direnmesi çok önemli. Çok değerli. Ama Türkiye'deki öykünün bu derecede zengin, güçlü ve umut veren bir kaynağa sahipken, bu derecede tıkanması insanı şaşırtıyor. Fazlalık, büyük sayılar kuramı, nitelikli olanın nicel olanla bağlı olduğu bir gerçek. Bu kural bu defa ne kadar işleyecek bilemiyorum. Ama son on beş yılın nicel açıdan çok yüklü veriminin nitelik sorununu yeniden ele almak gerekir. Burada galiba edebiyatın yaşadığı genel bir soruna değinmek gerekir. Onunla da tamamlayayım.
Edebiyat bugün hayattan kaçınıyor. Hayatla iç içe değil edebiyat. Hayatla yüzleşmiyor. 1990 sonrasının edebiyat eğilimleri içinde hayatla hesaplaşan bir tutum yer almıyor. Hatta en genel manasında edebiyat hesaplaşmanın, yüzleşmenin, tartışmanın bir aracı değil. Hayatın da cevap vermediği, belki ağır bir ifade ama, yüz vermediği bir alan edebiyat. Git gide operaya benziyor. Kitlesel gücünü yitirmiş, uzmanlık alanı gibi duruyor. Türkiye'de yazılan edebiyatın bugün konusuz olduğunu söylemek gerekiyor. O zaman da ilgisini kendisine yöneltmiş bir anlatıcılık öne çıkıyor. Bu 'sekter' tutumu şimdi öykünün en ciddi sorunu olarak görüyorum. O zaman bundan böyle bir Sait Faik olmayacağını (bütün anakronizmalara ve hatta ahistorik içeriğine rağmen yargının) belirtmek zorundayım.
Bununla birlikte öykücülüğün gücünü heyecanla izliyorum. Yeni teknolojiyle, yeni iletişimle, yeni zaman- mekan ilişkisiyle ve nihayet tamamının toplamı olan yeni zihniyetle çevrili yeni dünyanın gizi, her şeye rağmen, bu öyküde saklı olacak.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA