Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Yaz aşkları ergenliği

Yaz aşkı kavramı, İngilizcede ergenlik çağına ait bir hakikat olarak ifade edilir. İleriki yaşlarda yaz aşkları yaşanamayacağına vurgu yapılıyor

'Yaz aşkları' kavramını evrensel sanırız. Yaz 'romansları', yanıldığımızı hiç düşünmeden zannederiz ki, dünyanın her yerinde, her kültüründe geçerlidir. 'Deniz ve mehtap', sudaki yakamozlar, mutlaka mühürleyici bir şarkı bu yaz aşkları klişesinin unsurlarını oluşturur. En nihayet sonbahar gelecek, eylül başlayacak, 'sarı sarı yapraklarla' aşklar bitecektir. Eh, zaten Eylülde Gel gibi şarkılar falan da vardır. Benim bildiğim, yaz aşkları denince hatırlanan ilk ve önemli yapıt, Amerikan kültürünün neredeyse ikonik önem kazanmış filmi Summer of 42'dir; 1942 Yazı. Film, ya 1971 ya 1972 yılındandır. Gösterime girer girmez etkili olmuştur. Herman Raucher'in çok muhtemelen kişisel anılarından yola çıkarak yazdığı senaryo, 14 yaşındaki bir çocuğun, Hermie'nin, kendisinden yaşlı çok güzel bir kadın olan Dorothy'ye duyduğu aşkı ve sonunu anlatır. Uzun günlerdir peşinde olduğu Dorothy bir akşam ağlamaktadır, üzgündür ve o gece Hermie'yle yatar. Oğlan sabah uyandığında kadını ortalıkta göremez. Geride bir mektup bırakıp Nantucket koyunu terk etmiştir. Kadın mektubunda Hermie'nin kendisini ileride anlayacağından basetmektedir. Bizim sivilceli o arada fark eder ki, bir önceki gece gelen telgraftan, Dorothy asker eşinin cephede öldüğünü öğrenmiş, onunla, o acının, yıkımın yarattığı yücelik (belki de hiçlik) duygusu içinde beraber olmuştur. Bu filmden etkilenmeyen kimseyi anımsamıyorum. Hele ergenlik çağındaki genç erkeklerin kendilerinden yaşlı kadınlar tarafından 'seçileceklerine' dair muazzam hayal filmi daha da cazip hale getiriyordu. Ondan biraz daha önce gösterilen ve gene genç bir erkeğin can alıcı bir kadın (femme fatale) tarafından baştan çıkarıldığını anlatan The Graduate bir kuşak erkeklerin hayal dünyasını inşa etmişti. Üstelik filmde Anne Bancroft, baştan çıkardığı Dustin Hoffmann'ın kız arkadaşının annesi rolündeydi. İlişki çok kısa sürmüş, ertesinde, geleceğinden biraz endişeli Benjamin, sevgilisini, hâlâ çok beğendiğim o kırmızı Alfa Romeo Spider (1966) arabaya atıp kaçırmıştı.

ÇOCUKLUK, HATTA ÇOCUKLUK HASTALIĞI
Neyse, mesele, yaz aşkları. Öyle düşününce birdenbire çok ilginç bir şeyi fark ettim. Bizim o kadar mühimsediğimiz, romantik bulduğumuz, belki, itiraf edelim, herkesin yaşamak için can attığı yaz aşkları kavramı, benim bildiğim kadarıyla, hayatı tanımlamakta çok gelişmiş bir dil olan İngilizcede yeni yetmelik/ergenlik çağına ait bir 'hakikat' olarak ifade edilir. Bugüne kadar öğrendiklerimi kafamda evirip çevirdiğimde, yeni yetmelikle bütünleşmemiş bir tek yaz romansı anımsamıyorum, Amerikan edebiyatında. İşin özeti, aslı-faslı odur: Yaz romansı denilince insanlar ergenler arasında, yaz aylarında yaşanan, biten aşklardan söz eder. '42 Yazı'nın o derecede 'kült' bir film olması da bu soy bir nitelik taşımasındandır. Garip değil mi? Bizim kültürümüzde o kadar farklı anlamlar yüklenen bir duyuş, Amerikan toplumunda hayatın çok özel bir dönemine ait kabul ediliyor. Nedir buradaki vurgu? İnsanların ergin yaşlarında, ileri yıllarında yaz aşkı yaşayamayacağı mı dile getiriliyor? Doğrusu öyle. Amerikan toplumunun Protestan saflığı içinde bakılırsa, büsbütün öyle. O toplum, aşkı, hayatta bir defaya mahsun, eşini, hatta 'türeyeceği eşini' ('breed mate') bulana kadar aşka izin verir, gerisi aile hayatı, kurulmuş ortaklık, sürdürülen ilişki şeklinde cereyan eder. Yazlar falan güzeldir ama öyle çıldırtıcı aşklara, şuna buna açık değildir. Onu 'çocukluk', hatta 'çocukluk hastalığı' kabul eder. Şimdi, Türkiye'ye bakıyorum; gazeteleri, dergileri elime almak içimden gelmiyor. Çünkü, toplumun malı olmaktan çıktılar mankenlerin, sahne göstericilerinin, futbolcuların mecraına dönüştüler. Gece gündüz, hem de birinci sayfaları, hem de manşetleri, manşet altlarını bu kesimde yaşanan 'yaz aşkları' işgal ediyor. Tam bir işgal. Mekan belli, Bodrum. Koşullar belli, değişen sadece isimler.

ERGENLİKTEN KURTULAMAMIŞ TOPLUM
Peki, yok mudur, yazın yaşanmış bir aşkı derinlemesine, yakıcı bir biçimde dile getiren kitaplar? Hem vardır hem de gerçekten yakıcıdırlar. Belki ileri yaşlarda yaşanan aşkların çok kavurucu olmasından ötürü, bu kitaplar da basbayağı okurken insanın yüreğini acıtır. Aşk zaten hastalıklı bir duygudur veya bir duygunun en hastalıklı halidir. Ürperecek bir şey yok canım, hatta asıl zevki bu özelliğindedir. Bu nedenle de yaz aşklarına dönük kitaplar çok kuvvetli ve sarsıcı duyguların metinleridir. Aklıma iki kitap geliyor: Aynı mekanda geçen iki aşk romanı. Birincisi, elbette, Thomas Mann'ın Venedik'te Ölüm. Fazla bir şey söylemeyeceğim. Hem Venedik, hem ölüm. Geride de oldukça garip bir aşk vardır. İkincisi, gene Venedik'tir ve gene ölümdür: Ian McEwan'ın Yabancı Kucak isimli romanı. O da sert, acımasız bir kitaptır. Bizde bu konunun hâlâ en çok bilinen metni, Selim İleri'nin Her Gece Bodrum'udur. Onun iç kırgınlıklarıyla dolu örgüsü diğerlerinden daha şenlikli sayılmaz. Hani düşünüyorum, yaz günü bunlar biraz kasvetli gelebilir, gerçekten daha sıcak bir roman yok mudur diye ve galiba bulamıyorum ama mutlaka aşk romanı olsun, bir de sıcak ve egzotik iklimlerle iç içe geçsin isteniyorsa Durrell ve İskenderiye Dörtlüsü'nden ötesi bulunmaz. Her şey iyi hoş da, ben şu, bizim basınımızda bir türlü bitmeyen ve koca koca adamları kadınları kıskıvrak bağlamış yaz aşkları çırpınışlarına bakınca ve bunun aslında bir ergenlik tepkimesi olduğunu anımsayınca, hâlâ, diyorum, ergenlikten kurtulamamış bir toplum olduğumuzu gösteren çok delil vardır ama bunun kadar şatafatlısını herhalde bulamayız. Haydi, herkese iyi yaz aşkları...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA