Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Militer kültürle klinik kültür arasında

Etrafımdaki insanlara, ister Türkiye'de ister yurtdışında olayım, bakıyorum, şaşırıyorum. İnsanlar derken, giyim kuşamlarını kast ediyorum. Belli bir seviyede, belli bir sınıfta olanların tamamı neredeyse hep aynı giyiniyor. Aslında benim aynı dediğim şey bir ayrılığa, bir aykırılığa tekabül ediyor. Hele biraz da sanat dünyasına, entelektüel alanlara yakın biriyse o gördüğüm kişi, derhal kendisini toplumun geri kalan kısmından ayıracak bir çizgiyi tutturmaya çalışıyor, giysileriyle kendisini 'yaparken'. Burjuva veya iş kıyafeti denecek yaklaşımdan uzak, farklı tarzda, 'işlenmiş' giysiler bunlar. Tepeden tırnağa siyahlara bürünmek de var işin içinde, sarı, kırmızı, mor, yeşil pantolonlar giymek de. 'Tasarlanmış' ceketler, kazaklar, montlar, ayakkabılar.
Şaşıraca bir şey yok. Giyim her zaman bir etikettir. İnsan giyinerek kendisini yapar, kimliğini, yeni moda bir tabirle 'duruşunu' ortaya koyar. Bazıları bunu, daha 'haykıran' bir anlayışla gerçekleştirir. İngilizcede buna, 'loud dresser' denir. Gerçi İngiliz ekolü bunun tam tersidir.
Giyimin modaya dönüştüğü bir nokta var. Her moda toplumsal bir deklarasyondur. Aynı zamanda insanların cemaatleşme isteğinin bir uzantısıdır. Toplumsal bütünün bir parçası olarak insanlar, aynı modayı izleyenlerle aynı sınıfı, aynı kültürü, aynı duyarlılığı paylaşır.
Üstelik moda sadece giyim kuşam değildir. Her şeyin modası olur, her moda aynı kapıya çıkar.


***
İşin bu kısmı böyle olmasına böyle. Fakat ben o aykırı, ayrıksı tutuma baktığım zaman farklı bir şey görüyorum. Belki garip gelecek ama, o farklılığı yaratan tarz bana büyük ölçüde militer bir modanın sonucuymuş gibi geliyor. Hele son zamanlarda büsbütün öyle. Namlı moda kuruluşlarından birinin bu yılki ürünlerine bakıyorum; bizim 1970'lerde sol militanların üstünde görerek, özenip giyinmeye başladığımız, herkesin Deniz Gezmiş'le zihnine kazıdığı o parkalar, çok düğmeli amiral kabanları, postallar vitrinleri, dergi sayfalarını dolduruyor. Düpedüz bir militer, para-militer tarzla karşı karşıyayız. Sadece o mu; kargo pantolonları bir asker giysisi değil mi? Hatta şu bisiklet yaka dümdüz tişörtler de aynı şekilde, zamanında Amerikan askerlerinin giydiği bir hafif giysi değil miydi?
Kısacası hayatımız moda bakımından alabildiğine askeri bir noktaya kaymış durumda. Bütün devletler, gerillayla 'mücadele ettiğini' söylüyor, ama kıyafetleri dağı taşı tutmuş durumda.
Dil de öyle. Bugün bütünüyle bir 'güvenlikçi' dili var ağzımızın, kafamızın içinde. Bir şey sorup, "Öyle mi?" diyorsunuz, "Doğrudur efendim," diye bir cevap geliyor. "İntikal ediyorum efendim," diyen birileri dolaşıyor çevremizde. 'Çıkış yaptı-giriş yaptı'dan başka bir şey duyamaz olduk. "Paylaşıyorum," diye bir sözcük uğulduyor ortalık yerde. Emir kipinde sözcükler de cabası: "İstiyorum!"
İşin özü, giyimden dile dünyanın militarizme battığı bir dünyadayız. Üstelik bu kültür en sofistike insanları da kuşatmış o kadar kolay durumda.
***
Sorunun ne olduğunu daha iyi anlamak için başka bir şeye bakalım. O da benim militer kültürün yanına koyduğum ve klinik kültürü dediğim şeydir.
Bir mekana giriyorsunuz, gene Amerikalıların dediği gibi 'clinically clean', hastane temizliğinde. Zaten her yer beyaz, yok denecek kadar az eşya var ortada, onlar da gene insanda bir hastane duygusu uyandıracak üslupta. Her yer alabildiğine sessiz. Etrafta sağlığı anımsatacak, çağrıştıracak unsurlar, onların başında sağa sola serpiştirilmiş, yeşil elmalar.
Aslına bakılırsa bu döşeme tarzı da şu yukarıda değindiğim sonuca gidip varıyor: Hakim, yaygın olandan kopuk, uzak bir alan, dünya yaratmak. 'Öteki dünya' yani ortalama insanın yaşadığı, mal biriktirmeye dayalı, karmaşık, toplama ortamlar bu insanlara göre değil. Bazen minimalizm, bazen basitlik ama ne kadar az eşya olursa olsun hepsinin teker teker seçme parçalar olması işin bam teli.
Gene de bu klinik tutkusu beni irkiltiyor. Çünkü ben o militer olan kültür açılımında da bu klinik kültürde de ölümle garip bir ilişki kurulduğunu düşünüyorum. Kısacası morbid kültürün, ölüm kültürünün stilize halinde soluk alıp veriyoruz.
***
Militer kültürün gelip hayatımızı kuşatmasının nedenini yukarıda belirttim. 11 Eylül sonrası dünyanın bir sonucu bu. Her tarafımız askerler ve güvenlikçilerle kuşatılmışken, kendimizi onlarla özdeşleştirmememiz, onlardan kopuk yaşamamız olanaksız. Bir biçimde o kültürü içselleştirmek zorunda hissediyor insanlar kendilerini. O yoldan da güçle gizli ya da açık bir ilişki kuruyorlar. Militarizmin bağlandığı güç, o eril/ erkeksi giysiler üstünden, kadın, erkek herkesi sarıp sarmalıyor.
Gerçekten de militarizm derken aslında bir erilleşmenin içinde soluk alıp veriyoruz. Öte yanda ne kadar siyaseten doğru şeyler yapmaya çalışırsak çalışalım ve o anlayışla eril olana daha baştan karşı çıkarsak çıkalım bugün erillik-güç ilişkisi hayatımızın ortasında bizi kıskıvrak bağlamış durumda. Ama bu anlayış son kertesinde gider ölümle temas eder.
Güç meselesi sadece bir militarizm meselesi değil. O klinik kültürün altında bir sağlık kaygısı var. Yok denebilir mi? Kim var etrafınızda, yogadan, pilatesten bilmem neye kadar uzanan bir sporla gece gündüz uğraşmayan? Yediğimiz ona göre, içtiğimiz ona göre. Gençleşmek neredeyse insanlığın artık tek kaygısı. Bunun altında da güç tutkusunun yatmadığını söyleyecek babayiğit var mı? Ama bu gençleşme tutkusunun dibinde ölümün kol gezmediğini söylemek de bir o kadar zor. Her sağlık ve gençlik göndermesi aslında ölüme bir göndermedir.
Velhasılı kelam, ister militarizmle onu kovmaya çalışalım ister sağlıkla, ölümle iç içe yaşıyoruz, eğer bu iki kültür ucu arasında bunalıp ölmezsek!

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA