Türkiye'nin en iyi haber sitesi
ALİ ASLAN

Demokratik Konsolidasyon

Demokrasinin ne olduğu, nasıl tanımlanması gerektiği siyasi tartışmaların merkezinde yer alıyor. Bir tarafta demokrasinin halkın iradesinin ve taleplerinin siyaseti belirlediği bir rejim olduğunu söyleyen sağ ve sol versiyonlarıyla halkçı siyaset bulunuyor. Diğer tarafta ise demokrasinin siyasi iktidarın hukuk, kurumlar ve diğer siyasi mekanizmalarla sınırlandırıldığı bir rejim olduğunu iddia eden liberal siyaset yer alıyor. Demokrasi üzerindeki tartışmaların hararetli geçmesinin temel nedeni demokratik siyasetin birbiriyle çelişen bu iki siyasi çizgiyi (halkçılık ve liberalizm) de kuşatıyor olması. İşte bu yüzden siyaset kuramcıları "modern" demokratik rejimin derin iç çelişkilere sahip ve periyodik olarak ağırlığın bir kutuptan diğer kutba kaydığı ve dolayısıyla gelgitler yaşanan bir rejim olduğunu kabul etmektedirler. Gerçekten de demokrasi bir yandan iktidarı halka verirken (milli egemenlik ilkesi) diğer yandan da halkın iradesine dayanan siyasi iktidarın sınırlandırılmasını (anayasal hukuk devleti ilkesi) öngörür.

Demokratik bir ülkenin siyasetinin rasyonel ve objektif analizi, bu iki kutbun varlığının ve dönemsel ağırlık kazanmalarının mümkün olduğunu kabul etmek zorundadır. İki kutuptan birini yok saymak yanlı ve yanlış analizlere yol açacaktır. Mesela Türkiye'de liberal yazarlar ülke siyasetinin yaklaşık son 10 yılını rekabetçi otoriterlik, demokratik gerileme ve anayasal/kurumsal çürüme gibi kavramlarla analiz etmektedirler. Bu yazarları hataya sürükleyen demokratik rejimin halkçı kutbunu göz ardı etmeleridir. Halkçılığın yükselmesini ve siyasi iktidarın güçlenmesini demokratik rejimin çökmeye yüz tutmasının emareleri olarak sunmak demokrasi literatürü açısından bir hatadır. Bu hatayı daha da katmerleştiren, halkçı kutbun ağırlık kazanmasının "popülizmin yükselişi" olarak takdim edilip demokratik rejimin sınırlarının dışına çıkıldığının ileri sürülmesidir. Halkçılığın ağır basması liberal siyaset açısından bir sorun olabilir ancak demokratik siyaset açısından bir sorun değildir. Tekrarlamak gerekirse, halkçılık demokrasiye içkindir ve iki kutbundan birini oluşturmaktadır.

Liberal yazarların ülke demokrasisinin gidişatı konusunda hatalı bir analiz ortaya koyduğu ortadadır. Peki, Türkiye siyasetinin halini demokrasi kantarına vurduğumuzda nasıl bir manzara ile karşılaşırız? Kısa ve genel bir tarihi analize girişecek olursak, Türkiye siyaseti modern dönemin öncesinde (19. Yüzyıl öncesi) de demokratik siyasetin belli başlı niteliklerine sahipti. Siyasal sistemin merkezinde yer alan padişahın iktidarı, şeriat ve örfi hukukla anayasal olarak sınırlandırılmaktaydı. Merkezde veziriazam, şeyhülislam ve yeniçeriler ve çevrede ayanlar ve yerel seçkinlerin varlığıyla da siyasal olarak sınırlandırılıyordu. Merkezdeki ve yereldeki danışma meclisleriyle ise kurumsal olarak sınırlandırılmaktaydı. Seçimle oluşan bu danışma meclisleri (özellikle de yereldekiler) aynı zamanda halkın iradesinin ve taleplerinin ülke yönetimine yansımasına olanak sunuyordu. 19. yüzyıldaki modernleşme hareketiyle başlayan süreç bu tarihi tecrübenin birikimi üzerinde gelişerek ülkeyi demokratik rejime daha da yaklaştırdı.

Birinci Meşrutiyet dönemi (1876-1908) siyasi düzene yazılı bir anayasa ve parlamento ekleyerek padişahın iktidarının daha da sınırlandırılmasını getirdi. Böylece, 1830-40'lardan itibaren merkezde ve yerelde düşüşe geçen geleneksel siyasi aktörlerin yerini alan modern bürokrasiyle beraber bu yeni kurumlar iktidarı sınırlandırma işlevini üstlendi. Aynı zamanda, Sultan Abdülhamid'in uluslararası aktörlerin de etkisiyle imparatorluğu sarsan etnik-dini ayaklanmaların baskısını kırmak ve Müslüman toplumu merkezdeki bürokratik rakiplerine karşı kendi tarafına çekmek için halkçı bir siyaset gütmesinin de demokratik gelişime katkısı göz ardı edilmemelidir. Sultan'ın rakiplerinin de halkı yanına çekmeye çalıştığı (egemenliğin sultana değil, halka ait olduğunu ısrarla vurgulamaları) ve bunun da halkçı siyasetin güç kazanmasına katkı sunduğunu belirtmek gerekir.

İkinci meşrutiyet dönemi (1908-1918) padişahlık makamının zayıfladığı, bunun neticesinde muhaliflerin kendi aralarında devletçi/merkeziyetçi ve liberaller olmak üzere ikiye ayrılarak kapıştıkları bir siyasi mücadeleye şahitlik etti. Önce Ahrar Fırkası, sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası çatısı altında toplanan liberaller siyasi iktidarın daha da sınırlandırılmasında ısrarcı oldular. Buna karşı merkeziyetçi siyasetin başat aktörü İttihat ve Terakki Hareketi ise siyasi iktidar üzerindeki sınırlandırmaların asgari düzeye inmesini istiyordu. Sonuçta mücadeleyi kazanan, 1913'ten itibaren, İttihatçılar oldu. Ancak bu, İttihatçıların iktidarının tamamıyla sınırlanmadığı anlamına gelmiyordu. Her ne kadar tam olarak uygulanmasa da 1909 değişiklikleriyle birlikte anayasa siyasi iktidara karşı daha da güçlenmişti. Parlamento büyük baskılara karşın varlığını bir şekilde sürdürüyordu. Ordu içerisinde de İttihatçı hegemonyasına karşı direnç vardı. İttihatçıların kendi aralarında da ciddi ayrışmaların olduğunu unutmamak gerekir. Daha da ötesi, İttihatçıların monarşiye karşı halk iradesinin tesisi ve sınırlandırılmış siyasi iktidar iddialarıyla iktidara gelmiş olmaları bunun tersi yönde hareket etmelerini zorlaştırıyordu. 1914'te genel savaş patlak vermemiş olsaydı İttihatçı iktidarın demokratik siyaseti zorlayan uygulamalarını uzun süre ve sistematik bir şekilde devam ettirmesi mümkün olmazdı. Neticede İttihatçıların iktidarı savaşın sona ermesiyle birlikte sona erdi.

Cumhuriyetin ilanı ve tek parti dönemi (1923-1950) hem monarşiye hem de İttihatçılığa bir tepki olarak gelişti. Özellikle 1918-1924 arası döneme damgasını vuran çoğulcu siyasi atmosfer bunun en açık ifadesiydi. Ancak Halk Fırkası çatısı altında toplanan ve zamanla askeri ve sivil bürokraside kontrolü ele geçiren Kemalist elit karşı çıktıkları İttihatçılar gibi siyasi iktidarı kendi elinde topladı. Cumhuriyetin ilan edilmesiyle halk egemenliğinin tesis edilmesi ve 1924 anayasasının kabul edilmesi ve Meclis'in hiç olmadığı kadar merkezi bir konuma gelmesiyle anayasal bir yönetim benimsenmesine rağmen pratikte halk iradesi ve siyasi iktidarın sınırlandırılmasına dayalı bir rejim ortaya çıkmadı. Ne halk iradesi ve talepleri siyasette söz sahibi oldu ne de iktidar sınırlandırılabildi. Parti ve Meclis, bürokrasi ve sivil toplum üzerinde nerdeyse hiç sınırlandırılamamış tek bir iradenin hakimiyeti tesis edildi. 700 yıllık ülke tarihinde demokratik rejimin dışına en açık ve sert bir şekilde çıkılan dönemlerden biri oldu. İmparatorluk dönemini mumla aratan bu demokrasi-dışılığın üstünü örtmek için "dönemin şartları" özrüne başvurulması ve istisnailiğin öne çıkarılması boşuna değildir.

1945 yılında iç ve dış şartların zorlamasıyla demokratik rejime geri dönüldü. Tek-parti rejiminin taşıyıcısı konumundaki Cumhuriyet Halk Partisi çok-partili hayata geçişe öncülük etti. Siyasi ilke ve idealler ile pratikler arasındaki derin çelişkiler sürdürülemez hale gelmişti. Böylece, rejim toplumun kültürel ve ekonomik taleplerini ciddiye almaya başladı. Yani hem devlet iktidarının sınırlandırılması hem de halk egemenliğinin uygulanmasına yönelik adımlar atılmaya başlandı. Demokrat Parti'nin iktidara gelişiyle başlayan çok-partili hayat, demokratik rejimin kısa kesintilere (1960-61, 1971-73 ve 1980-83) rağmen yürürlükte olduğu ve demokratik siyaset sınırları içerisinde bir kutuptan diğer kutba salınımların gerçekleştiği bir rejimi hayata geçirdi. 1950-60 arası halkçı kutbun ağırlığı hissedildi. Siyaset kurumu halktan aldığı destekle aşırı güçlenerek yasal, kurumsal ve siyasal sınırlamalara galebe çalarak çok etkin bir konuma yükseldi.

1960 darbesi buna karşı gösterilen bir reaksiyondu. 1961 anayasası siyaset kurumunu içeriden ve dışarıdan zayıflatma vizyonuyla yazıldı. İçeriden Meclis iki kamaraya bölündü ve rejimin bekçisi olarak dizayn edilen üst kanat (Cumhuriyet Senatosu) güçlü tutuldu. Yürütme organı Meclisin seçeceği "güvenilir" ve ekstra yetkilerle güçlü Cumhurbaşkanlığı makamıyla kontrol altına alındı. Dışarıdan ise yargı, sistem içerisinde çok güçlü bir konuma getirildi. Siyasetin rejim ya da devlet namına yargısal denetimi için Anayasa Mahkemesi kuruldu. Yasama ve yürütme karşısında Danıştay ve Yargıtay gibi diğer yargı organlarının yetkileri de artırıldı. Sivil toplum alanını oluşturan üniversite, sendikalar ve basın gibi muhalif siyasi-toplumsal aktörlerin siyaset kurumuna karşı dengeleyici unsur ve 1960 darbesine vermiş oldukları desteğin bir ödülü olarak önü açıldı.

Siyaset kurumunun zayıflamasının neden olduğu istikrarsızlığa askeri bürokrasi önce 1971 muhtırası ile müdahale etti. 1971-73 arasındaki ara rejim istikrar getirmek bir tarafa siyasi istikrarsızlığı daha da körükledi. Ara rejimin etkisizliği ve takip eden yıllarda istikrarsızlığın daha da tırmanışa geçmesine 1980 darbesiyle karşılık verildi. Bu sefer devletin (askeri bürokrasi diye de okunabilir) hem siyaset kurumuna hem sivil topluma hem de siyasallaşan yargı bürokrasisine karşı merkezi bir iktidar kurma girişimine şahit olduk. Merkezileşmiş ve devlet iktidarı üzerindeki sınırlandırmaların zayıf olduğu bir askeri (Milli Güvenlik Kurulu merkezli) rejim öngörüldü. Bir kez daha –tek-parti dönemi kadar sert ve net olmasa da– demokrasi dışına çıkılıyordu.

Ancak bu rejim dizaynının uzun süre hayatta kalma şansı yoktu. 1983 seçimleriyle bu dizayn hemen başlangıçta çöktü. Siyaset kurumu halk egemenliği iddiasıyla öne çıktı ve bürokratik oligarşiye kafa tutmaya başladı. Sivil toplum güçleri ise hem bürokratik hem de siyasi iktidara (ANAP) direnç göstermeye başladı. 1990'larda siyaset kurumu parti sistemindeki yozlaşma ve dağılma ve koalisyon hükümetleri nedeniyle zayıflayarak etkisizleşti. Küreselleşme, Avrupa Birliği'nin siyasi sistem üzerinde artan etkisi ve serbest piyasa düzeninin tazyiki bürokratik iktidar üzerinde sınırlayıcı bir etki yarattı. Bu dönemin ömrünü uzatan, İslami toplumsal ve siyasi muhalefetin siyasi iktidara yürümesine karşı merkezde bürokrasi ve sivil toplumu yatay kesen laikçi siyasi bloklaşmaydı. Bu laikçi blok siyasi iktidar potansiyeli taşıyan İslami muhalefete karşı sınırlandırıcı bir role büründü. Bu oldukça ilginç bir durumdu. İktidar konumundaki güçler muhalefeti sınırlandırarak meşruiyet kesbetmeye çalışıyordu.

2002 sonrası dönemde AK Parti'nin kontrolündeki siyasi iktidar, sivil toplumun bir kısmını yanına alıp bürokratik iktidarı gerileterek demokratik siyaseti hâkim hale getirdi. Halkçı ve liberal kutuplarıyla demokratik bir siyasi düzen ortaya çıktı. 2010 yılına kadar halkçı ve liberal siyasi aktörlerin bir kısmı demokrasi adına beraber hareket ettiler. Demokratik rejimin tesis edilmesiyle halkçı ve liberal aktörler ayrışmaya ve çatışmaya başladı. Bu dönemde Gezi kalkışması (2013), Kobane ayaklanması (2014), Hendek olayları (2015) ve 15 Temmuz darbe girişimi (2016) gibi demokratik düzene karşı başkaldırılar olsa da halkçı demokratik rejim buna karşı koymayı bildi. Liberal siyaset maalesef bir yandan demokrasi içerisinde muhalefet ederken, diğer yandan da bu demokrasi-dışı hareketlenmelere destek olmaktan geri durmadı. Ancak halkçı siyasetin hakimiyeti geriletilemedi.

Günümüzde ülke siyasetine damgasını vuran iki gelişme var. Bunlardan biri halkçı siyasetin konsolide olmasıdır. Bir gözüyle demokrasi-dışına meyleden liberal siyasi aktörlerin önemli bir kısmı da zamanla halkçı siyasete yöneldi. Muhalefet Cumhuriyet Halk Partisi liderliğinde AK Parti'nin halkçılığına karşı alternatif bir halkçılık ortaya koymaya başladı. Ülkenin Cumhur ve Millet adıyla iki ittifak bloğuna ayrılmış olması bunun en açık göstergesidir.

Diğer gelişme ise halkçı siyasetin liberal siyaset karşısında aşırı derecede güçlenmiş olmasıdır. Bunun anlamı, siyaset kurumunun diğer iktidar odakları karşısında, özellikle de sivil toplum alanındaki aktörler karşısında güçlenmiş olmasıdır. Bunda AK Parti'nin siyasi başarısı kadar, muhalefetin de halkçılığa doğru yelken açmış olmasının etkisi vardır. Elbette bu, ülkede siyasi iktidarın sınırlandırılmadığı bir düzene gidildiği anlamına gelmiyor. Siyasi iktidar ülkenin en gelişmiş üç büyükşehir belediye başkanlığını elinde bulunduran ve Mecliste hatırı sayılır koltuk sayısına sahip siyasi muhalefet bloğu tarafından sınırlandırılıyor. Ülkenin büyük sermaye grupları da siyasi iktidar üzerinde önemli bir sınırlandırma işlevi görüyor. Üniversiteler, sendikalar ve basın da siyasi iktidar üzerinde önemli bir sınırlandırıcı etkiye sahip. Aynı zamanda, askeri ve sivil unsurlarıyla kendine gelen bürokrasi de siyasi iktidarı sınırlandırmaktadır. Uluslararası "sivil" toplumun ve büyük güçlerin de ülke içine nüfuz ederek siyasi iktidar üzerinde sınırlandırıcı etkiye sahip olduğu da unutulmamalıdır.

Son dönemde manşetleri süsleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın seçimle gitmeyeceği yönündeki kara propaganda ülkenin demokratik rejimden çıkmış olmasına verilen bir tepki değil, halkçı siyasetin aşırı derecede güçlenmiş olması karşısındaki acziyetin bir göstergesidir. Bunun muhalefetin son dönemdeki halkçılık açılımını sabote etmeye yönelik bir girişim olduğu da belirtilmelidir. Her ne kadar AK Parti'nin halkçılığı muhalefetin halkçılığı ile dengelenerek son birkaç yılda gerileme trendine girmiş olsa da, ülkede halkçı siyaset farklı aktörler tarafından benimsendikçe demokratik rejim de güçlenmektedir. Ülkede demokrasinin kaderi ve olgunlaşması iktidarın halkçılık performansını yeniden yukarı çekmesine bağlı olduğu kadar, muhalefetin de halkçı siyasete sonuna kadar sadık kalmasına bağlıdır. Sonuç olarak, içinden geçtiğimiz süreç demokratik gerileme değil, aksine demokratik olgunlaşma ve konsolidasyon sürecidir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA