Türkiye'nin en iyi haber sitesi
REFİK ERDURAN

Ne "âlî", ne değil?

Kadın başlarını örtüp örtmemek gibi vahim sorunlarla boğuşurken harf başlarıyla uğraşacak halimiz yok tabii. Oysa önemlidir.
Üç yaşındaki Ali'nin adının harflerinin tepesine birer şapka koydunuz mu olur size âlî.
Önünde eğilmeniz gerekir. Çünkü ulu demektir, yüce demektir.
Ecdadımız iyiydi hoştu da, hafiften bozmuştu yüceltme konusuyla.
Saygı gösterirken gerekli çizgiyi pohpoh yönünde aşmayı adet edinmişti.
Birine "Adınız ne?" demek kıroluktu Osmanlı'da. İlle "İsm-i âlînizi lütfeder misiniz?" diye zarafet gösterisi şarttı.
O ortamda devlet nizamiyesine de kapı demek olmazdı elbette. Dersaadet'te ("mutluluk kapısı" İstanbul'da) Sadaret (Başbakanlık), Dahiliye ve Hariciye Nezaretleri (İçişleri ve Dışişleri Bakanlıkları), Şura-yı Devlet (Danıştay) gibi ulu kurumları barındıran binanın girişi Bab-ı Âlî (Yüce Kapı) idi.
Yönetilenlere tepeden bakan yönetici kesimdeki yücelik furyasından yargı da büyük pay almıştı. Devlet suçlarıyla ilgilenen en yüksek mahkemenin adı neydi, bilin bakalım.
Divan-ı Âlî tabii.

***

Babam avukattı. Çocukluğumda kimi zaman ilginç davalar üstüne annemle konuşurken söylediklerine kulak misafiri olurdum.
Danıştay (adı henüz değişmediğinden Şura-yı Devlet derlerdi) üyeleri arasında bir Saffet Bey, bir de onun çok yakın dostu avukat vardı. O yüce yargı organına düşen işinizin çıkmasını isterseniz davayı söz konusu avukata vermeniz, öylece Saffet Beyefendi'yi de "memnun etmeniz" kaçınılmazdı.
Babam yüzde yüz haklı olduğunu anneme söylediği bir büyük davada o avukatla işbirliği yapmak zorunda kalışını kendine yediremiyordu.
Öfkeyle söylenişini sözcüğü sözcüğüne hatırlıyorum:
"En üst kademe bu, en üst kademe! Yakışıyor mu!"
Danıştay üyesinin ortağı avukatın adını söyleyeyim de gülün:
İbrahim Âlî Bey.
Babam öldü. Büyürken o zatın serüveninin gerisini izledim.
Zenginledi iyice. Caddebostan'daki Ragıp Paşa yalısının ve birçok büyük mülkün sahibiydi. Sonra kendi de bir hukuk rezaletinin kurbanı oldu. Varlık Vergisi kıyametinde ondan acayip rüşvet istediler. Varını yoğunu ölmüş eşek fiyatına satmak zorunda kaldı.

***

Bunlar yargımızın sicilindeki parayla pulla ilgili ayıplar. Ya "ceza hukuku" alanındaki facialar?
Aydın geçinenlerimizin çoğu yakın geçmişimizi değerlendirirken hem Nâzım Hikmet'i sevdiklerini söyler, hem de askeriyenin rolünden övgüyle söz ederler. Peki, Nâzım ömrünün en verimli olabilecek yıllarını kimin buyruğuyla kodeste geçirdi? Mareşal Hazretlerinin emriyle değil mi?
O komuta kimler uydu? "Hukukçular"!
Hadi onlar askerdi, disiplin anlayışlarına direnmeleri güçtü diyelim. Emirle başbakan asan Yassıada faillerinin suçuna ne kılıf uydurabiliriz?
Aslında hastalığa teşhis koyarken geçmişe ya da toplumsal ölçekli olaylara bakmama gerek yok. Kişisel yaşantımda kendim yeterli terslik gördüm. Kaç kere mahkemede hak arayıp da işi oluruna bırakma yanlışını yaptıysam sonucun gülünç bilirkişi raporlarına bağlanmasına, "tebliğ edilememe" çıkmazlarına sokulmasına, "tahsil imkânsızlığı" yokuşlarına sürülmesine tanık oldum.
Hukukun gerekliliğine, saygınlığına, "âlîliğine" elbette inanıyorum. Doğru dürüst işlemesi koşuluyla.
O hedefe varılmadıkça, hepimizin gözümüzün önünde irili ufaklı kepazelikler paçalardan aktıkça, "Yargıya dil uzatmayalım" türünden laflara karnım tok.
Hukuk reformuna ne zaman sıra gelecek? Abuk sabuk çekişmelerden vakit bulunca mı?

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA