Türkiye'nin en iyi haber sitesi
REFİK ERDURAN

"Yani..."

Bayram dolayısıyla anılar tazelenince bir tartışma konusu da gündeme geldi yine: Eskiden ülkemizde hayat daha mı iyiydi? İleriye mi gidiyoruz, geriye mi?
Çok şey bilmesem de, eskiyi biliyorum yaşım sayesinde. O uzmanlığıma dayanarak söyleyeyim: Hem ileriye, hem geriye gitmekteyiz.
Nasıl olur?
Olur. Oluyor. Çünkü toplum kamyon gibi yekpare nesne değil. Yaşantısının bir bölümü bir bakımdan ileri giderken başka bölümü başka bakımdan gerileyebiliyor.
Ekonomimiz semirmekte. Demokratikleşiyoruz. Ama o gelişmeler olurken bireyler alt sınıflardan yukarı katlara tırmandıkça seçkinlere vergi incelikler kayıplara karışıyor.
Eskiden Arnavutköy çileği, topatan kavunu, Bursa şeftalisi vardı. Sokak kapısından mutfağa taşınırken rayihaları evin içine yayılırdı. Dar gelirli kentliler bunları pek yiyemezdi. Köylülerin ise haberi bile yoktu onların varlığından. Şimdi hepsi buharlaştı gibi. Yerlerini nispeten ucuz maliyetli, dayanıklı, ihracata uygun, "kullanışlı", ama tatsız ve kokusuz harcıâlem meyveler aldı.
Öyle oldu diye ekonomik gelişmeye hayıflanmak, göbek kaşıtan demokrasiyi lanetlemek mi gerek? Hayır. İncelikler önce azalacak, sonra yavaş yavaş toplum geneline yayılacak. Arada artan kabalıklara katlanılacak.
Sonra onların da törpülendiğini göreceksiniz.
Oluyor bu. Başladı. Ona da somut örnek vereyim.
Kebapçılar artarken iyi hünkârbeğendi, İskoç etekli levrek, Chateaubriand sunan lokantalarımız azaldı. Ama başka şeyler de azaldı. Çok eskilerde değil, on yıl kadar öncesinde ben İstanbul sokaklarında yürürken kaldırıma basamaz, taşıt yolunun içinden giderdim. Çünkü kaldırımlar -yoğun biçiminin adını söyleyip midenizi bulandırmayayım- tükürük kaplıydı.
Şükürler olsun, artık sokağa tüküreni nadiren görüyor, kaldırımdan yürüyorum. Kalabalığın içinde, halktan kopukluk duygusu yaşamadan.

***

Madem bayramdan dem vurarak söze başladık, yine yaştan kaynaklanan bir başka sorunumu açayım size. Tarihe karışmakta olduğunu gördükçe eziyet çektiğim, yeniden kavuşamayacağımızı da düşünüp üzüldüğüm bir eski incelik var: dilimizin güzel kullanılışı.
Falih Rıfkı, Refik Halit, Reşat Nuri, Hamdullah Suphi, Hasan Âlî, Burhan Felek, Muhsin Ertuğrul, Kemal Tahir, Nâzım Hikmet vesaire gibi kadim Türkçe ustalarına yetiştim. Onlarla sohbet anılarının üstüne günümüzdeki bitmez tükenmez falsolar düştükçe sürekli tramvay gıcırtısı duyar gibi oluyorum.
Eğitimsiz kesimlerdeki kaba çizgili yanlışlar bir yana, başka bakımlardan çok beğenip sevdiğim meslektaşların yazılarında bile inceliklere özen gösterilmiyor. Örneğin falanca kişinin "oldukça zarif" eşinden söz ediliyor. "Çok zarif de değil" demektir bu. Yahut "Üstün yeteneği yüzünden kazandı" gibi bir şey yazılıyor. "Yüzünden" olumsuzluğa yol açma durumunda kullanılır; olumlu durumda "sayesinde" denilir. Küçük ama dili, dolayısıyla kafayı bulandıran özensizlikler.
Konuşmaları çorbalaştıran laubalilikler ekranlarda çoğaldıkça rutinleşmekte. Başlanan cümlelerin arkası gelmiyor, sözle birlikte düşünce de raydan çıkıyor. Üstelik çorbaya salata karıştıran gereksiz sözcük salgını var. Örneğin: "yani".
Ünlü bir gazeteci hanımla bir profesör hanımın dinlemeye takılan telefon konuşmalarından bölümler:
"Bütün tadım kaçtı yani."
"Evet yani. Yani şimdi bombalandı diyorlar."
"Bir de yani öyle bir şey var ki..."
"Yani şey aslında, çok ilkel bir sidik yarışı halinde."
"Ben sana söyleyeyim yani..."
Düşüncelerinin içeriğine girmiyorum. Ele aldıkları konuda çok haklı olabilirler. Ama dilimizi bu düzeyde kullanan iki aydından birinin gençlerimizi eğitmesi, ötekinin bütün kamuoyunun bilincini yükseltmesi bekleniyor.
İnşallah olur diyelim yani.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA