Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Güneydoğu: Sevgili 'vahşi Batı'mız...

Güzel bir akşam yemeği yedikten sonra eve geldiğimizde Akın da ben de yorulmuştuk. Karşısındaki kanepeye uzanıp televizyonun düğmesine bastık, kanallar arasında dolaşmaya başladık. Bir dizi filme gözümüz takılınca, azıcık oyalanıp ona göz attık. Akıl alır gibi değildi. Güneydoğu Anadolu'da geçen dizide bir aşiretten kız almaya gidiliyordu. İçinde gelinin bulunduğu arabayı sayısız 'süvari' ellerinde büyük tüfeklerle izliyordu. Düğün sahnesi daha da beterdi. Ortada çekilen halaylar, havaya sıkılan kurşunlar. Ama bana kalırsa en beteri konuşmalardı. İnsanlar İstanbul aksanından bozma bir Kürt aksanıyla konuşuyordu. Şive gene neyse neydi de, asıl o cümleler... Her birisi bir tokmak gibi karşıdakinin suratına çarpan, ağırlığından kendisinin de, sarf edenin de altında ezildiği kallavi cümleler. Sert adamlar cabası. Kimse gülmüyor. Herkes tam bir eşkıya suratıyla ve karanlık bakışlarla karşıdakini süzüyor. Yani açıkçası 'fazla ağır' bir dizi. Kısa bir süre sonra ikimiz de taşıyamayacağımızı anlayarak başka bir kanala geçtik, haber programlarına bakmaya koyulduk. Sadece o dizi değil. Gözüme çarptıkça baktığım diğer dizilerde de aynı durum var. Şu yukarıda anlattığım sahneler neredeyse tıpatıp bütün dizilerde tekrarlanıyor. Dizi furyasının ilk büyük hamlelerinden saymamız gereken Asmalı Konak böyle bir yaklaşımı başlatmıştı. Öylece de uzayıp, sürüp gitti. Nedir bu yaklaşım dediğim şey?

FEODALİTE: MACERANIN TADI...
Öncelikle bu diziler feodal bir dünyaya açılıyor. Eğer Bu Kalp Seni Unutur mu veya Hatırla Sevgili gibi belirli bir dönemin politik kanvasıyla uğraşmıyorsa bu diziler Güneydoğu başta olmak üzere feodal hayatı kendilerine eksen alıyor. Aşiretler, aşiretler arası ilişkiler, aşiretlerin kendi içlerindeki iktidar, olay örüntüleri. Tüm bu modellerin Türk televizyonlarının ilk izlediği dizilerden esinlenerek oluşturulduğu rahatlıkla söylenebilir. Çok yıllar önce başlamış olan o Sue Ellen'lı, J.R.'lı, Bobby'li Dallas'tan başlayarak 'büyük aile' diziler için bulunmaz bir madendir. Birbirine eklenen, bitmez tükenmez öyküler en rahat, en kolay büyük aileleri anlatan yapımlarda ortaya çıkar. Böyle olmasına böyledir ama bizim dizilerdeki aşiret-feodalite ilişkisi bu kadarla sınırlı kalmıyor. Daha ileriye gidiyor. Nedeni açık: Feodaliteyi diziler belirgin bir bölgeyle mahdut tutmuyor. O ilişkileri hemen, hızla büyük kente taşıyor. Böylece senaryolar iki ayrı mekânda, iki ayrı kentte, iki ayrı dünyada yayılmış, serpilmiş bir öykü anlatmak olanağını buluyor. Bu dizilere farklı kişilikler geliştirmek imkânı da sağlıyor. Türümüyle yalan veya yanlış değil bu gerçeklik-elbette. Böyle bir özelliğimiz var. Taşra kavramı hâlâ varlığını hem Anadolu'da hem büyük kentlerde eşzamanlı olarak sürdürüyor. Büyük aileler şu veya bu şekilde büyük kente çözülüyor, göçüyor, yerleşiyor. Dengeler ona göre kuruluyor veya bozuluyor. Dizilerin kapsadığı bu gerçeklik ilk kez Attila İlhan tarafından saptandı. Onun Kurtlar Sofrası romanından başlayarak ve kendi iddiasına göre bir Marksist olarak sürdüğü böyle bir izlek oldu. Gerek romanlarını gerekse senaryolarını İlhan şahıslarının toplumsal ve sınıfsal arka planlarını gözeterek hazırladı. Tasavvuruna göre o karakterlerin kimi komprador burjuvaziyi, kimisi Müslüman zenginleri, kimisi taşra burjuvalarını temsil ediyordu.

ORYANTALİZM DENEN BELA
Bugün dizilerin böyle sınıfsal bir analiz içerdiğini ve o mantıkla böylesi bir feodalite sunuşu içinde olduğunu söylemek çok zor. Bugün daha ziyade öykü anlatmak maksadını güden bir yaklaşım var. Ama işin dibinde Attila İlhan tarafından açılmış bu temelin yattığını söylemek bana yanlış görünmüyor. İtirazımsa şuna: Söz konusu diziler son zamanların moda olan terimlerinden birisiyle ve biraz da zorlayarak söylersem, açık bir Oryantalizm içeriyor. Şehirden ve şehirliler aracılığıyla kırsal kesime ve feodaliteye bakmak. 'Olsa olsa böyledir' mantığıyla hareket etmek. Bu İlhan'da da kısmen böyleydi, bugün de böyle. Hele bugün bu derecede karmaşıklaşmış ilişkiler ağı ortasında böyle bir tavır içinde olmak büsbütün aykırı ve yabancı geliyor insana. O zaman feodalite denen hadise bir masalsı gerçekliğe dönüşüyor.

GÜNEYDOĞU: 'VAHŞİ BATI'
Tam o noktada iş hızla bir başka aleme kayıyor. Bence bu diziler bütün o silahlı adamları, vurdulu kırdılı sahneleri, at üstünde koşturanlarıyla Türk sinemasının çok uyduruk bir biçimde zaman zaman denediği Western türünün daha gelişmiş örneği oluyor. Güneydoğu bizim 'vahşi Batı'mız niteliğini kazanıyor. Vahşi Batı ne kadar gerçek idiyse, bütün o 'cowboy'lar ne kadar tarihsel şahsiyetlerdiyse, bizim Güneydoğu'da veya Orta Anadolu'da geçen feodalite hikâyelerimiz de o kadar gerçektir. Ama ikisi arasındaki bu benzetme de bir o kadar gerçektir. Bu 'metafor' yukarıda değindiğim Oryantalizmle yani dışarıdan, yerine göre yukarıdan bakarak tanımlama, anlamlandırma girişimiyle tam olarak örtüşüyor. Olmayan bir Güneydoğu'yu Türkiye'nin vahşi Batı'sı yapıp, 'başka türlü nasıl olur' deyip bu dizileri, filmleri çekiyoruz. O dizilerden sıkılıp televizyonu kapattığımızda Akın'a her zaman tekrarladığım bir sözümü yineliyordum: 'Türkiye'nin meselesi gerçekliktir. Sen buna gerçekçilik de diyebilirsin. Ötesi parodidir. Diziler de aynen öyledir."

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA