Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Mutfak hazzı yaşamak

Yemek yeme alışkanlığımız tepeden tırnağa değişti. Hazırlanmış, 'kompoze' yemekleri artık kimseler yemiyor. O tür yemekler esnaf lokantalarına kaldı. İnsanlar hayatlarını tavuk ızgara ve salataya adamış

Geçenlerde çoktandır görmediğim bir arkadaşımla bir lokantada buluştuk. Bir araya geldiğimiz yer bir tür kafe, bir tür bistro idi. Doğrusu öncesinde nereye gidelim diye düşünürken aklımdan bu tür bir yer geçiriyordum. Öyle şatafatlı bir 'lokanta' değildi aradığım. Kararı da böyle oluşturunca doğrusu sevindim. Nihayet bir araya geldik. Yemeklerimizi söyledik. Seçtiklerimize yemek demek yanlış. Ben bir salata yedim, o da sandviç türünden bir şey. Öyle bir yerde oturmayı tam da bu nedenle istiyordum: 'hafif' yemek için. Her zaman olduğu gibi önümdekinin sadece yarısını yedim. O da bana bakarak öyle yaptı. Sohbet çok güzeldi. Sonra eşi bize katıldı. Yeni gelen dostum da listeyi uzun uzun inceledikten sonra bir salatada karar kılınca, içimden 'eyvah' dedim. Sonra bunu açıkça söyledim. Yemek yeme alışkanlığımız tepeden tırnağa değişmişti. Hazırlanmış, 'kompoze' yemekleri besbelli, artık kimseler yemiyordu. O tür yemekler esnaf lokantalarına kalmıştı. İnsanlar hayatlarını tavuk ızgara ve salataya adamıştı. Daha garip olanı şu: Bendeniz her ay en az üç yemek dergisini, abone olduğum için okurum. Başkalarını elim değdikçe gözden geçiririm. İnternette bu işle uğraşan sitelere geceleri uykum kaçtığında bakarım. Yurtdışına her gittiğimde bütün paramı büyük aşçıların (artık ne yazık ki Türkçe'de onlara 'şef' diyoruz) restoranlarında harcarım. Kısacası kendime özgü bir yeme-içme kültürüm, hatta 'kariyerim' vardır. Ha, bir de yemek kitaplarını çok okumuşumdur. Hele deneysel mutfaklara ayrı bir düşkünlüğüm vardır.

KENDİNİ SOKAĞA ATMAK
Bütün bunlar iyi güzel de hayatımızı lokantalarda değil kafelerde, bistrolarda, salata yiyerek geçirmek ne oluyor? Bu sorunun yanıtını da o sohbette biraz buldum. Karşımda oturan dostuma artık kimsenin evde yemek pişirmediğini, herkesin sokaklarda yiyip içmeye başladığını söyledim. 'Doğrudur,' dedi. Zaten lafa onun da benim gibi sabahları veya günün belli saatlerinde artık gidip kafelerde çalışmaya başladığını söylemesiyle girmiştik. Evin küçüklüğünden, kalabalığından, gürültüsünden çalışamadığını, kahveye gittiğini anlatıyordu. Öyledir. Paris'te evler küçüktür. New York'ta da öyledir. Biz hâlâ 'emperyal' geleneklerimize mi diyeyim, genlerimize mi diyeyim uygun biçimde 100 metre kareden küçük evlerde oturmuyoruz. Oysa andığım kentlerde insanların yaşadığı mekânlar 30 metrekare filandır. O darlıkta bunalınca da insanlar kendilerini sokağa atar. Neredeyse her binanın altında bulunan kahveyi evinin mutfağı, salonu gibi kullanır. Orada çay, kahve, içki içer. Yer. Buna eklenecek bir diğer boyut hazır gıdaların yaygınlaşması. Hayatımızı berbat ettiklerini bilsek bile onları kullanıyoruz. Adam bir paket bilmem neyi açıp bitirdiği zaman yemek meselesini de hallediyor.

MUTFAKLARA KİLİT VURMAK
Bütün bunları konuştuktan sonra dostum, insanların artık evlerindeki mutfakları kapatmaya başladığını belirtti. 'Küçük bir mikrodalga ile küçük bir buzdolabı evde yemek işini halletmeye yetiyor da artıyor,' dedi. Doğrudur; Amerika, bütün istatistikler gösteriyor ki, artık yemek pişiren bir ülke değil. Fransa'da bile öyle. Belli bir düzeyin üstündeki ailelerin çocukları bile sokakta karın doyuruyor. Sanıyorum bu gelişmede rol oynayan bir diğer neden aile yapısındaki parçalanma. Hele internetin ve diğer elektronik mecraların hayatımıza girmesinden sonra geleneksel aile yapısı büsbütün tarihe karıştı. Herkes, bir evde yaşasa bile, kendi hayatını sürdürüyor ve diğerine dokunmadan o evi 'kullanıyor'. Sabah kalkan başını alıp gidiyor, akşam gelen kendi kozasına giriyor. Bir masa başında oturup ailece akşam yemeği yemek falan artık sadece anlatılarda kalmış bir durum.

YEMEK DEĞİL KÜLTÜR YEMEK!
Bunları biliyoruz ama gene de şu yemek pişirmemek meselesi beni düşündürüyor. Yemek yemeyi eğer sadece yaşam için gerekli olan bir ihtiyaç diye görürseniz şu anlattıklarım tepeden tırnağa geçerli. Ama onun ötesi var. Yani yemek aynı zamanda entelektüel hayatımızın bir parçası. Yemek oluşturmak, yemek tasarlamak, yemek yapmak, onca malzemeyi katıp karıştırmak, o malzemelerin her biriyle ayrı ayrı uğraşmak başlı başına bir entelektüel faaliyet ve hazdır. Dolayısıyla yemek yerken de yemek yaparken de bu sürecin içinde yer almıyorsak, gerisi sadece karın doyurmaktır.
Böyle bakınca sadece salataya, tavuk ızgaraya talim etmekte ciddi bir sorun var. İnsan yemek yemeli. Bu yemeğin şatafatlı olması şart değil. Peynir ekmekle de yetinebiliriz. Yeter ki, ekmek de peynir de 'o biçim' olsun. Kendisine has özellikler taşısın. Bizi tıpkı bir kitap okurken, bir film izlerken olduğu gibi düşündürsün, bize yeni boyutlar kazandırsın.
Kabul ediyorum yemek nankör bir şeydir. Günlerce pişirdiğiniz bir şeyi birkaç dakikada yer bitirir ve her defasında 'değer mi o zamana,' diye düşünebilirsiniz. Yanıtım 'evet,' olacaktır. Aynı şey bir kitap, bir film için de geçerli değil midir? İnsanların lokantalarda yiyip içmesi, yani yeni bir deneyim yaşamaksa maksat, hay hay, ona yürekten katılırım. Yok eğer yemeği atıştırmak, geçiştirmek, baştan savmaksa ve bunu tavuk ızgara ve salatayla yapmaksa, doğrusu o işte yoğum. Tabii, bir de evdeki mutfağı kapatmak kalıyor geriye. Ne yalan söyleyeyim bana çok uygun görünmüyor. Gerçi ben de haylidir mutfağa girmiyorum ama her defasında bir şeyler yaparım diye manavdan pazardan, hele böyle yaz günlerinde her yer tıka basa taze sebzeyle, meyveyle doluyken, alışveriş yapmak bile insana ayrı bir haz veriyor. Galiba yemek pişirmenin dışarıda yemekten bile farklı bir erdemi var.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA