"Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu..."
Kafka'nın 1912'de yazdığı Dönüşüm romanı bu cümleyle başlar. Böcek haline gelmiş Samsa'ya nasıl davranacağını bilemeyen aile fertlerinin travmasıyla devam eder.
Şükrü Argın, 2007'de Mesele Dergisi'nde toplumun 12 Eylül sonrası yaşadıklarını Samsa'nın ailesinin yaşadığı yarılmaya benzetmişti: "Samsa böceğe dönüşmüş de ailesi ona nasıl davranacağını bilemez haldedir ya... Bu sahne bana söz konusu yarılmanın en sarsıcı anıymış gibi görünür... 12 Eylül'ün tarihimizde işte bu türden bir yarık açtığını düşünüyorum. Üzerinden ancak unutuşun ipine tutunarak atlayabileceğimiz bir yarık... 12 Eylül'ün fiili zulmüne doğrudan muhatap olmuş insanların 12 Eylül'e ilişkin algıları ve yaşantıları ile onların bizzat kendi ailelerinin 12 Eylül'e ilişkin algıları ve yaşantıları arasında bile ciddi mesafe vardı. 12 Eylül'ü anlamaya çalışırken, sanırım, en çok bu şizofrenik hal üzerinde durmak gerek..."
Argın haksız değildi. Söylediği gibi 12 Eylül toplumun büyük kesimi tarafından 'kalben desteklendi.' Mağdurların aileleri tarafından bile. Bu nedenle 12 Eylül esasta toplumsal vicdanı parçaladı. Ancak bu toplumun vicdanı üzerine düşen o kadar çok ateş; o kadar çok 'Gregor Samsa' var ki! Ermeni meselesi, Dersim, Diyarbakır Cezaevi vahşeti, Kürt savaşı, Susurluk ve faili meçhuller. Toplum vicdanı her seferinde aynen Samsa'nın ailesi gibi onların insan olduğu ile 'böcek' oldukları arasında gidip geldi. Ve çoğu zaman devletin zulmünü kalbi olarak destekledi. Adalet, hakkaniyet, iyilik, kardeşlik, insanlık, dayanışma gibi değerler her seferinde bizden biraz daha uzağa düştü.
Bu şizofrenik ruh hali devam ediyor. Bu nedenle, Ermeniler bazen 'kardeşimiz', ama daha çok 'sinsi düşmanımız'. Bu nedenle, Kürtler bazen 'dindaşımız' ama çoğu zaman 'canları cehenneme!' Ve bu nedenle isteğimiz dışında yüzleşmeye zorlandığımızda panikliyoruz. Fransa'nın cücesi 'Soykırımı İnkar Yasası'nı getirince hezeyana kapılıp, sokaklara dökülüyoruz. İnsanların acısının siyasete garnitür yapılmasına karşı çıkmak yerine "Siz de Ruanda'nın, Cezayir'in hesabını verin" diyoruz. Bir 'suç ortaklığı', bir 'kötülük kardeşliği' peşindeyiz. Yani tencere dibin kara senin ki benden kara hali.
Ve hiç sormuyoruz.
Bunlar İttihat ve Terakki'nin politikaları sonucu yok olan yüz binlerce insan gerçeğini ortadan kaldırır mı?