Türkiye'nin en iyi haber sitesi
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

Hikmet-i hükûmetçi bürokrasi ve demokratik siyaset

Türk demokratikleşmesinin ilginç hususiyetlerinden birisi de bunun "siyaset" ile "asker-sivil bürokrasi" tarafından farklı ivmelerle gerçekleştirilmesidir.
Başka bir ifadeyle "siyaset," toplumsal değişimi daha iyi okuyarak göreceli olarak hızlı bir demokratikleşme çabası sergilerken, "bürokrasi" ve bilhassa onun askerî kanadı bu alanda bir hayli ağır kalmıştır. Bunun neticesinde ise tüm eksikliklerine karşın seçimler aracılığıyla denetlenen, hukuk devleti kavramını idealleştiren demokratik siyaset, "devletin kendisince belirlenen âlî menfaatleri" ni korumak amacıyla "hikmet- i hükûmet (raison d'etat)" temelinde faaliyet gösteren ve egemen askerî kanadınca yönlendirilen bürokrasi ile çalışma durumunda kalmıştır.
Bu da genellikle varsayıldığından çok daha ciddî ve kişilere ve kişiliklere indirgenmesi fazla da anlamlı olmayan bir sorundur. Bunun tabiî bir neticesi olarak gitgide demokratikleşen siyasetle, "hikmet- i hükûmet"e sıkı sıkıya sarılan bürokrasinin devlet yönetimini ortaklaşa yürütmeleri gitgide zorlaşmıştır.
Siyasetin asırlarca "bürokrat" tarafından "hikmet-i hükûmet" temelinde yapıldığı, "devlet çıkarı" çerçevesinde meşrulaştırıldığı, bürokratın büyük ölçüde denetim dışı faaliyet gösterdiği bir geleneğin mirasçısı olan toplumumuzda yaşanan bu gelişme pek şaşırtıcı değildir. Ancak bu çatışma günümüzde toplumun taşıyamayacağı bir ağırlığa ulaşmıştır.
Hükûmet etmenin bir "sırrı" olduğu, onun çoğulcu yollarla üretiminin, her gelişmeyi toplumla paylaşarak onayını almanın mümkün olmadığı, gerektiğinde onun istemlerine karşı ve mevcut kurallara aykırı, "rutin dışı" siyasaların "devletin âlî menfaatleri"ni temin amacıyla uygulanabileceğini savunan "hikmet-i hükûmet" kavramsallaştırması, sadece toplumumuzda değil tüm dünyada uzun süre "siyaset" ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır.
Avrupa'da on yedinci asırda Paolo Sarpi'nin yazılarında zirveye ulaşan bu kavramsallaşma, "devlet çıkarı"na karşı, onunla çatışan "ortak çıkar (bonum commune)" fikrini geliştiren sivil toplum tarafından gitgide artan eleştirilere uğratılmış, Dreyfus Davası sonrasında ise kamuoyu önünde savunulamaz hale gelmiştir. Hikmet- i Hükûmet'in iki savaş arası dönemde otoriter ve totaliter tek parti rejimleri tarafından yeniden canlandırıldığı (meselâ Almanya'da Staatsraison kavramının yeni bir anlam yüklenerek kutsanması) doğrudur. Ama kavram 1945 sonrasında tamamıyla olumsuz bir anlam kazanmış ve demokrasiyle bağdaşmazlığının tartışılmazlığı yaygın kabul görmüştür.
Buna karşın sürekli biçimde siyasetin "tanımı" olduğu düşünülen "hikmet-i hükûmet" toplumumuzda Tanzimat bürokratik diktatörlüğü sonrasında daha da kutsanmış, İmparatorluk ve Erken Cumhuriyet otoriter tek partileri tarafından ise devletin olağan siyaset yapma biçimi olarak kabul edilmiştir.
Hepsi de yukarıdan aşağıya gerçekleştirilmeye çalışılan toplum mühendisliği girişimlerini sergileyen bu yapılar "hikmet-i hükûmet" çerçevesinde "siyaset" yapan bürokratları "devlet adamı" olarak tanımlarken, seçilmiş siyasetçileri bundan ayrı bir kategori haline getirmişlerdir. Avrupa'nın tersine "menfaat-i âmme" fikrinin "devlet çıkarı" ile eşanlamlı olarak kullanılması, bunların zıtlığını savunacak sivil toplum örgütlenmelerinin var olmaması, "hikmet- i hükûmet"in ciddî biçimde eleştirilmesini önlemiştir.
Çok partili yaşama geçiş sonrasında da kavramın toplumumuzdaki sorgulanması oldukça sınırlı kalmış, "hikmet-i hükûmet" "siyasetin siyasetçilere bırakılamayacak önemi haiz olduğunu" savunan ve askerî kanadın başını çektiği bürokrasinin alternatif siyaset modeli haline gelmiştir. Bilhassa 1960 sonrasında yasal çerçeveye de oturtulan bu siyaset, "devletin çıkarlarına" yönelik bir tehdit olarak gördüğü demokratik siyasetin alanını elden geldiğince daraltmayı temel amacı olarak mütalâa etmiştir.
Günümüzde iyi niyetle de olsa "devlet aklı" benzeri bir kavramsallaştırmanın yapılması ve bunun yol göstericiliğinden medet umulması ilginçtir. Buna karşın demokratikleşen toplum ve siyasetin, kapalı, hiyerarşik iç mekanizmalarını işleterek "devletin âlî menfaatleri" çerçevesinde kırmızı kitap ve çizgiler üreten, iç tehdit ve düşman kategorileri yaratan, gerekli gördüğünde "rutin dışına çıkan" ve bunları "devlet aklı" benzeri kavramsallaştırmalar aracılığıyla meşrulaştıran bürokrasi ile çalışarak, onun alternatif siyaset modelini demokratik siyasetle bağdaştırabilmesi artık imkânsız hale gelmiştir.
Burada bir parantez açarak bu temeldeki "alternatif siyaset"in devletin yasal istihbarat faaliyeti ile karıştırılmamasının gerekli olduğunu belirtmek yerinde olur. Bunlardan birincisi kuralların üzerinde olmayı ve kapalı, denetim dışı bir yapı tarafından kararlaştırılan "devlet çıkarı" çerçevesinde gereğinde onları tanımamayı meşrulaştırır.
Buna karşılık ikincisi niteliği gereği belirli süre gizli tutulması gereken, ama kurallar dahilinde yapılan, gereğinde denetlenebilen yasal bir faaliyettir.
Toplumumuzun günümüzde ulaştığı noktada 1960 sonrasında yaratılan, önemli konuları "hikmet- i hükûmet" temelli bürokratik "devlet koruyucuları"na emanet etmesine karşılık, devletin bekâsını doğrudan etkilemeyeceği düşünülen alanlardaki kararları demokratik siyasete terk eden, "ikili siyaset"i sürdürmek mümkün değildir.
Asırlara yayılan bir geleneğe dayanması nedeniyle içselleştirdiğimiz, "kendimize özgülüğün" gereği olarak olağanlaştırdığımız bu yapı Türkiye'nin sadece demokratikleşmesini, daha açık bir topluma dönüşmesini engellememekte, aynı zamanda, çağın ruhunu da yakalamasını önlemektedir.
Demokratikleşen siyaset ve ideolojik bir yaklaşım çerçevesinde, kapalı bir sistemle belirlenen "devlet çıkarı"na "toplumsal menfaat" açısından karşı çıkan sivil toplum örgütlenmesi "hikmeti hükûmet" temelli "yüksek siyaset" i toplumumuzda bir anakronizm haline getirmiştir. Bu Batı toplumlarıyla kıyaslandığında oldukça gecikmeli biçimde gerçekleşmiştir; ama artık geri dönüş imkânsız gibi görünmektedir.
Bu süreç tüm diğer örneklerde olduğu gibi oldukça yıpratıcı olmuştur.
Bu aşamada toplumumuzun önündeki sorun, kişilerin cezalandırılmasından ziyade, bürokrasinin, bilhassa da onun "devletin âlî menfaatleri"ni dilediğince belirleyen askerî kanadının demokratikleşmeye ayak uydurmasının sağlanmasıdır. Bunun ilk aşamasının genel ve hizmet içi eğitimde yapılacak değişikliklerle bürokratın "devletin koruyucu, kollayıcı ve sahibi" değil halka değişik hizmetler sunan görevlileri olduğu bilincinin yerleştirilmesidir.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA