Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Batı ve biz-2 Biz bizden sürgünüz ya da Batıcı Doğucular

Namık Kemal, bir kuşağın bilinçdışını hazırlamış olan Hürriyet Kasidesi'nin sonunda "Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten" diyordu. Ona göre Osmanlı İmparatorluğu yaralanmış bir kükreyen aslandı ve bir gaflet uykusundaydı. Uyanacak, eski güzel günlerine kavuşacaktı. Kemal'in önünde Avrupa örneği vardı ama bu büyük şair ve aydın asıl kendisindeki değerlerle ilgileniyordu. Çünkü ona göre Avrupa'da olup da bizde bulunmayan hiçbir kurum yoktu. "Onlardan" bazı kurumları "almak" (mesela parlamento) aslında kendi içimizde var olan ama "uyuyan" (mesela "meşveret") bazı değerleri, yapıları canlandırmak olacaktı.
Namık Kemal, Ahmet Cevdet Paşa'dan neredeyse 20 yıl önce doğmuş 7 yıl önce de ölmüştü. Cevdet Paşa, doğru veya yanlış, Tanzimat'ın eksiksiz Batı hayranlığı karşısına Kemal gibi yerel olanla çıkmıştı. Mecelle, onun İslam'la Batı'yı telif etme arayışının en önemli çabalarından birisiydi.
Nihayet pazartesi günü de bahsettiğim Ziya Gökalp de Garp medeniyetinden olduğunu söylüyor ama İslam ümmetine ve Türk milletine olan bağlılığını yadsımıyordu. Ziya Gökalp hiç Avrupa görmemişti, eğer Selanik'i Avrupa saymazsak. Oysa ondan önce, Kemal'den sonra gelen Ahmet Mithat Efendi Avrupa'yı gezmişti ama Carter Findlay'ın kitabında tahlil ettiği gibi o uygarlığın içinden geçerken bile onu hayalindeki bir dünyayla bütünleştiriyordu.
Bu, Oksidentalizmin dünyasıydı. Buna Türkçede Garpçılık diyelim. Sadece tasavvur edilmiş, gerçeğiyle ilgisi bulunmayan bir Garp düşüncesiydi zihinleri bağlayan. Cumhuriyet bu anlayıştan türedi. Bazı revizyonlar yaptı, rasyonalizm ve sekülarizmi reel değerler olarak benimsedi ve Batı'yı bu olgular üstünden okumaya çalıştı ama gene de zihniyet dünyasının inşaı ancak o hayalle bütünleştiğinde anlam taşıyordu.
Bu garip tutum sonunda bizim kendi kendimizi, kendi tarihimizi, geçmişimizi, değer sistemimizi "ötekileştirmemizi" doğurdu. Biz bize yabancılaşmıştık, biz biz olabilmek için Batılılaşmak zorunda kalmıştık.
Tek yanlı olmayan bu tutumun karşısında Batı'nın yarattığı Oryantalizm yani hayali Doğu vardı. Doğu yoksul, gelişmemiş, modernleşme ihtiyacı içinde olan bir imgesel yerdi, Şarkçılara göre. O dünyanın da sokaktakiyle hiçbir ilişkisi yoktu. Batı oraya "uygarlık" götürmek için, oraları boyunduruğu altına alabilmek ve sömürebilmek için böyle bir bahaneye ihtiyaç duyuyordu.
Ona söyleyecek bir şey yok. Türkiye'deki Garpçılar da içinde yaşadıkları toplumu aynen Garplıların o garip tasavvuruyla kavrıyordu. Geri kalmış ülkeyiz, uygarlaşmamız gerekir, çağdaş uygarlık düzeyini yakalayalım türünden modellerin hepsi bu Oryantalizmin izini taşır. Çok ilginç, çok şaşırtıcı biçimde bizdeki Oksidentalistler Oryantalist bir muhakemeyle bakıyordu topluma.
Bütün bunların altında jeopolitikten ve daha Osmanlı'nın kuruluş aşamasındaki bir büyük tercihinden kaynaklanan dürtüler de vardı. Osmanlı Balkanlar'a, Batı'ya doğru büyümüş, ondan sonra ayağını Şark'a basmıştı. Doğu Avrupa devleti olmuş, devleti Balkanlıların yönetmesine hiç sesini çıkarmamıştı. Yani Doğu'yla Batı'nın ister köprüsü deyin, ister geçidi, isterse sentezi, daha o dönemde biçimlenmişti. Dolayısıyla o bireşim arayışı neredeyse bir kaderdi. Fakat belli bir dönemde kader inkâr edilmek istendi. Sadece Batı denildi.
Ama şimdi şartlar değişti, hem bizde hem Batı'da, hem Garpçılık hem Şarkçılık bambaşka bir çizgide düğümlendi. Onu da cuma günü ele alacağım.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA