Bugün Türkiye, milli güvenlik sınırlarının nereden başladığı ile ilgili kritik kararlar alıyor. Ve tıpkı bir asır öncesinde olduğu gibi aynı anda birden çok iç ve dış düşmanla mücadele ediyor. Güneydoğu sınırının güvenliğini fiilen Musul'dan başlatmayı düşünen Ankara, Diyarbakır'ın ara sokaklarına sıkıştırılmak isteniyor. Baştaki konuya dönecek olursak... O iki çocuk ve girdikleri kare bugüne ve yarına dair çok şey anlatıyor. Çatışma ortamı Sur içindeki çocuklar için 'rutin' mi olacak yoksa kader diye dayatılan o ortamdan çıkmaları için el birliği ile bir şeyler mi yapılacak? O çocukları bulmak, ulaşmak zorundayız. Tek tek bakanlık isimlerini, kurumları sayarak, olayın özünü değiştirmeyeyim ama henüz kamu kurumlarından bu çocuklara ulaşan olmadı. Biz de araştırmayı sürdürüyoruz. Sokağa çıkma yasağı, güvenlik riski tespitleri zorlaştırıyormuş. Olsa olsa emniyet bilebilirmiş. Okullardan tarama yapmak, sosyal hizmet uzmanları eliyle ailelere ulaşmak şu anda mümkün değilmiş. Vs vs... Ama ne yapıp edip çocuklara, iç dünyalarına girmek, sahip çıkmak durumundayız. Yoksa bugün ev ev, mahalle mahalle, ilçe ilçe yapılan operasyonlar birkaç yıla kalmadan anlamını ve önemini yitirecek. 4 ayaklı minarenin dibinde mermi kovanları içinde unuttuğumuz çocuklar, ülkenin gençleri olarak, hınç ve kinle yine kendi ülkesinin karşısına dikilecek. Okan Müderisoğlu/Sabah Ülkenin sorunları ve ihtiyaçları düşünüldüğünde, 'iyi' bir başkanlık sisteminin iki temel alanda daha parlamentarizme göreceli üstünlüğü var. Bunlardan biri adem-i merkezi bir idari teşkilatın hayata geçirilmesi. Merkeziyetçilik doğrudan sistemle ilişkili olmasa da, başkanlık sistemi yetki ve sorumluluk dağılımının yaygın ve yerele uzanan bir biçimde yapılanması açısından daha fazla imkan sunabiliyor. Dolayısıyla talep ve tercihlerdeki değişimin kararlara yansıması açısından çok daha esnek bir sistem… İkinci husus buna destek vermek üzere dar bölge seçim sistemine geçilmesidir. Yine seçim sisteminin yönetim yapısıyla doğrudan bağlantısı olmasa da, dar bölge mantığı başkanlık sisteminin ruhuna daha yakın bir anlayışı yansıtıyor. Türkiye'nin temel meselesi hızla değişen koşullara aynı cevvaliyetle cevap verebilmek ve bunu yaparken yine hızla değişmesi beklenecek toplumsal tercihlerin siyasete katılımını ve etkilemesini garanti altına almak olmalıdır. Bunun şu anki parlamenter sistemle gerçekleştirilmesi olanaksız. 'İyi' bir parlamenter sistemin ise, Türkiye'nin siyasi geleceğinde tek parti hakimiyetinin geçerli olma ihtimalinin yüksekliği hesaba katıldığında, söz konusu amacı gerçekleştirecek bir zemin sağlaması son derece güç. Dolayısıyla Türkiye'de başkanlık sisteminin her yönüyle tartışılması, 'iyi' ve herkesin içine sinen bir alternatifin üretilmesi ve bunun sağlam bir anayasal çerçeve içine yerleştirilmesi gerekiyor. Eğer amaç bir tahakküm sistemi yaratmak olsaydı, başkanlık ne AKP ne de Erdoğan'ın işine yarardı. Hiçbir 'iyi' başkanlık sistemi iktidarın şu anki gücünden daha fazlasını sağlayamaz. Ama ülkeyi bir bütün olarak yönetmeyi kolaylaştırır, riskleri azaltır, meşruiyeti pekiştirir. Bu da hem iktidarların daha sağlam bir zemin üzerinde iş yapmalarını, hem de toplumun siyasete doğrudan damgasını vurmasını sağlar. Etyen Mahçupyan/Akşam Sahi böyle birini kim, niçin ve nasıl CHP'nin başına sardı … Buradaki amaç Erdoğan, Davutoğlu ve Fidan'ı uluslararası ceza mahkemesinde yargılatmaktı. Çünkü bir ülkeye silah göndermek savaş suçudur. Silah dışında her şeyi yollayabilirsiniz. Tıbbi malzeme sınıfında olan ve hastanelerde dezenfektan olarak kullanılan isopropyl Alcohol adlı malzemeleri kimyasal silah yapımında kullanılan bir malzeme ile güya sarin gazı yapılıyor iddiasını ortaya atmaya çalışıyorlar. Açıkçası Eren Erdem ciddi bir suç işliyor. İşin ilginci bu konu ile ilgili yazıp çizen kimse de dönüp Guta'da atılan hardal gazı ve Hollanda ilişkisini açıklayan raporlara bakmadığı gibi. Adana'da olan sarin gazı hikâyesinde de o dönem kimlerin savcı hakim olduğuna bakmıyor. Bu arada; Guta'da olan sarin gazı hikayesini yerinde inceleyen uzmanlar aynı zamanda UCM içinde delil topluyorlardı ve Türkiye'nin hiç bir ilgisinin olmadığını açıklamışlardı. Türkiye'de, Paralelci bir adam, Ulusalcı bir partiden milletvekili oluyor, iktidarı geçtik, devlete karşı başka ülkelerin istihbarat çalışmalarına malzeme olmak üzere kendi ülkesi aleyhine yalan haberler uyduruyor.. Bu olay bir ilk değil. Bu gidişle son da olmayacak.. Bu rezalete bir son verilmesi gerek.. Dokunulmazlığı kaldırılır ve bu iddianın sahibi yargılanır. Bunu en çok da CHP'nin istemesi gerek. Belki bu kamburdan kurtulmak için bu kişiyi partiden ihraç etmesi ve dokunulmazlığının kaldırılması için kendilerinin talepte bulunması gerek. Bir o kadar önemli bir diğer konu da, bu kişiyi, kim, nasıl ve niçin CHP'nin başına bela etti, onun incelenmesi gerek. Bir çok partide bu tip takiyeci, kripto adamlar var. Belki hâlâ AK Parti'de de varlar!. Yeniden herkes kendi içine baksa iyi eder, yoksa yarın bunun faturasını ağır bir şekilde öderler. Abdurrahman Dilipak/Yeni Akit Donald Trump, Amerika'da bütün elitin dilinde.. Komedyenlerin hepsi alenen alay ediyorlar adamla.. Hiciv, şaka değil, alay.. Ciddi elitler ise 'faşist' diyorlar, başka şey demiyorlar.. Ama Amerikan halkı her gece televizyonlarda dalga geçilen, her sabah gazetelerde yerin dibine sokulan Trump konusunda elitlerle ayni fikirde değil.. Hem de hiç değil.. Cumhuriyetçi Parti'den adaylığını açıklar açıklamaz, diğer adayların hemen üstüne çıkmıştı da, kimse ciddiye almamıştı. Ama iş şimdi ciddi. Cumhuriyetçi adaylar arasında yapılan ankette oyu, yüzde 36'ya çıkmıştı. Ardından gelen ikinci 16 iken. Geçen hafta, asılsız çıkan 'IŞİD'in Los Angeles'te Canlı Bombaları var' ihbarı ile okullar 3 gün kapatılınca, Trump yüzde 41'e fırladı. Dahası.. Demokratların şu anda en güçlü adayı Hillary Clinton.. Alay edilen Trump, anketlerde Hillary'yi de geçiyor.. Yani.. Amerikan halkı Trump'ı seçerse kimse şaşmasın ve hesaplarını ona göre yapsın şimdiden.. Seçimler seneye.. Bu arada Paris benzeri bir eylem Amerika'da yaşanırsa, Trump'ı kimse tutamaz bilesiniz.. Hıncal Uluç/Sabah Merak bu ya: Türkiye sınırlarını ihlal eden bir Rus uçağını değil de, Rusya her nasılsa sınırlarını ihlal eden bir Türk uçağını düşürmüş olsaydı... O zaman Rusya'da, sınırını korumak için refleks gösteren kendi ülkelerini suçlayan ve sınır ihlali yapmış olan ülkeyi haklı gören yayınlar yapan medya organları olur muydu?.. Daha doğrusu olabilir miydi?.. Bizde bol miktarda var... Misali geliştirelim: Rusya'da parlamentodaki partilerden birinin lideri, ülkemizi ziyarete gelmeye ve kendi hükümeti aleyhine olacağı kesin olan birtakım görüşmeler yapmaya cesaret edebilir miydi?.. Tabii ki edemezdi. Ancak Türkiye'deki bir partinin eş genel başkanı tam da bu günlerde Moskova ziyaretine gidiyor... Yukardaki örnekler, hiçbir ülkede normal karşılanmayacak davranışlardır. Uzun uzun düşünmeye gerek duymadan verebileceğimiz ve çoğu henüz yakın zamanda yaşanmış birçok örnek, bunun böyle olduğunu anlatmak için yeterli. Özgürlüklerin sınırsız olduğu iddia edilen ABD ve Avrupa'da bile; ülkelerinin aleyhine olabilecek davranışlarda bulunanlar defterlerinin dürüleceğini bilirler. Ancak tam da burada, bütün bu ülkeler arasında Türkiye'nin bir istisna olduğunu zikretmemiz gerekiyor, mecburen. Birilerinin iddialarına göre medyanın özgür olmadığı, insanların fikir ve kanaatlerini serbestçe ifade edemediği bir ülke Türkiye. Ancak her nasıl oluyorsa, bu ülkedeki medya organlarının önemlice bir kısmı ile beraber bazı sözüm ona aydınlar ve siyasetçiler, normal şartlar altında 'ihanet' olarak tanımlanabilecek davranışlarda bulunabiliyorlar... Ekrem Kızıltaş/Takvim Hayale bakın... DTK ana dilde eğitim yapılmasını, yerel meclislerin güçlendirilmesini, idari teşkilatlanmanın demokratikleştirilmesini isteyecek, hükümet de 'emriniz olur' diyecek ve hendekler kapanacak! Anlamıyorlar... Ortaya sürülen taleplerin haklılığının, bu talepleri silah gücüyle dayatma hakkı vermeyeceğini; silahlı bir grubun dayatmasıyla demokratik reform yapılmayacağını bir türlü anlamıyorlar... Sadece devlete şantaj yapılamayacağı için değil; aynı zamanda Kürtlere emrivaki yapılamayacağı için... Devlet, Kürt çoğunluğun karar vermesi gereken bir konuda onun adına karar verme hakkına sahip olmadığı için; böyle bir şey tamamen anti-demokratik olacağı için... Aslında sadece onlar değil, kamuoyunun büyükçe bir kesimi de anlamıyor. Sadece şimdi değil, 80'li yıllardan beri PKK'nın suçunun ne olduğu konusunda bir görüş birliğine varılmış değil. Neyin suç neyin hak olduğu bir türlü birbirinden ayırılamıyor. Sol tandanslı kamuoyu PKK'nın öne sürdüğü talepleri haklı bulduğu için bu taleplerin terör yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılmasını da meşru görüyor. Zaten beslendiği ideolojinin temelinde de belli bir siyasi amaca ulaşmak için şiddetin mubah olduğu anlayışı yatıyor. Sosyalist blokun çökmesi ve Leninizm'in iflasının yarattığı ideolojik yenilgiden sonra, ruhen Leninist, lafzen demokrat bilumum eski sol kalıntısı, göğüslerine çevrecilik, insan hakları, demokrasi gibi yeni yaftalar asıp eski fikirlerini mahcup bir biçimde tekrarlıyorlar. Bugün PKK'nın taleplerine bakarak ve bu taleplere sempati duyduğu için, katliam emirleri veren bu örgütü siyasi bir aktör gibi gören solcular, bu tutumlarıyla resmen düşünceyi yargıladıklarının farkında bile değiller. Çünkü eylemi amacın terazisinde tartmak, kaçınılmaz biçimde düşünceyi yargılamaktır. İster onaylayıp ödüllendirin, ister kınayıp mahkûm edin... Gülay Göktürk/Akşam Bunlar olurken Selahattin Demirtaş, 'Biz etkiliyiz, gücümüzü kullanmak istiyoruz. Moskova'da temsilcilik de açacağız' diyerek gittiği Rusya'dan müjdeyle döndü. Rus uçağının düşürülmesiyle ilgili olarak Lavrov'a, 'Yanlıştı, hükümetin dış politikasını yanlış buluyoruz' ifadeleriyle yağ çeken Demirtaş, istediğini almış görünüyor. Lavrov, HDP'nin Türkiye'de tüm etnik azınlıkları temsil eden bir siyasi platform olduğunu iddia edip bu çizgiyi her zaman desteklemeye devam edeceklerini söyleyerek 'hendekli siyasete' olur verdi. Herhalde 'HDP Moskova bürosu' işi de yakındır. Lavrov'un PYD'ye verdikleri ve verecekleri destek muştusunu Selahattin Demirtaş'a bizzat iletmesi çok şey anlatıyor. En azından malumun ilamı olarak kayda geçirilmesi gereken bir sahne. 'DAEŞ tehdidine karşı karada savaşan Iraklı ve Suriyeli Kürtlerin olduğunu çok iyi biliyoruz' dedikten sonra, 'Rusya, Suriye yönetiminin isteği üzerine Suriye'de gerçekleştirdiği terörle mücadele operasyonunda, terörle karada, sahada mücadele edenleri desteklemeye hazırdır' ifadelerini kullanıyor. Malum: Bu ilişkiler birkaç haftada kurulup geliştirilmiş değil. Rusya, Suriye'ye resmen girdiğinden beri de, ondan öncesinde de Esad rejimine yardakçılık yapan PYD'yi 'default' olarak refiki görüyordu, uçağı düştüğünden beri de malumu ilam sürecinin gereklerini yerine getiriyor. HDP de PKK'nın yaptıklarından sorumlu sayılmamak ve Türkiye'nin batısındaki AK Parti-Erdoğan nefretini oya tahvil etmek için verdiği pozlardan çok uzakta artık. Malum: 'Türkiyelileşme' iddiası bir asır öncesinde kalmış gibi. 7 Haziran öncesinde PKK ile bağını 'ortak bir sosyolojiden gelmek' ile sınırlı tutan ve 'çiçek çocuk' taklidi yapan HDP, elinde silahlı gücü bulunan bir derebeyi gibi şimdi; bir siyasi partiden çok, kendi bölgesi adına diplomatik ilişkiler kuran bir 'yapılanma' görüntüsü vermekte. Nihal Bengisu Karaca/ Habertürk Fethullah Gülen geçtiğimiz pazartesi günü (21 Aralık 2015) yayınlanan son 'Bamteli' sohbetinde nihayet 'devlete sızma' iddiaları ile ilgili itirafta bulundu. 'Ona 'sızma' denmez; ona, 'hakkını arama' denir, ona 'kendi olma' denir, ona 'ülkesini yabancılara, sızmışlara kaptırmama' denir.' Bu itirafta, sınavlarda kopya çekmenin fetvasının da olduğu açıktır. Ayrıca sızmanın yanında asıl sorgulanan; devlet hiyerarşisi içindeki insanları, Gülen'in tayin ettiği 'imam'lara zimmetleme, onlara dışarıdan talimat verme hukuksuzluğudur... Sınav soruları çalınarak devlet memuru olunuyorsa, kumpaslarla Cemaat'e engel görülen insanlar tasfiye ediliyor ve onların yerine tek özelliği Gülen'e kayıtsız şartsız bağlı insanlar yerleştiriliyorsa, evet buna sızma denir. Dini söylemlerle hep liyakat esasını öne çıkaran Gülen'in, ilk defa 'hak arama' itirafında bulunduğunun altını çizmeliyiz. Herkes hak arama iddiası ile devleti ele geçirmeye kalkarsa, liyakat esası nasıl yerine getirilecek? Hele bu 'hak arayıcılar' belli bir yerden talimat alıyorlarsa, seçimlere, halkın hür iradesiyle yöneticilerini belirlemesine ne gerek var? Madem Gülen, devlet bürokrasisini kontrol etmeyi hak arama biliyor, demokrasilerde hak arama, milletten yetki almaktan geçiyor. Daha en başta neden parti kurmamış? Neden iktidarların gözünün içine bakarak Türkiye'yi yönetmeye kalkıyor? Bir defasında Pensilvanya'da, kendisine soru sormuştum: 'Siz 'diyalog, herkesin konumuna saygılı olmaktır' dediniz. Bunun bir adım ilerisi nedir?' Bana, 'paylaşmaktır' cevabını vermişti. Konumuna saygı duyulan insanlarla demek ki diyalog toplantılarındaki paylaşmayı kastetmiş. Devlet kadroları, TÜBİTAK, TİB, Adli Tıp, HSYK, Yargıtay gibi kurumlar meğer liyakat esasına göre paylaşma değil, Gülen'in 'hak arama' yerleriymiş. Gülen'in, 'Yabancılar'dan ne kastettiğini ise yabancı dergi ve gazetelerin yöneticilerine ve bir de bizim liberal arkadaşlara sormak gerekir. Gülen'in aynı sohbette, kendisine en yakın bağlılarının son toplu kaçışları için verdiği fetvayı da gözardı etmemeliyiz. Hüseyin Gülerce/Star Sonunda Bülend Ulusu da gitti, birçok sırrı da mezara götürdü. Doksan iki yaşındaymış. 'Bülent' değil, 'Bülend'... Bülent yazana kızardı. 12 Eylül'ün hesabı 'vitrinde olanlardan' soruldu ya da sorulur gibi yapıldı ama 'sütre gerisinde' kalanlardan sorulmadı. (Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya ömürlerinin son yıllarında azıcık 'rahatsız edildiler' ama Nurettin Ersin, Nejat Tümer ve Sedat Celasun 'vakitlice' huzur içinde öldüler.) Bu 'gizli kahramanlardan' biri Bülend Ulusu'dur, öteki de o zamanlar 'cuntanın beyni' dedikleri Haydar Saltık... Çok önceden planlanmış olan darbe sürecinde, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nda emekliliği gelen Ulusu ağustos ayında emekli edilmişti... Kamuoyunu 'sarsmamak' için! Böylece 'orduda bir kıpırtı yok' görüntüsü yaratılmış oluyordu. Bir ay sonra başbakan oluverdi. Buna da kimse şaşmadı. Tanpınar'ın zamanın ne içinde ne de büsbütün dışında, İnönü'nün 27 Mayıs'ın hem içinde hem dışında olması gibi, Ulusu da cuntanın azıcık içinde azıcık dışındaydı... Saltık cuntanın genel sekreterliğini yaptı, o pis dönem geçtikten sonra Bern gibi 'sakin ve sorunsuz' bir büyükelçiliğe atandı, ortalıktan kayboldu ve kendini pek güzel unutturdu. Bürokrasi ona kıyak yapmıştı. Washington'la bağlantının Saltık üzerinden kurulduğu (our boy!), darbenin kurmay başkanlığını onun üstlendiği söylenirdi... Gençler Evren ve Şahinkaya soyadlarını pek iyi bilirler ama çok kişi eminim Saltık soyadını ilk kez bugün burada duymaktadır. Ulusu soyadı da temiz kalmış, pisliklerle, hele işkenceyle birlikte hiç anılmamıştır. Çünkü ipler onun elinde değildi. O yalnızca bir devlet memuruydu. Emekli olacaksın demişlerdi emekli olmuştu, başbakan olacaksın demişlerdi başbakan olmuştu. Böylece 'olağanüstü dönemlerin sivil süsü verilmiş başbakanları ve bakanları' arasında yerini aldı. Hani Nihat Erim, Ferit Melen, Naim Talu falan... Daha da eskiye, 1960'a gidersek hani Selim Sarper, Nasır Zeytinoğlu, Kemal Kurdaş, Şahap Kocatopçu, Cihat Baban falan... Bu tür adamlar bürokrasinin ve vesayet rejiminin yılmaz bekçileriydi, payandalarıydı. Artık umutları kalmadı. 'Günün birinde bize de görev düşer' diye bekleyemiyorlar. Bulunmaları gereken konumda, Anadolu Kulübü, Büyük Kulüp gibi yerlerde briç oynayarak oyalanıyorlar. Engin Ardıç/Sabah Kılıçdaroğlu kime sahip çıktığının farkında mı? 'SIRITMA EREN ERDEM! BU SORULARA CEVAP VER!' KEFİL OLDUĞUN ADAMI TANIYOR MUSUN KILIÇDAROĞLU? Farkında... Normal ülkelerde 'ihanet'le yargılanacak bir tutuma sahip çıktığının farkında... Eren Erdem'i yedirtmeyeceklermiş. Demek ki Kemal Kılıçdaroğlu, Eren Erdem'i ortaya çıkaran her şeye sahip çıkıyor... Ben de şu soruların cevabını merak ediyorum: İyice tanıyor musun bu adamı? İlişkileri, uğrak yerleri, düşünceleri konusunda fikrin var mı? Nerden geldiğini, vaktiyle hangi odaklarla iş tuttuğunu, iş tuttuğu odaklara karşı bugün kimlerle işbirliği yaptığını ve nerelere savrulduğunu biliyor musun? Biliyor elbette. Biliyor ki sahip çıkıyor... Dün, Eren Erdem Efendi'nin basın toplantısını izledim... Sırıtıyordu... Adana Cumhuriyet Başsavcı Vekili'nin, 'Doğru dürüst iddianameyi bile okumadan ahkâm kesiyorsun' mealindeki açıklamaları karşısında nedamet getirip özür diler, yanlış anlaşıldığını beyan eder, ne bileyim 'Maksadım o değildi' gibilerden laflar eder, yol açtığı ağır tahribatı unutturma cihetine gider diye düşünüyordum. SIRITMAYA DEVAM ETMEYECEKSE BAZI SORULARIM OLACAK! O sırıtmayı tercih etti... Hem sırıttı, hem de müddei havalarında esip gürledi... Namuslu ve onurlu bir insan, ortaya bir iddia atıyorsa, onu kanıtlar... Haklıysa, haklılığını belgeler. Muhtemel bir İran-Türkiye savaşında, İran'ın yanında saf tutacağını söyleyen Eren Erdem Efendi sadece sırıttı... Sırıtmaya devam etmeyecekse, benim de bazı sorularım olacak. Karşı gazetesini kurarken, kimlerle, hangi çevrelerle temas ettin? CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu görüştüğün kişiler arasında mıydı? İhsan Eliaçık ve Kılıçdaroğlu'nun da bulunduğu bir toplantıya Fethullah Gülen cemaatinden bazı kişiler de katıldı mı? Karşı'yı 'sol gazete' iddiasıyla piyasaya sürdün. Hakikati seslendirecektiniz, 'yalana karşı doğruların yanında' duracaktınız. Niye bu gazetede 'solcu' bilinen bir tek kişi yoktu? Hadi solcuyu geçtik... Niye gazetenizde 'solculuk' yoktu? İnsan hiç değilse, ayıp olmasın diye arada sırada 'emek', 'sendika', 'artı değer' filan der. Sol terminolojiden parçalar sunar... FETÖ İLE İLİŞKİN HANGİ DÜZEYDE? Karşı gazetesi, sadece illegal kayıt ve tape yayınladı... Nereden geliyordu bu kayıtlar? Bu kayıtlar neden paralel yayın organlarında değil de, 'solculuk' iddiasıyla ortaya çıkan Karşı gazetesinde yayınlanıyordu? Kestaneyi ateşten alma görevi size mi verilmişti Madem illegal kayıt ve tape yayınlama konusunda özel bir merakınız vardı, bu merakı neden sair alanlarda göstermediniz? Neden, içinde 'ananas ve rafineri' geçen telefon kayıtlarına dönüp bakmadınız bile? Bir vakitler, 'Biz de 28 Şubat'ta çok zulüm gördük. Hakkımızda çok davalar açıldı' gibilerden beyanların dolaştırılıyordu ortalıkta. Hangi zulmü gördün 28 Şubat'ta? Hakkında kaç dava açıldı? Biz niye bilmiyoruz? Hafızamı yokluyorum, 28 Şubat'ta hakkında dava açılmış 'kısa pantolonlu bir çocuk' hatırlamıyorum. Karşı gazetesinde tape yoldaşlığı yaptığın Emre Erciş, birkaç gün önce, 'CHP hakkındaki yolsuzluk iddialarını yazmamam konusunda bana telefonla ricada bulundu' gibilerden bir tveet attı. Doğru mu bu? Bugünkü vekilliğini bu 'rica'ya mı borçluyuz? Kimsin, bilmiyoruz... FETÖ'CÜMÜSÜN MAOCU MUSUN? Bir ara, Maocuların yayın organında görüldün; sana tahsis edilen köşede 'İslam, Ebuzer, yoksulluk' diye atıp tutuyordun. Niye oradan uzaklaştırıldığını bilmiyoruz. Oradan kopar kopmaz, niye 'Nurjuvazi' elemanlarıyla temasa geçtiğini de bilmiyoruz. Selam-Tevhid soruşturması savcıları gizli kapaklı ilişkilerinden söz ediyor. Bu ilişkiler çerçevesinde sürekli İran'a gittiğin iddia ediliyor. 'İran'a turist rehberi olarak gitmediğine' dair ifadelerinden örnekler veriliyor. Hakikaten kimsin? İrancı mısın, Türkiyeci misin, Rusyacı mısın, Maocu musun, Cemaatçi misin, Ergenekoncu musun, ulusalcı mısın, Kemalist misin, İslamcı mısın? Soruları çoğaltabiliriz ama hususen bir sorunun cevabını merak ediyorum: İran'la Türkiye savaşa tutuşsa, gerçekten de İran'ın yanında mı saf tutarsın? Hâlâ aynı düşüncede misin? Ahmet Kekeç/Star